Soru 99 : Sınıf mücadelesinin ve «fert» olmanın felsefe bakımından taşıdığı önem nedir?
|
Tam anlamıyla fert haline gelmeyiş ise, «felsefî» düşüncenin ortaya çıkamayışını açıklar. Çünkü, bu tür bir toplumda yaşayan insan, kendini, toplum gerçeklerinden ve ideolojik fikir dünyasından yeterince ayıramamakta; hür ve eleştirici bir düşünceye ulaşamamaktadır; böyle bir ihtiyacı duyamamaktadır. Bu ferdin fikrî bakımdan gösterdiği tutum,tıpkı, kendini içinde yaşadığı toplumdan ayıramayan ilkel insana; ya da aile çevresinden ayıramayan çocuğa benzemektedir.
Burada, toplumun henüz tam ve kesin anlamıyla sınıflaşmamış ve sınıf bilincine varılmamış olmasından ötürü ortaya çıkan ve Batıda görülenden bir hayli farklı olan bir ideolojik yabancılaşma söz konusudur. İdeoloji, yani din, gelenek ve alışılagelmiş yaygın düşünce tarzları, felsefenin ve felsefe ihtiyacının yerini tutmaktadır. Üstelik bu ideoloji, her yerde görüldüğü gibi, hâkim sınıfların yararına çalışan bir dünya görüşüdür. Herhangi bir sınıf, bir başka sınıfın hâkimiyetini ortadan kaldırmak istediği zaman onun ekonomik gücünün temellerine saldırdığı kadar, ideolojik dünyasına da saldırmak zorundadır. Meselâ, Rönesans diye adlandırılan ve fikir bakımından kendine has özellikler taşıyan olay, aslında, batı tarihinde sadece belli bir zamanda zorunlu olarak ortaya çıkmış olan bir olaydır. Rönesans, feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin fikir alanındaki mücadelesinin ürünüdür; bu mücadelenin görüntüsüdür. Descartes'ın bir yandan din? düşünceye taviz vermesi bir yandan da fizik bilimlerinin gelişmesine yol açan bir tabiat görüşü ileri sürmesi ve bu ikici görüşten kurtulamayışı da tesadüf değildir (aynı ikiliği yani iman ile akıl arasındaki ikiliği. Yeniçağların en büyük filozoflarından biri olan Kant'da da görmüştük). Desçartes, burjuvazinin fikrî mücadelesini dahiyane bir şekilde yürüten bir «fert» olarak (yani hem sınıf mücadelelerinin etkisinde bulunan hem de bu sınıf mücadelesi dolayısiyle kendini toplum dan ayrı bir «fert» ama burjuvaziye bağlı bir fert olarak) duyan bir kimse olması bakımından, dine taviz verirken burjuvazinin hem kendini hem de sömürdüğü sınıfları aldatmasına yarayan ideolojik bir görüşü savunuyor; hem de mekanik ve bilimsel bir tabiat felsefesi ileri sürerek, burjuvazinin tabiatı boyunduruk altına almak ve insanı sömürmek için muhtaç olduğu bilimlerin gelişmesine yol açıyordu. Bu çeşit sınıf mücadelelerinin Anadolu türk toplumunda ortaya çıkmamış olması, ideolojilerin ve dünyagörüşlerinin kökten eleştirilerek «felsefe» yapılmasını da gereksiz kılmış ve Batı'da gördüğümüz anlamda felsefe bu toplum içinde ortaya çıkmamıştır. Bu açıklama, dokuzuncu ve on dördüncü yüzyıllar arasında, kendine has bir islâm düşüncesinin ve felsefesinin ortaya çıkışı olayı ile çelişmeye düşüyor gibi görünebilir. Oysa burada bir çelişme söz konusu değildir.
İslâmiyet ve getirdiği toplum düzeni", içinden çıkmış olduğu şartlara oranla bir devrim niteliği taşımaktadır. Yani islâmî toplum İle İslâmiyet'in ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı yüzyıllardaki toplum düzenleri arasında niteliksel bir değişme söz konusudur (tıpkı, burjuvazinin, feodalite karşısında ve onunla mücadele ederek niteliksel ve devrimci bir değişiklik getirmesi gibi). Bundan ötürü, islâm düşüncesi, başlangıçta, hür ve felsefî bir arayış olarak belirmiştir. Ama islâmî toplum yani Doğunun geleneksel etkilerini de taşıyan Yakın - Doğu imparatorlukları diye adlandırabileceğimiz siyasî organizasyonlar kurulup yerleşince, eleştirici ve araştırıcı düşünceye ihtiyaç kalmamış; din ve ideoloji, felsefenin yerini almış; felsefî düşünce sona ermiştir. Çünkü bu tür toplum, mahiyeti icabı, yeni sınıfların ortaya çıkışını önlediği için, ortadan kalkan ya da ilahiyat ve ideoloji şekline bürünerek kalıplaşmış olan felsefî düşüncenin canlanması ve yeniden doğması (Rönesans) imkânsız hale gelmiştir. Anadolu türk toplumu da Yakın - Doğu islâmî toplumları kategorisi içinde yer alır ve belki de bu kategorinin en kusursuz örneğidir. Bundan ötürü, Anadolu türk toplumunda, batı anlamında bir «felsefe»den söz edemeyiz.
Burada, toplumun henüz tam ve kesin anlamıyla sınıflaşmamış ve sınıf bilincine varılmamış olmasından ötürü ortaya çıkan ve Batıda görülenden bir hayli farklı olan bir ideolojik yabancılaşma söz konusudur. İdeoloji, yani din, gelenek ve alışılagelmiş yaygın düşünce tarzları, felsefenin ve felsefe ihtiyacının yerini tutmaktadır. Üstelik bu ideoloji, her yerde görüldüğü gibi, hâkim sınıfların yararına çalışan bir dünya görüşüdür. Herhangi bir sınıf, bir başka sınıfın hâkimiyetini ortadan kaldırmak istediği zaman onun ekonomik gücünün temellerine saldırdığı kadar, ideolojik dünyasına da saldırmak zorundadır. Meselâ, Rönesans diye adlandırılan ve fikir bakımından kendine has özellikler taşıyan olay, aslında, batı tarihinde sadece belli bir zamanda zorunlu olarak ortaya çıkmış olan bir olaydır. Rönesans, feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin fikir alanındaki mücadelesinin ürünüdür; bu mücadelenin görüntüsüdür. Descartes'ın bir yandan din? düşünceye taviz vermesi bir yandan da fizik bilimlerinin gelişmesine yol açan bir tabiat görüşü ileri sürmesi ve bu ikici görüşten kurtulamayışı da tesadüf değildir (aynı ikiliği yani iman ile akıl arasındaki ikiliği. Yeniçağların en büyük filozoflarından biri olan Kant'da da görmüştük). Desçartes, burjuvazinin fikrî mücadelesini dahiyane bir şekilde yürüten bir «fert» olarak (yani hem sınıf mücadelelerinin etkisinde bulunan hem de bu sınıf mücadelesi dolayısiyle kendini toplum dan ayrı bir «fert» ama burjuvaziye bağlı bir fert olarak) duyan bir kimse olması bakımından, dine taviz verirken burjuvazinin hem kendini hem de sömürdüğü sınıfları aldatmasına yarayan ideolojik bir görüşü savunuyor; hem de mekanik ve bilimsel bir tabiat felsefesi ileri sürerek, burjuvazinin tabiatı boyunduruk altına almak ve insanı sömürmek için muhtaç olduğu bilimlerin gelişmesine yol açıyordu. Bu çeşit sınıf mücadelelerinin Anadolu türk toplumunda ortaya çıkmamış olması, ideolojilerin ve dünyagörüşlerinin kökten eleştirilerek «felsefe» yapılmasını da gereksiz kılmış ve Batı'da gördüğümüz anlamda felsefe bu toplum içinde ortaya çıkmamıştır. Bu açıklama, dokuzuncu ve on dördüncü yüzyıllar arasında, kendine has bir islâm düşüncesinin ve felsefesinin ortaya çıkışı olayı ile çelişmeye düşüyor gibi görünebilir. Oysa burada bir çelişme söz konusu değildir.
İslâmiyet ve getirdiği toplum düzeni", içinden çıkmış olduğu şartlara oranla bir devrim niteliği taşımaktadır. Yani islâmî toplum İle İslâmiyet'in ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı yüzyıllardaki toplum düzenleri arasında niteliksel bir değişme söz konusudur (tıpkı, burjuvazinin, feodalite karşısında ve onunla mücadele ederek niteliksel ve devrimci bir değişiklik getirmesi gibi). Bundan ötürü, islâm düşüncesi, başlangıçta, hür ve felsefî bir arayış olarak belirmiştir. Ama islâmî toplum yani Doğunun geleneksel etkilerini de taşıyan Yakın - Doğu imparatorlukları diye adlandırabileceğimiz siyasî organizasyonlar kurulup yerleşince, eleştirici ve araştırıcı düşünceye ihtiyaç kalmamış; din ve ideoloji, felsefenin yerini almış; felsefî düşünce sona ermiştir. Çünkü bu tür toplum, mahiyeti icabı, yeni sınıfların ortaya çıkışını önlediği için, ortadan kalkan ya da ilahiyat ve ideoloji şekline bürünerek kalıplaşmış olan felsefî düşüncenin canlanması ve yeniden doğması (Rönesans) imkânsız hale gelmiştir. Anadolu türk toplumu da Yakın - Doğu islâmî toplumları kategorisi içinde yer alır ve belki de bu kategorinin en kusursuz örneğidir. Bundan ötürü, Anadolu türk toplumunda, batı anlamında bir «felsefe»den söz edemeyiz.