Felsefenin Psikanaliz Üzerindeki Etkileri
|
Gizem SÖNMEZ
Psikanaliz, 19.yy. sonlarında rasyonalistlere tepki olarak ortaya çıkan; kişinin bilinçaltını inceleyen, ruhsal araştırmalara dayalı iyileştirmeyi temel alan bir yöntemdir. Psikanaliz terimi; kişinin içsel engellerini yenerek duygu ve düşüncelerini serbestçe konuşabilmelerini sağlayan ilkeleri kapsar. Yöntemi serbest çağırışım ve rüya yorumlarıdır. Serbest çağrışım, kişinin kendini sınırlamadan sorunları anlatmasına dayanır. Rüya yorumları ise, rüyaların bilinçaltını yansıttığı düşünüldüğü için önemlidir.
Kelimelerle tedavi yöntemi ilk kez Sokrates, Platon gibi Yunan filozoflarında düşünülmüş ve o dönemde de bazı hastalıkların bozulan düşünce süreçlerinden kaynaklandığı fark edilerek kelimelerin iyileştirici olabileceği savunulmuş; fakat kabul gören bir görüş olmamıştır. Psikanalizin temeline baktığımızda felsefenin etkileri çok net bir şekilde görülebilmektedir.
Rasyonalistlere tepki, ilk olarak Schopenhauer’le başlamış ve her şeyin akılla açıklanamayacağı görüşü ileri sürülmüştür. Schopenhauer’in görüşleri psikanalizde etkili olmuş ve psikanalizin temelini oluşturan bilinçaltı kavramı Schopenhauer’in istemiyle aynı anlamda kullanılmıştır. Bilinçaltı; kişinin bilinç düzeyine çıkmamış yaşantı ve dürtüleridir. Schopenhauer’in bahsettiği istem de, bilinci etkiler ve bilinçaltıyla ortak özelliklere sahiptir.
Psikanalizin kurucusu Freud, psikanalizin temeline Schopenhauer’in görüşlerini koyarak aklı reddetmiş, ruhsal açıklamalara ve bilinçaltının etkisine değinerek, kişinin davranışlarının dürtüler ve ruhsal süreçler tarafından yönetildiğini öne sürmüştür. Freud için cinsellik çok önemlidir ve her şeyi cinsellikle açıklamaya çalışır. Rüyaları simgesel bir anlatım olarak görür ve bu simgeleri bile mutlaka cinselliğe bağlar. Schopenhauer felsefesinde de cinselliğin büyük önemi vardır. İki insan arasındaki sevginin sadece üreme isteğine bağlı olduğunu savunmuştur. Cinsellik libidonun temelindedir. Libido da yaşam enerjisidir. Yaşam ve ölüm kişinin temel dürtüleriyken, yaşam dürtüsü cinselliğin karşılığıdır Schopenhauer için. Ölüm ise Schopenhauer için kişinin farkında olduğu ve hayatı boyunca bu düşünceyle yaşadığı bir dürtüdür. Freud her ne kadar ölüm üzerinde fazla durmasa da, herkesin bilincinde olmadığı bir ölüm isteğine sahip olduğunu savunur. Görülüyor ki; Schopenhauer’in temel dürtüler üzerine söyledikleri, Freud’u etkilemiş ve psikanalizinin temeline koyduğu düşünceler halini almıştır.
Schopenhauer felsefesinde, acıları unutmak için onlardan kurtulma yolunun seçildiğinin gözlemlenmesi; Freud için yönlendirici olmuş ve savunma mekanizmalarının kullanıldığı sonucuna varmıştır.
Freud’un görüşlerini reddedip kendi analitik psikolojisini kuran Carl Gustav Jung’da ise bu etkiler daha açık bir biçimde kendini gösterir. Jung, Freud’un sorunların kökeninde cinsellik arayışını reddedip, bilinçdışını en ayrıntılı inceleyen psikanalisttir. Jung’un felsefeden etkilenimi doğu felsefesine yakınlığıyla başlar. Bilindiği gibi batı felsefesi aklı temel alırken, doğu felsefesi ruhsal yaşamı ön planda tutar. Dolayısıyla Jung’da ruhsal olana, bilinçdışına yönelir.
Schopenhauer’da dünya görüşü tasarım olarak vardır. Tasarım olarak dünyanın bilgisi bize doğuştan gelir ve biz nesnelerin karşılığını bu dünyada buluruz. Jung’ da dünyayı tasarım olarak görür; bizim doğarken dünyanın bilgisine sahip olduğumuz görüşündedir. Schopenhauer’in tasarım dünyası iyi bir dünya tasarımı da değildir. O birçok görüşün aksine bu dünyanın olsa olsa en kötü dünya olabileceğini savunur. Oysa felsefe tarihinde çoğu görüş dünyanın iyi olduğu yönündedir. Jung’un dünyaya bakışı da onun kötü olduğu yönündedir.
Jung için libido doğal bir enerjidir. Freud’da olduğu gibi cinsellik üzerine kurulu değildir. Libido için denge önemlidir. Kişinin kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde yaşaması için içsel olanla dışsal olan dengede kalmalıdır. Nasıl ki yalnızca içsele yönelen kişi dış dünyaya uyum sağlayamazsa; sadece dış dünyaya yönelim de uyumsuzluğa neden olur. Denge sağlansa bile dış dünya uyaranları sürekli dengeyi bozma eğilimindedir ve bu da dış dünyanın kişi üzerinde olumsuz etkisi olduğunu gösterir. Aynı görüş ilk olarak Schopenhauer’ de var olmuş ve dış dünyanın kişinin özgürlüğü üzerinde kısıtlamalara neden olduğu savunulmuştur.
Libidinal enerjinin yönetimi bakımından Jung kişiliği içedönüklük ve dışadönüklük olarak ikiye ayırır. Dışadönük kişinin dış çevreye ilgisi daha fazladır. Yüzeysel, kısa süreli ilişkiler kurar ve derin düşüncelerden kaçar. İçedönük kişi ise geri çekilmiş ve kendine yönelmiştir. İnsanlara karşı güvensiz, eleştirici ve kötümser olmalarının yanında vicdan sahibidirler. Schopenhauer’de de bu ayrım görülür ve dışa dönük kişi yüzeysel olarak adlandırılırken, içedönük kişi derin düşünce faaliyetinde bulunabilir. Dehaya da ancak içedönük insan ulaşabilir. Tüm bu kişilik farklılıklarının dışında Jung için asıl önemli olan çağdaş insandır. Çağdaş insan şimdinin önemini bilir ve anı yaşayabilir. Bu görüşün de temelinde Schopenhauer’in şimdiye önem vermesi ve kişinin sadece şimdinin bilincine sahip olduğunu söylemesi vardır.
Jung, sadece Schopenhauer’den etkilenmemiştir. Analitik psikolojisinin temelini oluşturan arketipler( ilk örnekler) de, Platon’un idealarıyla benzerlik gösterir. Jung için arketipler, bir düşüncenin dayandığı ilk örneklerdir ve ortak bilinçdışının içeriğini oluşturur. ( Ortak bilinçdışı: Kişisel bilinçdışının aksine, tüm insanlarda ortak olan nesnel ruhtur.) Jung’un arketipleri değişmez yapılardır ve bu yönüyle idealarla benzerlik gösterir. Aralarındaki temel fark ise; ideaların yücelik kavramına karşılık gelmesi, arketiplerin ise karanlık ve aydınlık yönü içinde bulundurup sadece yüce olanı kapsamamasıdır.
Felsefe tarihine bakıldığında, psikanaliz ve felsefe arasında birçok ortak yön daha bulunabilir; ama şimdi psikanalizin ortaya çıkışının nedenlerinden kısaca bahsetmek istiyorum.
Psikanaliz bir gereksinim sonucu ortaya çıkmıştır. Bilinçaltı psikolojik fenomenlerin doğası hakkında felsefi kuramlar ortaya atılmış ve çoğu kişinin göz ardı ettiği bir kavram olan bilinçaltı tanınmaya başlanmıştır. Bilinçaltı kavramını biz ne kadar Freud’la tanısak da, felsefe tarihine bakıldığında bilinçaltı kavramının incelenişi Platon’a dek uzanır. Descartes ve Leibniz’de üstü kapalı olsa da bilinçaltı kavramına rastlayabiliriz. O dönemde de kişinin bilinmeyen yönleri araştırılmış ama birçok kişi tarafından ciddiye alınmamıştır. .
Felsefe tarihine baktığımızda aydınlanma çağını, akıl çağının izlediği görülmektedir. Akıl çağı her şeyi akılla açıklamak, neden-sonuç ilişkileri içinde olayları ele almaktayken, bu durum katı ve dar bir bakış açısına neden oluyordu. Her şeyi akılla açıklamak, kişiyi bireyselliğinden uzaklaştırarak, onu bir nesne haline getiriyordu. Duygular neredeyse hiçe sayılırken, insan ruhsal yanından uzaklaşıyordu. Bu durumun önüne geçen ve karşıt bir görüş oluşturan irrasyonalizmin kurucusu Schopenhauer oldu. Schopenhaue’in en büyük savunması; bilginin bize dışarıdan geldiği için, onun hakkında tam bir yargıya varamayacak olmamızdı. Bu nedenle aklı tamamen reddetmişti. Akılcılığın sorgulanmaya başlamasıyla birlikte, psikoloji alanında da yenilik gelmiş ve Schopenhauer’in görüşleri temel alınarak psikanalizin temeli atılmıştır. Zaten Schopenhaur ve onun görüşlerini temel alan psikanalizin hedefi de aynıdır: Hayatın yönetiminin bizim elimizde olmadığının anlaşılmasıdır.
Akılcılık sorgulaması, 19.yy da düşünce dünyasında yeniliklere yol açmıştır. Kişinin kendini tanıma olanağı doğmuştur.
Akılcılık ve akılcılığın reddi günümüzde de hala tartışmaya neden olurken, Schopenhauer’in yenilikçi düşüncesi ve farklı bakış açısını da hafife almamak gerekir. Döneminde ilgi görmeyen Schopenhauer felsefesi halen psikanalizin temelini oluşturmaktadır.