Soru 84 : Marksizm bakımından «yabancılaşma» nedir?
|
Hegel, İde'nin kendisinden uzaklaşarak yani kendisinin dışına çıkıp kendi özüne aykırılaşarak yabancılaştığını söylemişti. Aynı kavram, Marx tarafından da ele alınmıştır. Ama Marx, İde'yi reddettiği ve insanın maddî faaliyetini temel olarak aldığı için, yabancılaşmayı da bu maddî temel içinde aramıştır. Marx'a göre, insan, tabiatla ilişkisinde, ihtiyaçlarını karşılamak için birtakım ürünler ortaya koyar. Bu ürünler yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasına yol açar ve bu yeni ihtiyaçların yeniden giderilmesi gerekir. Böylece, tarihî gelişme, toplum hayatı ve uygarlık dediği¬miz şey ortaya çıkar. Ama, insan bu ürünleri ortaya koyarken, aynı zamanda ürünlerin içinde kendini kaybetmektedir; bunlar, kendi ürünleri olduğu halde, ona karşıt, yabancı ve ezici gerçekler haline gelmektedir. Meselâ, insan, ekonomik faaliyetinde, zenginlikler yaratır, ama bu zenginlikler para şeklinde onun karşısına çıkar; onu boyunduruğuna alır; parayı kendi yarattığı halde, paranın elinde oyuncak haline gejir. Bu ekonomik yabancılaşmadır ve bütün öteki yabancılaşma şekillerinin temelidir. İnsanın yarattığı ekonomik nesneler böylece yabancılaşarak kendi başına buyruk bir dünya kurarlar; bu dünyanın kanunları vardır ve biz bunları ekonomik kanunlar olarak tanırız (klasik ekonomipolitik bilimi kanunları inceler); onları insandan apayrı, yabancı ve nesnel varlıklar olarak görürüz. Oysa bu kanunların altında insanın kendi yaratış gücü ve insan-arası ilişkiler vardır. Ama yabancılaşma sonunda, bu insanlar-arası ilişkiler gözden kaybolmuş onun yerini nesnel ve bağımsız varlıklar gibi görünen ekonomik ürünler arası ilişkiler; ekonomik kanunlar almıştır. Tarih boyunca, yabancılaşma sürecinden ötürü, insanın yarattığı dünyanın (ekonomik ve manevî dünyasının) durmadan zenginleştiği halde, insanın kendisinin yoksullaştığını (hem maddî hem de manevî bakımdan) görüyoruz. Ama bu yabancılaşma, kendisinin sona ermesi, yani yabancılaşmanın aşılması imkânını da birlikte getirmektedir.
Yabancılaşmanın dayanılmayacak hale gelmesi, yabancılaşmanın tanınıp bilinmesini, bilincine ulaşılmasını da birlikte getirir. Meselâ marksist düşünce ve metot, bu bilinçi apaçık bir şekilde ortaya koyduğu gibi yabancılaşmanın kaldırılması için gerekli olan maddî (devrimci) mücadelenin yollarını da ortaya koymaktadır. Ekonomi alanında, ürünleri ve onlara hâkim olan kanunları bilip tanıyarak insan iradesi altında planlı bir şekilde yönetmek imkânı yabancılaşmadan sıyrılmanın gerçekleşmesini mümkün kılacaktır. Böylece, insanoğlu yabancılaşmayı yani kendi yoksullaşmasını aşarak, varlığını bütün genişliği ve derinliği ile yeniden ortaya koyacaktır; bütün maddî ve manevî güçlerine ve bu güçlerin ürünlerine yeniden sahip olacaktır. Ferdin, özellikle sınıflı toplumlarda görülen kısıtlı, kusurlu, eksik ve sakat hayatının yerini; tam gelişmiş, toplum hayatına egemen ve özgür insan hayatı alacaktır. Marksist düşüncede bu duruma «bütünsel insana» varmak denir. Marx, gençlik eserlerinde, tarihî gelişmenin amacını, «bütünsel insana» ulaşma olarak görüyordu. Yabancılaşma kavramı, marksist düşüncenin bir hümanizma olmasını sağlayan kavramdır. Bu kavram, köklerini ekonominin ve tarihin tesbitinden alarak ahlâkî bir görüşe yönelir; insan hayatının mükemmel ve mutlu bir hale gelişinin şartlarını ve bu şartlara ulaşmak için yapılması gereken eylemi açıklar.
Ekonomik ürünlerin yabancılaşması gibi, din ve felsefe alanında da, insanın gerçek varlığının soyut fikirler halinde yabancılaşmaya uğradığını görüyoruz. Din, insana has olan yaratıcılığın tanrıda görülmesi, ona atfedilmesidir. Aslında yaratıcı varlık insanoğlu olduğu halde, tanrının insanoğlunu yarattığı düşünülmektedir;böylece, insana ait özellikler, onun dışında bulunan bağımsız bir varlıkta mevcut gibi görünmektedir; bu varlık, ezelî ve ebedî, her şeye gücü yeten ve evrenin dışında bulunan bir yaratıcı olarak düşünülmektedir. Tıpkı bunun gibi, filozoflar da, insana ve faaliyetine has olan özellikleri ele alarak, soyutlamakta, genelleştirmekte ve bağımsız varlıklar haline sokmakta; bütün evreni ve insanoğlunun hayatını bu varlıkla açıklamaktadırlar.Meselâ filozoflar, insanın bilincini ve taşıdığı özellikleri soyutlayarak tanrısal bir bilinç ya da düşünce kavramına varırlar. Oysa, bilinç insanın bilincidir; onun bir özelliğidir. Bu özellik,insanın dışında ve bağımsız bir varlık gibi düşünülemez.Ama filozoflar bilinci soyutlayıp bağımsız bir varlık gibi düşünerek onu bütün varlığın ve insanın yaratıcısı, kaynağı haline getirirler. İdealist felsefelerin, bütün varlığın temelinde gördükleri ve bilinç,düşünce ya da ruh dedikleri şey, işte bu şekilde soyutlanmış hayalî bir kavramdır,yani bir yabancılaşmadır. Marx,kendisine kadarki felsefeleri bu açıdan eleştirerek ve reddederek kendi düşüncesini ve metodunu ortaya koyar. Bu metot maddeci diyalektik metottur.
Demek ki, Marx, eski felsefelerin yerine klasik anlamda bir «yeni felsefe» koymuş değildir; yukarda açıkladığımız temel ilkelere dayanan bir eleştirme ve araştırma metodu koymuştur.
Yabancılaşmanın dayanılmayacak hale gelmesi, yabancılaşmanın tanınıp bilinmesini, bilincine ulaşılmasını da birlikte getirir. Meselâ marksist düşünce ve metot, bu bilinçi apaçık bir şekilde ortaya koyduğu gibi yabancılaşmanın kaldırılması için gerekli olan maddî (devrimci) mücadelenin yollarını da ortaya koymaktadır. Ekonomi alanında, ürünleri ve onlara hâkim olan kanunları bilip tanıyarak insan iradesi altında planlı bir şekilde yönetmek imkânı yabancılaşmadan sıyrılmanın gerçekleşmesini mümkün kılacaktır. Böylece, insanoğlu yabancılaşmayı yani kendi yoksullaşmasını aşarak, varlığını bütün genişliği ve derinliği ile yeniden ortaya koyacaktır; bütün maddî ve manevî güçlerine ve bu güçlerin ürünlerine yeniden sahip olacaktır. Ferdin, özellikle sınıflı toplumlarda görülen kısıtlı, kusurlu, eksik ve sakat hayatının yerini; tam gelişmiş, toplum hayatına egemen ve özgür insan hayatı alacaktır. Marksist düşüncede bu duruma «bütünsel insana» varmak denir. Marx, gençlik eserlerinde, tarihî gelişmenin amacını, «bütünsel insana» ulaşma olarak görüyordu. Yabancılaşma kavramı, marksist düşüncenin bir hümanizma olmasını sağlayan kavramdır. Bu kavram, köklerini ekonominin ve tarihin tesbitinden alarak ahlâkî bir görüşe yönelir; insan hayatının mükemmel ve mutlu bir hale gelişinin şartlarını ve bu şartlara ulaşmak için yapılması gereken eylemi açıklar.
Ekonomik ürünlerin yabancılaşması gibi, din ve felsefe alanında da, insanın gerçek varlığının soyut fikirler halinde yabancılaşmaya uğradığını görüyoruz. Din, insana has olan yaratıcılığın tanrıda görülmesi, ona atfedilmesidir. Aslında yaratıcı varlık insanoğlu olduğu halde, tanrının insanoğlunu yarattığı düşünülmektedir;böylece, insana ait özellikler, onun dışında bulunan bağımsız bir varlıkta mevcut gibi görünmektedir; bu varlık, ezelî ve ebedî, her şeye gücü yeten ve evrenin dışında bulunan bir yaratıcı olarak düşünülmektedir. Tıpkı bunun gibi, filozoflar da, insana ve faaliyetine has olan özellikleri ele alarak, soyutlamakta, genelleştirmekte ve bağımsız varlıklar haline sokmakta; bütün evreni ve insanoğlunun hayatını bu varlıkla açıklamaktadırlar.Meselâ filozoflar, insanın bilincini ve taşıdığı özellikleri soyutlayarak tanrısal bir bilinç ya da düşünce kavramına varırlar. Oysa, bilinç insanın bilincidir; onun bir özelliğidir. Bu özellik,insanın dışında ve bağımsız bir varlık gibi düşünülemez.Ama filozoflar bilinci soyutlayıp bağımsız bir varlık gibi düşünerek onu bütün varlığın ve insanın yaratıcısı, kaynağı haline getirirler. İdealist felsefelerin, bütün varlığın temelinde gördükleri ve bilinç,düşünce ya da ruh dedikleri şey, işte bu şekilde soyutlanmış hayalî bir kavramdır,yani bir yabancılaşmadır. Marx,kendisine kadarki felsefeleri bu açıdan eleştirerek ve reddederek kendi düşüncesini ve metodunu ortaya koyar. Bu metot maddeci diyalektik metottur.
Demek ki, Marx, eski felsefelerin yerine klasik anlamda bir «yeni felsefe» koymuş değildir; yukarda açıkladığımız temel ilkelere dayanan bir eleştirme ve araştırma metodu koymuştur.