Soru 93 : Sartre, kendi varoluşçuluğu ile marksizm arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyor?
|
Jean Paul Sartre, İkinci Dünya Savaşı sonunda, felsefî eserleriyle olduğu kadar, romanları ve piyesleri ile de, sadece Fransa'da değil bütün dünyada yankılar bırakmış, geniş etki göstermiş bir düşünürdür. 1960 yılından sonra bizde de etkili olmuştur. Sartre'ın mutlak özgürlük ve sorumluluk ahlâkı, onu çoğunlukla marksçı ve ilerici hareketler yanında yer almaya sürüklemişti. Sartre, varoluşçu düşüncenin etkisinde kalan ünlü Fransız yazarı Camus'un «bir tek önemli felsefî soru varsa, o da intihardır» sözünü doğru bulmuyordu. Çünkü Sartre'a göre, intihar özgür bir davranış (fiil) değildir. Özgür olmamasının nedeni, özgürlüğün ancak geleceğe ait bir tasarı ile birlikte ortaya çıkmasıdır. Oysa, ölmeyi tasarlamak, yani ölüm tasarısını kurmak ve gerçekleştirmek, bütün tasarıların ortadan kaldırılmasıdır: Yokluk tasarısı, tasarıların yokluğuna varır. Bundan ötürü intihar, özgürlüğün olum-suzlanmasıdır. Sartre'ın varoluşçuluğu, bu düşünce doğrultusunda, devrimci harekete katılma ve eylemde bulunma yönüne çevrilmiş bulunuyordu. Nitekim, kapitalist dünya içinde, insanoğlunun yalnızlığını; boğuntu, tedirginlik ve bırakılmışlık içinde olmasını; has insanî varlık ve sunî ve düzmece varlık!arasındaki karşıtlığı ve yırtılışı, insanın kendine has varlığını arayışını eşsiz bir şekilde dile getirmiş büyük bir düşünür olan Sartre, düşüncelerine yaraşan bir namusla, ezilenden, hor görülenden ve sömürülenden yana çıkmıştır. Sartre, bu bakımdan, sömürü ile sömürgeden kurtulma arasında sürüp giden savaşı yani çağımızın savaşını derinlemesine kavramış ve sömürünün kaldırılması için bütün gücüyle çalışmış birkaç düşünürden biri olmak niteliğini hiç bir zaman kaybetmedi. Ama Sartre'ın, daha önce sözünü ettiğimiz felsefî çıkış noktası ve fenomenolojik metodunun temelindeki idealist görüş, onu fikir bakımından marksizmden her zaman ayırıyordu. Eylemde marksistlerle bir olsa bile, kendi felsefesinin çıkış noktası ve araştırma metodu bakımından marksizmden ayrı hattâ ona karşıt bir düşünürdü. Çünkü Sartre için, tıpkı Husserl'de olduğu gibi, bilinç, temel gerçekti; kesin gerçekler, ancak bilince kendi içinde verilmiş olan ve bilincin dolaysız olarak gördüğü gerçeklerdi.
Sartre'ın gözünde, bilinçten bağımsız bir maddeden ya da bağımsız madde hakkında bilgi edinebileceğimizden söz etmek güçtü. Maddenin özelliği olan kendinde - varlık, ancak bilincin temel belirlenmesine yani kendi - için varlık olmasına göre tanımlanıyordu. Bundan ötürü, Sartre, insan dünyasında (yani bilinçte)> bir diyalektik gelişme gördüğü halde, tabiatta böyle bir gelişmenin olup olmadığını söyleyemeyeceğimizi ileri sürüyordu; hattâ tabiatta böyle bir gelişmenin olmadığını söylüyordu. Bununla birlikte, filozof, «Diyalektik Aklın Eleştirilmesi» adını taşıyan son büyük eserinde, marksizmi, içinde yaşadığımız çağın aşılmaz felsefesi olarak görür ve varoluşçuluğu marksizmin içinde bir alan olarak ele alır.
Bu açıklama, Sartre'ın, marksizme sadece eylem ve ahlâk bakımından değil felsefe açısından da yaklaştığını gösteriyor. Bununla birlikte, Sartre, marksizme eskiden beri yönelttiği eleştirmeleri daha da geliştirmekte; varoluşçuluğunu marksizm içine yerleştirmekle birlikte, bu varoluşçuluk açısından marksizmi yenileştirmeye ve geliştirmeye çalışmaktadır. Sartre, metot olarak doğru bulduğu ve çağımızın aşılmaz felsefesi olarak gördüğü marksizmin, şimdiye kadar yaptığı araştırma ve incelemelerde bazı sorular üzerine gerektiği gibi eğilmemiş ve bazı unsurları kendi bünyesi içinde eritmemiş olduğunu söyler. Marksizm, tek tek nesnelere ya da fertlere has olan özellikler üzerinde gerektiği kadar durmamıştır. Ayrıca, insanları, bağlı oldukları sınıfların pasif bir aleti haline getirmektedir. Bunlardan başka, fenomenolojinin kavrayıcı metodunun ve psikanalizin marksizm içinde kullanılması; bu metotların marksizm içinde eritilerek araştırma aracı olarak kullanılması gereklidir.
Sartre, bütün bu eleştirmeleri, marksizmin kendi metodunun özüne değil, marksizm adına ortaya konan resmî ve kalıpçı bir öğretiye (doktrine) yöneltmektedir. Gerçek marksizm, kalıpçı, kaba ve resmî marksizmin bu eksik yanlarını aşacak gücü ve imkânı içinde taşımaktadır. Sartre'ın gerçek marksizme karşı gösterdiği bu yaklaşma, büyük önem taşır. Sartre'ın bu eleştirmelerine benzeyen fikirler, Marx'a dönülerek, diyalektik metodun yaratıcı, toparlayıcı ve aşıcı bir şekilde kullanılması gerektiğini ileri süren ve bazı ülkelerde bilimsellikten tamamen uzaklaşarak resmî bir ideoloji halini almış olan marksist görüşlerin bir yana bırakılmasının zorunlu olduğunu söyleyen marksist düşünürler tarafından da savunulmuştur. (Henri Lefebvre gibi). Marx'a ve kaynaklara dönüş şeklinde ortaya çıkan bu hareket, resmî ve kalıpçı marksist düşüncenin eskiden beri dışında kalan ama Marx'ın metodunu yaratıcı bir şekilde kullanan filozofların yeniden değerlendirilmesine ve önem kazanmasına yol açmıştır (George Lukacs gibi). Sartre'ın son büyük eserinde ileri sürdüğü eleştirmeler ve görüşler, ünlü marksist düşünür Roger Garaudy tarafından da eleştirildi. (Bk. «Jean Paul Sartre ve Marxisme», S. Hilâv, Sosyal Yayınlar).
Sartre'ın gözünde, bilinçten bağımsız bir maddeden ya da bağımsız madde hakkında bilgi edinebileceğimizden söz etmek güçtü. Maddenin özelliği olan kendinde - varlık, ancak bilincin temel belirlenmesine yani kendi - için varlık olmasına göre tanımlanıyordu. Bundan ötürü, Sartre, insan dünyasında (yani bilinçte)> bir diyalektik gelişme gördüğü halde, tabiatta böyle bir gelişmenin olup olmadığını söyleyemeyeceğimizi ileri sürüyordu; hattâ tabiatta böyle bir gelişmenin olmadığını söylüyordu. Bununla birlikte, filozof, «Diyalektik Aklın Eleştirilmesi» adını taşıyan son büyük eserinde, marksizmi, içinde yaşadığımız çağın aşılmaz felsefesi olarak görür ve varoluşçuluğu marksizmin içinde bir alan olarak ele alır.
Bu açıklama, Sartre'ın, marksizme sadece eylem ve ahlâk bakımından değil felsefe açısından da yaklaştığını gösteriyor. Bununla birlikte, Sartre, marksizme eskiden beri yönelttiği eleştirmeleri daha da geliştirmekte; varoluşçuluğunu marksizm içine yerleştirmekle birlikte, bu varoluşçuluk açısından marksizmi yenileştirmeye ve geliştirmeye çalışmaktadır. Sartre, metot olarak doğru bulduğu ve çağımızın aşılmaz felsefesi olarak gördüğü marksizmin, şimdiye kadar yaptığı araştırma ve incelemelerde bazı sorular üzerine gerektiği gibi eğilmemiş ve bazı unsurları kendi bünyesi içinde eritmemiş olduğunu söyler. Marksizm, tek tek nesnelere ya da fertlere has olan özellikler üzerinde gerektiği kadar durmamıştır. Ayrıca, insanları, bağlı oldukları sınıfların pasif bir aleti haline getirmektedir. Bunlardan başka, fenomenolojinin kavrayıcı metodunun ve psikanalizin marksizm içinde kullanılması; bu metotların marksizm içinde eritilerek araştırma aracı olarak kullanılması gereklidir.
Sartre, bütün bu eleştirmeleri, marksizmin kendi metodunun özüne değil, marksizm adına ortaya konan resmî ve kalıpçı bir öğretiye (doktrine) yöneltmektedir. Gerçek marksizm, kalıpçı, kaba ve resmî marksizmin bu eksik yanlarını aşacak gücü ve imkânı içinde taşımaktadır. Sartre'ın gerçek marksizme karşı gösterdiği bu yaklaşma, büyük önem taşır. Sartre'ın bu eleştirmelerine benzeyen fikirler, Marx'a dönülerek, diyalektik metodun yaratıcı, toparlayıcı ve aşıcı bir şekilde kullanılması gerektiğini ileri süren ve bazı ülkelerde bilimsellikten tamamen uzaklaşarak resmî bir ideoloji halini almış olan marksist görüşlerin bir yana bırakılmasının zorunlu olduğunu söyleyen marksist düşünürler tarafından da savunulmuştur. (Henri Lefebvre gibi). Marx'a ve kaynaklara dönüş şeklinde ortaya çıkan bu hareket, resmî ve kalıpçı marksist düşüncenin eskiden beri dışında kalan ama Marx'ın metodunu yaratıcı bir şekilde kullanan filozofların yeniden değerlendirilmesine ve önem kazanmasına yol açmıştır (George Lukacs gibi). Sartre'ın son büyük eserinde ileri sürdüğü eleştirmeler ve görüşler, ünlü marksist düşünür Roger Garaudy tarafından da eleştirildi. (Bk. «Jean Paul Sartre ve Marxisme», S. Hilâv, Sosyal Yayınlar).