İnsan Doğası ve Marksizm-1.
|
Ömer MEREV
Doğadaki tüm canlılar gibi tarihsel süreç boyunca geçirdiği bir dizi değişimlerle ortaya çıkan insanın temelde ne olduğu sorusu, belki de tüm zamanların en önemli sorularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü onun hakkında söyleyebileceğimiz pek çok şey sonuçta insan doğası ve insanın özü sorunuyla ilişkilidir. İnsan yaşamının ve insan faaliyetinin amacı, neleri başarabileceğimizin ve neleri umabileceğimizin yanıtları hep bu insan doğası ve insanın özüne ilişkin düşüncelerimizden etkilendiği gibi, insan doğasına ilişkin faklı görüşler, ne yapılması gerektiği ve bütün bunların nasıl gerçekleştirileceği konusunda farklı sonuçlara ulaşmamızı da sağlarlar.
Burjuva ideologları ve kapitalizm’i açık veya örtük bir şekilde mutlak kılmak isteyen anlayış insanın bencil bir yapıya sahip olduğunu, insan doğasının bu özelliği nedeniyle eşitlikçi, özgürlükçü, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi olan komünist toplumun bir ütopyadan öteye geçemeyeceğini dile getirirler. Onlara göre insan özünün değişmez olumsuz nitelikleri, kendinden başkasını düşünmeye yatkın olmayan doğası, daha güzel bir dünya ideali önünde engeldir. Hiç kuşku yok ki, içinde yaşadığımız sistemin koşullandırdığı benzer davranışlara sıkça rastlamışızdır. Ama sadece bunlara bakılarak böyle bir genelleme yapmak mümkün olabilir mi? Çevremizde gördüğümüz bir yığın insanı bencil ve çıkarcı olarak nitelesek de yaşam deneyimlerimizin sadece bu tür örneklerle sınırlı olduğunu söyleyebilmek doğru olur mu?
Çoğumuz pek çok nedenden ötürü başka insanlara “yardım” etmişiz ya da yardım etme isteği duymuşuzdur. Kendileri de yoksul olmasına karşın, ceplerindeki üç beş kuruşu da sadece içlerinden gelen duygularla başkalarına veren insanlara tanık olmuşuzdur. Dünyanın neresinde olursa olsun doğal yıkımlar karşısında içimiz acır. Bir şeyler yapma isteği duyarız. Ulusal örgütlenmelere girişir, bu konuda uluslararası etkinliklerin çığ gibi ortaya çıktığını fark ederiz. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkmış haksızlıklara isyan ederiz. ABD’nin Irak müdahalesine dünyanın dört bir yanından insanlar tepki vermiş, kendi canlarını tehlikeye atarcasına hiç tanımadığı insanlar için ölümü bile göze almışlardır. Rahat konumlarını bırakıp başkaları için gözlerini bile kırpmadan ölüme koşanları tarih yazmaktadır.
Eski çağlardan beri insan doğası üzerine uzun tartışmalar yapılmış, onlarca tanımlama ve açıklamalarda bulunulmuştur. Yapılan bütün bu açıklamalar insan doğası üzerine farklı yaklaşımlar ortaya koymasına karşın, ortaya çıkan temel yanlış insan doğasının hayvanlarda olduğu gibi değişmez bir öze sahip olmasına ilişkindir. Bu yaklaşım biçimi insanın farklı koşullar altında farklı davranışlar göstereceğini göz ardı etmektedir. Oysa tarihin herhangi bir döneminde doğal karşılanan bir davranış biçimi bir başka tarihsel süreçte anlamsız ve anormal olarak değerlendirilebilmektedir. Kızılderililer için toprak mülkiyeti ne kadar akıl dışı ise, 18. yüzyılın feodali için o kadar doğal, Eski Yunan’daki homoseksüel ilişkiler aşk’ın yüce biçimiyken, başka bir toplumun başka bir tarihsel döneminde soysuzlaşmanın bir örneğinden farksız değildi.
Bütün bu ve benzer niteliklerin toplumsal davranışlar olarak ortaya çıkması, hatta zaman zaman bencillik ve yardımlaşma gibi karşıt niteliklerin bile aynı insanda görülebilmesi insan doğası diye bir genelleme yapılamayacağı anlamı taşır mı? Tarih öncesi insanların uzun ve karanlık gecelerindeki bilinmeyenlerle dolu korkularının genlerimizle birlikte sonraki kuşaklara aktarılmadığını söyleyebilmek bir hayli iddialı önerme olmaz mı? Peki, ama insan doğası nedir, o zaman? İnsani öz dediğimizde ne anlaşılmalıdır?
İnsan, yaşamını sürdürebilmek ve en temel gereksinimlerini karşılamak için üretmek zorundadır. Beslenmek, barınmak, soğuktan korunmak, cinsellik ve uyku gibi yaşamsal gereksinimler onun insani öz’üdür. Bu anlamda emek harcar. Bu anlamda alet yapar. İnsan dışındaki yüksek memelilerle birlikte birtakım hayvan türlerinin de taş ve sopa gibi nesneleri tutup kavrayabildiklerini ve avlanmak için bu tür nesneleri kullandıklarını biliyoruz. Ne var ki, hayvanların kullandıkları bu nesneler ile insanların kullandıkları aletler arasında belirgin bir nitelik farkı vardır. Hayvanların kullandıkları nesneler bütünüyle tüketime yönelikken, insanların yaptıkları üretim için tasarlanmış aletlerdir. Hayvanların kullandıkları aletler belli bir ürüne yönelikken, insanların yaptığı alet ve araçlar bütünüyle üretime yöneliktir. “İnsanlık tarihinin kökenini oluşturan alet kullanma dönemi, insanlaşmanın başlangıcı olarak ele alınmaktadır.” (1)
“İnsanın özünü, kökeninde, hayvandan başkalaştığı uğrakta aramak gerekir. İnsan, hayvandan yaşama araçları üretmeye başladığı noktada ayrılıp insan olmaya başlamıştır.”(2) Bu anlamda insanın ne olduğu insan ile doğa arasındaki emek faaliyetinde kendini gösterir. “İnsani öz, yerden aldığı taşı bir dal parçasına bağlayarak ilk baltayı yapmayı akleden, böylece doğayla alışverişin dar sınırlarına meydan okuyan prehistorik insanda mayalanmaya başlamıştır.. İnsan, emek süreci içinde, bir yandan doğayı kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürerek doğayı insanileştirir, bir yandan da kendisini nesnel dünyadan farklılaştıran yeni yeni insani nitelikler edinerek, yani insani özünü adım adım geliştirerek kendisini yaratır. Tarih, insanın kendisini yaratma ve doğayı dönüştürme faaliyetidir.”(3)
Yüzlerce yıl kendisini çevreleyen nesneleri kendi amacı doğrultusunda değiştirip dönüştüren insan, “iş alışkanlıklarını da biriktiriyordu; yavaş yavaş olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki iç bağıntıları bulup çıkarmayı öğrendi. Artık çabalarının sonuçlarını önceden görebiliyordu, kendini kuşatan doğayı tanımayı öğreniyordu. Çalışırken ve çalışmanın içerdiği doğanın etkin bir biçimde değiştirilişi sırasında, tüm organizma ve düşünme yeteneği, düzenli olarak gelişiyordu. Zamanla, çalışma eylemlerinin ilerlemesi, yalnızca ellerin çalışmasının yetkinleşmesine ve incelmesine değil, düşüncenin ve aynı zamanda atalarımızı bilinçli ve bir amaca yönelmiş bir çabaya elverişli kılan bütün yetilerin gelişmesine katkıda bulundu.” (4) Marks’ın söylediği gibi insan, emek faaliyetleri içinde her türlü gereksinimlerini karşılarken kendi öz’ünü de yaratıyordu.
”İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak kendi maddi yaşam araçlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir etkinlik tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleri kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” (5)
Üretirken ve üretmek için toplumsal ilişkilere girerken kendi öz’ünü de yaratan ve geliştiren insan için tarih dışı bir insan doğası kavramından söz edilemez. Yaşamını sürdürmek için sürekli olarak doğayı değiştirmek zorunda olan ve bunu yaparken kendini de geliştirip değiştiren insan için donmuş, statik ve değişmeyen bir insan doğası var olamaz. K. Marks bu anlamda, insan doğasının tarihsel bir öz taşıdığını, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin birey davranışlarını etkilediğini, sosyal yapının değişebilirliği oranında insan doğasının da değişebileceğine vurgu yapar. Toplum, bireyler üzerinde soyut etkide bulunan bir kendililik değildir, tam tersine insanın ne tür bir birey olduğu, neler yaptığı, neler düşündüğü ve neye inandığı içinde yaşadığı toplum tarafından belirlenir.
“…insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” (6)
İnsanın doğası ile ilgili sorunsalın bir yanı budur.
Kaynakça
(1)Serol Teber; Doğanın İnsanlaşması; Say Yayınları, s.120
(2) Haluk Yurtsever ;Feuerbach Üzerine Tezler; Marksist Metin Analizleri; Nazım Kitaplığı; s.27.
(3)Yusuf Zamir; Marks Gerçekte Ne Dedi; Alev Yayınları; s.45
(4) Zubritski, Mitropolski, Kerov; İlkel, Köleci ve Feodal Toplum; Sol Yayınları; s.15
(5)K.Marks, F.Engels; Alman İdeolojisi’nden; Felsefe Yazıları; Sol Yayınları; s.65-66.
(6)K.Marks; Feuerbach Üzerine Tezler; F.Engels; Ludwıg Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu; Sol Yayınları; s.69.