Soru 96 : Anadolu türk toplumunda felsefenin yeri nedir?

Felsefenin ne olduğunu ve tarih boyunca belli başlı felsefe sorularına verilmiş olan cevapları özet olarak gördük. Burada, en başta ortaya koyduğumuz tanıma dönerek, felsefenin, sürekli bir eleştirme ve arayış; doğruları akıl yoluyla bulmaya çalışan; bilgeliği elde etmeye yönelen, hür bir çaba olduğunu tekrarlayacağız. Çeşitli felsefî görüşlerin ve sistemlerin altında yatan ama tarihî ve sosyal şartlara göre değişiklik gösteren öz budur; felsefî düşünce deyince, bu özü, bu eleştirmeyi, bu arayışı ve bu yönelmeyi anlamamız gerekir. Başka bir deyişle, felsefî düşünce, «özgür düşünce»dir; evrene ve varolan her şeye karşı kendisini koymuş olan insanın; nesneye karşı öznenin; topluma karşı ferdin akla dayanan araştırıcı düşüncesidir.

Felsefe, sürekli bir «hayır» deyiş aracılığı ile «evet»i bulmaya çalışmak çabasıdır. «'Evet» bulunduğu zaman, onu da irdeleyip eleştirerek aşmaya çalışmak; yani yeniden «hayır» demek çabasıdır. Felsefe sürekli bir «olumsuzlama, olumlama ve yeniden olumsuzlama»dır; insan düşüncesinin; nesnesini ve kendini sürekli olarak evirip çevirmesi; düşünmesi, eleştirmesi, irdelemesi ve kendisinden - uzaklaşmışlığının bilincine vararak yeniden kendine dönmesi; kendini bilinçli kılmasıdır. -Başka bir açıdan felsefe, hayatta elle tutulur halde gerçekleşmemiş olanın, düşüncede gerçekleştirilmesidir; bilgi bakımından «en doğru olansın; ahlâk bakımından «en iyi olanın», hayat bakımından «en anlamlı hayatın»; estetik bakımından «en güzel olan»ın araştırılması ve ortaya konması çabasıdır. Ama bu özellik, felsefenin soyut yanını; yabancılaşmış yanını da göstermektedir bize.

Felsefe, «olan»dan çok «olması gereken»den söz eder. Ama bu olması gerekeni somut olarak gerçekleştirmek gücünden yoksundur; ancak düşüncede yani soyut olarak gerçekleştirir. Felsefe, ideal bir dünyanın, iyi ve güzel bir yaşamanın nasıl olması gerektiğini açıklar, ama bunu hayatın kendisinde yani somut olarak gerçekleştiremez; «iyi», «güzel» ve «adaletli» hakkında bize ancak bilinç verir; bir özlem ve arayıp gerçekleştirme ihtiyacı duyurur. Bundan ötürü, Marx, «felsefenin dünyalaşmasından» ve «dünyanın felsefeleşmesi» nden söz ediyordu. Yani Marx, felsefenin dünya haline gelerek (somutlaşarak) ortadan kalkması ve dünyanın felsefî ideallere yönelerek bu idealler haline gelmesi gerektiğini söylemek istiyordu. Böylece, soyut fikirle (özlemle) somut varlık ve somut varlıkla soyut fikir kaynaşmış, felsefe gerçek bir varoluş edinerek felsefe olarak ortadan kalkmış ve hayatın kendisi haline dönüşmüş olacaktı. Marx'a göre, bu kaynaşmayı ve dönüşümü gerçekleştirecek olan araç, «devrimci eylem»di.

Felsefe hakkındaki bu genel açıklamalar bizi, ister istemez, kendi gerçeğimizle felsefe arasındaki bağıntı problemine götürmektedir. Başka bir deyişle, Anadolu türk toplumunda felsefenin yerinin ne olduğu, felsefeye nasıl, bakıldığı sorusuna götürmektedir. Kitabımızda, felsefî düşüncenin tipik örneklerini vermeğe çalıştık. Ayrıca, tarih boyunca, çeşitli felsefelerin ve sistemlerin ortaya çıktığını gördük. Yaptığımız açıklamaları gözününde tutarak, islâm düşüncesi içinde, on beşinci yüzyıldan itibaren «felsefe çabası» diyebileceğimiz bir fikir çalışmasına rastlanmadığını ileri sürebiliriz. Demek ki, Anadolu türk toplumunun ve onun siyasî örgütü olan Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu, aşağı yukarı, Yakın - Doğu'da felsefî düşüncenin kapanışına rastlamaktadır. Gerçekten de, on beşinci yüzyıldan itibaren. Yakın - Doğu'da ve osmanlı toplumu çerçevesi içinde, yeni felsefî düşüncelerin ortaya çıkmadığı; yeni sistemlerin kurulmadığı görülmektedir. Bu yüzyıldan sonra, eski felsefî düşüncelerin şu ya da bu şekilde tekrarıyla yetinilmiş; ya da dinî düşüncenin ağır basması karşısında, felsefeye karşı güvensizlik gösterilmeye, felsefî tavır, tasavvuf ve batınî akımlar içinde şekil değiştirerek yaşamak zorunda kalmaya başlamıştır. Felsefe, tehlikeli ve beyhude bir fikir çabası olarak görülmüştür.

İslâm ilahiyatı olarak niteleyebileceğimiz «kelâmsın açıklamaları, bu yüzyıldan sonra, felsefî arayışın ve hür düşüncenin yerine geçmiş ve dinî düşüncenin yanı sıra, ideolojik bir faktör olarak; bir çeşit mutlak hakikat ya da «dogma» olarak kabul edilmiştir. Başka bir deyişle, kelâm, dinî düşüncenin pekîştiricisi ve savunucusu olarak iş görmüştür. Gerçek felsefî düşünceye karşı duyulan bu güvensizlik, Nâbi'nin şu mısralarında açıkça dile gelir:

Hikmet-ü felsefeden eyle hazer
Evliya zümresine eyle nazar.


Demek ki, Anadolu türk toplumunda, felsefe tehlikeli bir çabadır; Nâbi'nin belirttiği gibi kendisinden kaçınılması gereken bir şeydir. Felsefeye karşı duyulan bu güvensizlik ile; osmanlı yönetiminin siyaset konusunda, yani pratik konularda gösterdiği «akılcılık»ı birbirine karıştırmamak gerekir. Gerçekten de, çağı içinde ele alındığı zaman, örgütünün ve yönetiminin «akılcı» ilkelere dayanması bakımından Osmanlı İmparatorluğu ayrıca dikkati çekmektedir.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP