Soru 100 : Batıcılık akımı içinde ortaya çıkan felsefî görüşler ne gibi özellikler taşır?
|
Anadolu türk toplumunun, yapısı gereği, felsefî düşünceden çok, geleneksel dinî görüşlere ve ideolojiye yer veren bir toplum olduğunu açıklamaya çalıştık. Ne var ki, bizde, aşağı yukarı iki yüz yıldan beri sürdürülmekte olan ve «ıslâhat», «batılılaşma» ya da «muasırlaşma» diye adlandırılan bir hareket vardır ve bu harekete paralel olarak bazı düşünürler ortaya çıkmış, ve bazı felsefî görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşler ile gerçek felsefî düşünce arasında ne gibi bir ilinti vardır? Soruyu başka şekilde dile getirirsek şöyle diyebiliriz: Bizde, son yüzyıllarda yetişmiş «filozoflar»dan söz edilebilir mi?
Batılılaşma hareketinin, Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp kendilerine pay çıkarmak isteyen kapitalist Avrupa devletleri ile içerdeki yönetici ve sömürücü kadroların hâkimiyetlerini sürdürmek amacıyla giriştikleri bir hareket olduğu, son bilimsel araştırmalarla gösterilmiştir ve ancak son yıllarda açıkça söylenebilmektedir. Batılılaşma, bizde, hâkim durumlarını yeni şartlara (yeni ekonomik ve tarihî şartlara) uydurmak ve sağlamlaştırmak isteyen hâkim zümrelerin ideolojik silâhıdır.
Batılılaşma, gerçek ıslâhat hareketlerine girişmeden ıslâhat yapmak; devrimci hareketin gereklerini yerine getirmeden «devrim» yapmaktır. Yani olmayan bir şeyi oluyor gibi gösteren, örten, başka şekilde ortaya koyan ideolojik ve aldatıcı bir görüştür (Türkiye'nin, batılılaşma ile kalkınacağına gerçekten inanan ve samimî bir şekilde çalışan kimselerin mevcut olması bu hakikati değiştirmez). Herhangi bir ülkenin kalkınması, insanların sadece iyi niyetleriyle ve istekleriyle gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Kapitalizm çağında bir ülkenin kalkınması, ancak kapitalist bir ülke haline gelmekle ya da sosyalist bir düzene geçmekle mümkündür. Yani, toplumun altyapısının (ekonomik şartlarının) yepyeni bir şekle sokulması ve nitelik değişmelerinin gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Ama hâkim bir sınıf, kendi hâkimiyetini kesin olarak ortadan kaldıracak altyapı değişikliklerini hiç bir zaman yapamaz. Hâkim sınıf ancak şu ya da bu ölçüde etkili olan bazı «ıslâhat» hareketleri yapabilir. Bu ıslâhat hareketlerinin amacı, hâkim sınıfın kendi iktidarını pekiştirerek yeni şartlara uydurması ve uzun ömürlü hale getirmesidir. Böyle bir ıslahat hareketi içinde, hâkim sınıfın ya da zümrelerin kendilerine bir yardakçı yaratarak yani yeni bir sınıf türeterek iktidarı bölüştükleri ve böylece kendi hâkimiyetlerini kısıtlanmış bir şekilde de olsa emniyet altına aldıkları görülmüştür. (Rusya'da feodallerin burjuvaziyi yaratarak iş birliği yapması; ya da Japonya'da babaerkil aile yapısının burjuvaziyi doğurması gibi).
Ne var ki, yeni bir sınıfın yaratılması, toplumun iç istidatlarına uygun düştüğü gibi, tarihî şartlara da uygun düşmelidir. Yani, altyapı değişikliklerine yol açacak olan ve bir toplumun hem maddî (ekonomik) hem de fikrî (bilimsel, felsefî, artistik, v.b.,) hayatını bir başka niteliğe ulaştıracak olan değişiklikler, toplumun özü bakımından bu değişikliğe yatkın olmasını gerektirir. Ayrıca, kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği ve kendisine ortak yaratmaktan kesinlikle kaçındığı bir çağda, zaman bakımından geç kalmamış olmak gereklidir. Bu çeşit köklü bir değişiklik, ancak, kapitalizmin iyice güçlenmediği bir zamanda gerçekleşebilirdi. Niteliksel değişikliği gerçekleştirmek isteyen ülkenin, kapitalist dünyanın tam karşısında yer alan bir üıke olmaması (bu ülke, ya kapitalist ülkelerin arasında ve yanı başında ya da çok uzağında olmalıdır) da gereklidir. Bu şart mevcut değilse, kapitalist etki, bir toplumun hâkim sınıflarında ortaya çıkacak bir gelişmeyi, meselâ yeni bir sınıfın yaratılmasını bile önler.Oysa, Anadolu türk toplumu iç yapısı (özü) bakımından, bu çeşit bir niteliksel değişikliğe geçebilme yatkınlığına pek sahip değildi.
Anadolu türk toplumunun sınıf yapısı millî bir burjuvazinin ortaya çıkmasını sağlayacak durumda değildi. Merkezî iktidarın yani devletin inanılmaz derecede güçlü oluşu, herhangi bir sınıfın bağımsız olarak kendini ortaya koymasını; yeni bir insan tipinin gerçekleşmesini imkânsız kılıyordu. Özel mülkiyetin ve birikimin, bir burjuva sınıfının dayanacağı temeli teşkil edecek kadar gelişmemiş olması bu imkânsızlığın ekonomik yanlarından biridir. Engels şöyle diyor; «Gerçekten de, tıpkı bütün öteki doğu egemenlikleri gibi, türk egemenliği de, kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık - değeri zorba - valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını yani tüccarın ve malının (mülkiyetinin. S. H.) emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.» (Das Ausvvartige Politik des russichen Zarentum» adlı makaleden, Neue Zeit, 1890 Bk. K. Marx, «Türkiye üzerine,» S. Hilâv -A. Tokatlı, s. 9. Gerçek Yayınevi.) Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, bir burjuva sınıfı yaratarak kapitalizme geçme konusunda, zaman bakımından da geç kalmıştı. Çünkü kesin ıslâhat hareketlerinin yapılmaya başlandığı zaman (on dokuzuncu yüzyıl), kapitalizm, kendisine ortak kabul etmeyecek ölçüde kuvvetlenmişti. Türkiye'de ancak kapitalistlerle işbirliği yapabilecek dermeçatma bir ticaret burjuvazisinin yaşamasına imkân verilebilirdi (nitekim bugün de türk burjuvazisi aynı karakteri gösterir). Ayrıca, Osmanlı imparatorluğu, kapitalist ülkelerin arasında ya da uzağında bulunmuyordu; kapitalist dünyanın tam karşısındaydı ve çeşitli menfaat mücadelelerinin konusu oluyordu. Bu gerçekler, bizdeki ıslâhat hareketlerinin ve yeni bir toplum yapısına geçme çabalarının temelini belirlemiştir. Yani bizdeki batılılaşma hareketi, iç dinamikten ve sınıf mücadelesinden yani aşağıdan gelmediği gibi, hâkim zümrelerin kendi iktidarlarını uzatmak için giriştikleri ama herhangi bir yapı değişmesini de gerçekleştiremeyen yalınkat bir hareket olarak kalmıştır.
Hareketin ekonomik, toplumsal ve siyasî alandaki bu yalınkatlığı, fikir hareketlerinde ve felsefede de aynen görülür. Batılılaşma, ekonomik ve toplumsal açıdan etkinlik taşıyan bir hareket değildir; ne toplumun temellerine ne de halkın hayatına işlemiştir. «Tehlikeyi savuşturma», «vaziyeti idare etme», «taklitçilik» ve «ithalâtçılık zihniyeti» şeklinde kalmıştır. Hiç bir gerçek felsefî ihtiyaca karşılık olmayan ve sadece «taklitçilikle»; Batıdaki şu ya da bu fikri Türkiye'de tanıtmakla yetinmek yani fikir ithalâtçılığı yapmak da, bizim kültür hayatımızın temel özelliklerinden biridir. Batılılaşma hareketi içinde herhangi gerçek bir felsefî davranıştan ve bir «filozof»tan söz edilemez. Ancak, Osmanlı toplumunun eski ideolojik yapısının yerine konmak üzere, Batıdan aktarılmış olan ve günün ihtiyaçlarına cevap veren yalınkat düşünceler ileri süren «ideolog»lardan ya da mesnetsiz bazı fantazilerden söz edilebilir. Ne var ki, bu durumu ve düşünürleri fazla kınamamak gerekir.
Islâhat çağının aydını, iki dünya arasında kalmış; eski dünyasını kaybetmiş ama yeni dünyasına henüz ulaşmamış bir aydın tipidir. Kendi durumunu açıkça göremez; kendi bilincine ulaşmasını sağlayacak şartlar ve birikim henüz ortaya çıkmamıştır. Taklitle ve «kendini şu ya da bu sanma» ile tatmin olur; düşüncesini derinleştirmeye, köklü eleştirilere yönelmeye, kendini aşmaya ihtiyaç duymaz. Henüz iyimserliğini kaybetmemiş; içinde bulunduğu çıkmazı fark etmemiştir. Batıdan Le Play'nin «toplumsal bilimler» metodunu ya da Durkheîm'in «sosyolojisi»ni getirmekle, her derde deva bulacağını sanır. Islâhat devri aydını, hem iyimser hem de felsefî bakımdan «idealist»tir. Yani fikir, bilgi ve eğitim yoluyla toplum hayatını düzene kavuşturacağına inanır; meselenin her şeyden önce «bir kültür ve ahlâk meselesi» olduğunu söyler. Kültür ve ahlâkın bir «neden» değil bir «sonuç» olduğunu göremez. Bundan ötürü emir vererek tepeden «devrim» yapılabileceğini sanır; halkın bu «devrimleri» benimsemeyişini anlayamaz ve hayretle karşılar. Kısacası, bu aydın tipi henüz kendi yalınkat düşüncelerinin ötesine geçememiş, kendisini, içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun öteki toplumlarla olan ilintisini nesnel bir şekilde kavrayamamıştır. Yani «kendinin - bilincine>> ulaşmamıştır. Böyle bir durum ve davranış, felsefî düşüncenin ortaya çıkıp boy atmasına engeldir. Bu arada, ıslâhat hareketlerine önayak olan siyasî iktidarın da, geçmişten kalan davranışı sürdürerek fikir hayatını emirlerle ve yasaklarla yönetmekte olduğunu unutmamak gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu çağında ideolojilerin gördüğü iş, cumhuriyet devrinde, yönetici kadroların resmî kararları ve yasaklamaları ile sürdürülmüştür. Bazı konulardan söz açanlar, hukuk yoluyla ya da dolaylı olarak cezalandırılmışlardır; bazı bilimsel ve felsefî görüşler ağza alınamaz olmuştur. Bu nesnel durum da hür düşüncenin bilimin ve felsefenin ortaya çıkışını imkânsız kılan bir durumdur. Islâhat hareketlerinin yarattığı sürekli hayal kırıklığı, Türk fikir hayatının bugün eleştirici ve «olumsuzlayıcı» bir döneme girmesine yol açmış bulunmaktadır. Bu hayal kırıklığı birikimi, düşünür ve bilgin'in eskiden olduğu gibi sığ bir iyimserlikle ve taklitçilikle yetinmesini imkânsız kılmaktadır. Böylece, eleştirmeye dayanarak kendini ve içindeki şartları tanımaya çalışan, «kendinin - bilincine» yönelmiş olan bir düşüncenin yavaş yavaş ortaya çıktığı söylenebilir, özellikle marksist metot açısından, Anadolu türk toplumunun tarihi ve toplumsal şartları üzerinde yapılan araştırmalar, bugün, yepyeni gerçekleri ortaya çıkarmaktadır. Kalıplardan sıyrılmış eleştirici bir düşüncenin ortaya çıkışı, şüphesiz ki «felsefesizlik»e son verecek; hür düşünceye, derinleşmeye ve bilince götürecektir. Eski iyimserliğin yerine geçen bu eleştirme ve olumsuzlarına aşaması, olumlu ve yüksek düzeye ulaşarak yeni ürünler verecek, kendine has özellikleri içinde taşıyan bir sentez olarak mutlaka ortaya çıkacaktır.
Batılılaşma hareketinin, Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp kendilerine pay çıkarmak isteyen kapitalist Avrupa devletleri ile içerdeki yönetici ve sömürücü kadroların hâkimiyetlerini sürdürmek amacıyla giriştikleri bir hareket olduğu, son bilimsel araştırmalarla gösterilmiştir ve ancak son yıllarda açıkça söylenebilmektedir. Batılılaşma, bizde, hâkim durumlarını yeni şartlara (yeni ekonomik ve tarihî şartlara) uydurmak ve sağlamlaştırmak isteyen hâkim zümrelerin ideolojik silâhıdır.
Batılılaşma, gerçek ıslâhat hareketlerine girişmeden ıslâhat yapmak; devrimci hareketin gereklerini yerine getirmeden «devrim» yapmaktır. Yani olmayan bir şeyi oluyor gibi gösteren, örten, başka şekilde ortaya koyan ideolojik ve aldatıcı bir görüştür (Türkiye'nin, batılılaşma ile kalkınacağına gerçekten inanan ve samimî bir şekilde çalışan kimselerin mevcut olması bu hakikati değiştirmez). Herhangi bir ülkenin kalkınması, insanların sadece iyi niyetleriyle ve istekleriyle gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Kapitalizm çağında bir ülkenin kalkınması, ancak kapitalist bir ülke haline gelmekle ya da sosyalist bir düzene geçmekle mümkündür. Yani, toplumun altyapısının (ekonomik şartlarının) yepyeni bir şekle sokulması ve nitelik değişmelerinin gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Ama hâkim bir sınıf, kendi hâkimiyetini kesin olarak ortadan kaldıracak altyapı değişikliklerini hiç bir zaman yapamaz. Hâkim sınıf ancak şu ya da bu ölçüde etkili olan bazı «ıslâhat» hareketleri yapabilir. Bu ıslâhat hareketlerinin amacı, hâkim sınıfın kendi iktidarını pekiştirerek yeni şartlara uydurması ve uzun ömürlü hale getirmesidir. Böyle bir ıslahat hareketi içinde, hâkim sınıfın ya da zümrelerin kendilerine bir yardakçı yaratarak yani yeni bir sınıf türeterek iktidarı bölüştükleri ve böylece kendi hâkimiyetlerini kısıtlanmış bir şekilde de olsa emniyet altına aldıkları görülmüştür. (Rusya'da feodallerin burjuvaziyi yaratarak iş birliği yapması; ya da Japonya'da babaerkil aile yapısının burjuvaziyi doğurması gibi).
Ne var ki, yeni bir sınıfın yaratılması, toplumun iç istidatlarına uygun düştüğü gibi, tarihî şartlara da uygun düşmelidir. Yani, altyapı değişikliklerine yol açacak olan ve bir toplumun hem maddî (ekonomik) hem de fikrî (bilimsel, felsefî, artistik, v.b.,) hayatını bir başka niteliğe ulaştıracak olan değişiklikler, toplumun özü bakımından bu değişikliğe yatkın olmasını gerektirir. Ayrıca, kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği ve kendisine ortak yaratmaktan kesinlikle kaçındığı bir çağda, zaman bakımından geç kalmamış olmak gereklidir. Bu çeşit köklü bir değişiklik, ancak, kapitalizmin iyice güçlenmediği bir zamanda gerçekleşebilirdi. Niteliksel değişikliği gerçekleştirmek isteyen ülkenin, kapitalist dünyanın tam karşısında yer alan bir üıke olmaması (bu ülke, ya kapitalist ülkelerin arasında ve yanı başında ya da çok uzağında olmalıdır) da gereklidir. Bu şart mevcut değilse, kapitalist etki, bir toplumun hâkim sınıflarında ortaya çıkacak bir gelişmeyi, meselâ yeni bir sınıfın yaratılmasını bile önler.Oysa, Anadolu türk toplumu iç yapısı (özü) bakımından, bu çeşit bir niteliksel değişikliğe geçebilme yatkınlığına pek sahip değildi.
Anadolu türk toplumunun sınıf yapısı millî bir burjuvazinin ortaya çıkmasını sağlayacak durumda değildi. Merkezî iktidarın yani devletin inanılmaz derecede güçlü oluşu, herhangi bir sınıfın bağımsız olarak kendini ortaya koymasını; yeni bir insan tipinin gerçekleşmesini imkânsız kılıyordu. Özel mülkiyetin ve birikimin, bir burjuva sınıfının dayanacağı temeli teşkil edecek kadar gelişmemiş olması bu imkânsızlığın ekonomik yanlarından biridir. Engels şöyle diyor; «Gerçekten de, tıpkı bütün öteki doğu egemenlikleri gibi, türk egemenliği de, kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık - değeri zorba - valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını yani tüccarın ve malının (mülkiyetinin. S. H.) emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.» (Das Ausvvartige Politik des russichen Zarentum» adlı makaleden, Neue Zeit, 1890 Bk. K. Marx, «Türkiye üzerine,» S. Hilâv -A. Tokatlı, s. 9. Gerçek Yayınevi.) Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, bir burjuva sınıfı yaratarak kapitalizme geçme konusunda, zaman bakımından da geç kalmıştı. Çünkü kesin ıslâhat hareketlerinin yapılmaya başlandığı zaman (on dokuzuncu yüzyıl), kapitalizm, kendisine ortak kabul etmeyecek ölçüde kuvvetlenmişti. Türkiye'de ancak kapitalistlerle işbirliği yapabilecek dermeçatma bir ticaret burjuvazisinin yaşamasına imkân verilebilirdi (nitekim bugün de türk burjuvazisi aynı karakteri gösterir). Ayrıca, Osmanlı imparatorluğu, kapitalist ülkelerin arasında ya da uzağında bulunmuyordu; kapitalist dünyanın tam karşısındaydı ve çeşitli menfaat mücadelelerinin konusu oluyordu. Bu gerçekler, bizdeki ıslâhat hareketlerinin ve yeni bir toplum yapısına geçme çabalarının temelini belirlemiştir. Yani bizdeki batılılaşma hareketi, iç dinamikten ve sınıf mücadelesinden yani aşağıdan gelmediği gibi, hâkim zümrelerin kendi iktidarlarını uzatmak için giriştikleri ama herhangi bir yapı değişmesini de gerçekleştiremeyen yalınkat bir hareket olarak kalmıştır.
Hareketin ekonomik, toplumsal ve siyasî alandaki bu yalınkatlığı, fikir hareketlerinde ve felsefede de aynen görülür. Batılılaşma, ekonomik ve toplumsal açıdan etkinlik taşıyan bir hareket değildir; ne toplumun temellerine ne de halkın hayatına işlemiştir. «Tehlikeyi savuşturma», «vaziyeti idare etme», «taklitçilik» ve «ithalâtçılık zihniyeti» şeklinde kalmıştır. Hiç bir gerçek felsefî ihtiyaca karşılık olmayan ve sadece «taklitçilikle»; Batıdaki şu ya da bu fikri Türkiye'de tanıtmakla yetinmek yani fikir ithalâtçılığı yapmak da, bizim kültür hayatımızın temel özelliklerinden biridir. Batılılaşma hareketi içinde herhangi gerçek bir felsefî davranıştan ve bir «filozof»tan söz edilemez. Ancak, Osmanlı toplumunun eski ideolojik yapısının yerine konmak üzere, Batıdan aktarılmış olan ve günün ihtiyaçlarına cevap veren yalınkat düşünceler ileri süren «ideolog»lardan ya da mesnetsiz bazı fantazilerden söz edilebilir. Ne var ki, bu durumu ve düşünürleri fazla kınamamak gerekir.
Islâhat çağının aydını, iki dünya arasında kalmış; eski dünyasını kaybetmiş ama yeni dünyasına henüz ulaşmamış bir aydın tipidir. Kendi durumunu açıkça göremez; kendi bilincine ulaşmasını sağlayacak şartlar ve birikim henüz ortaya çıkmamıştır. Taklitle ve «kendini şu ya da bu sanma» ile tatmin olur; düşüncesini derinleştirmeye, köklü eleştirilere yönelmeye, kendini aşmaya ihtiyaç duymaz. Henüz iyimserliğini kaybetmemiş; içinde bulunduğu çıkmazı fark etmemiştir. Batıdan Le Play'nin «toplumsal bilimler» metodunu ya da Durkheîm'in «sosyolojisi»ni getirmekle, her derde deva bulacağını sanır. Islâhat devri aydını, hem iyimser hem de felsefî bakımdan «idealist»tir. Yani fikir, bilgi ve eğitim yoluyla toplum hayatını düzene kavuşturacağına inanır; meselenin her şeyden önce «bir kültür ve ahlâk meselesi» olduğunu söyler. Kültür ve ahlâkın bir «neden» değil bir «sonuç» olduğunu göremez. Bundan ötürü emir vererek tepeden «devrim» yapılabileceğini sanır; halkın bu «devrimleri» benimsemeyişini anlayamaz ve hayretle karşılar. Kısacası, bu aydın tipi henüz kendi yalınkat düşüncelerinin ötesine geçememiş, kendisini, içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun öteki toplumlarla olan ilintisini nesnel bir şekilde kavrayamamıştır. Yani «kendinin - bilincine>> ulaşmamıştır. Böyle bir durum ve davranış, felsefî düşüncenin ortaya çıkıp boy atmasına engeldir. Bu arada, ıslâhat hareketlerine önayak olan siyasî iktidarın da, geçmişten kalan davranışı sürdürerek fikir hayatını emirlerle ve yasaklarla yönetmekte olduğunu unutmamak gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu çağında ideolojilerin gördüğü iş, cumhuriyet devrinde, yönetici kadroların resmî kararları ve yasaklamaları ile sürdürülmüştür. Bazı konulardan söz açanlar, hukuk yoluyla ya da dolaylı olarak cezalandırılmışlardır; bazı bilimsel ve felsefî görüşler ağza alınamaz olmuştur. Bu nesnel durum da hür düşüncenin bilimin ve felsefenin ortaya çıkışını imkânsız kılan bir durumdur. Islâhat hareketlerinin yarattığı sürekli hayal kırıklığı, Türk fikir hayatının bugün eleştirici ve «olumsuzlayıcı» bir döneme girmesine yol açmış bulunmaktadır. Bu hayal kırıklığı birikimi, düşünür ve bilgin'in eskiden olduğu gibi sığ bir iyimserlikle ve taklitçilikle yetinmesini imkânsız kılmaktadır. Böylece, eleştirmeye dayanarak kendini ve içindeki şartları tanımaya çalışan, «kendinin - bilincine» yönelmiş olan bir düşüncenin yavaş yavaş ortaya çıktığı söylenebilir, özellikle marksist metot açısından, Anadolu türk toplumunun tarihi ve toplumsal şartları üzerinde yapılan araştırmalar, bugün, yepyeni gerçekleri ortaya çıkarmaktadır. Kalıplardan sıyrılmış eleştirici bir düşüncenin ortaya çıkışı, şüphesiz ki «felsefesizlik»e son verecek; hür düşünceye, derinleşmeye ve bilince götürecektir. Eski iyimserliğin yerine geçen bu eleştirme ve olumsuzlarına aşaması, olumlu ve yüksek düzeye ulaşarak yeni ürünler verecek, kendine has özellikleri içinde taşıyan bir sentez olarak mutlaka ortaya çıkacaktır.