BİR BİLGÎ ETKİNLİĞİ OLARAK BİLİM VE SANAT
|
Adnan ÖMERUSTAOĞLU
"Medeniyetler bilim ve sanatla kıymetlenir." Poincare
İnsanın iki ayrı eylem alanı olarak bilim ve sanatın zaman zaman ortak özelliklere sahip olduğu bazen de birbirinden çok ayn uçlarda durduğu gözlemlenir. Bilim ve sanat,diğer bazı disiplinlerde de olduğu gibi hayata, insana, topluma, doğaya ilişkin bilgi verici fonksiyonlarıyla dikkat çeker. Ama bu bilgilendirici fonksiyon bilim ve sanatta farklı nitelikler taşımakla özgünleşir. Bu çalışmamızda temel sorun olarak görülen sanat-bilim ilişkisini, bu ilişkinin nereden başlayıp, nerede bittiğini, bilimin ve sanatın benzerlikleri ve farklılıklarını, iki alanın amaçlarını, fonksiyonlarını, işleyişlerini, imgelerini,fenomenlerini, ürünlerini, suje-obje ilişkisini, karşılıklı etkileşimini, tarihiyle ilişkisi gibi özellikleri ele alacağız. Doğal olarak, bilim ve sanatın bütün yönlerini bu çalışmada derinliğine incelemek mümkün değildir. Bu nedenle biz daha çok yukarıda söz edilen sorunların bazılarında biraz daha yoğunlaşarak derinliğine, bazılarını da tespitler yaparak tartışmaya çalışacağız.
Her iki eylem alanı da bizi kapsayan gerçekliğin çeşitli yönleri ve özelliklerini araştırıp inceleyerek bize derin bilgiler sunmaktadırlar. Bilim akli karakter taşırken sanat daha çok duygusal karakter taşımaktadır. Bilim varolan olguları sistemli, nedensel ilişkilere dayalı ve deneme, ölçme, gözlem gibi tekniklerle araştırır.
Onun amacı kesinlik oranı en yüksek bilgiye ulaşmaktır. Sanat ise insan yaşamından sezişler, esintiler, duygular ve idealleri ifade etme çabasındadır. Biri (bilim) doğa olaylarını daha çok inceleyip gerçekliği açığa çıkarmaya çalışır. Diğeri (sanat) ise insanın iç dünyası, istek, arzuları ve heyecanlarını, duygularını ifade etmekte eşsiz bir araçta-. Fakat bu durum akli olanda duygusal, duygusal alanda da akli öğeler olmadığını düşündürmemelidir. Çünkü "estetik yargılarda, duygusal algılanışa, yerine göre akılsal algılanışın da ortaklaşa katkıda bulunabileceğini unutmamak gerekir." Duygusallık, heyecan, merak, ilgi yoksa gerçekliği aramak bilim içinde imkansızdır. Sanatta da aynen akli düşünce tarzı yansıtılan olaylara, rasyonel, mantıki bir şekilde yaklaşma hiçte yadsınacak bir şey değildir.
Bu özelliği sanatın bütün türlerinde izlemek mümkündür. Özellikle bu konuya değinen sanat adamları Bach'ın polifonik (çok sesli) eserlerini örnek vermektedirler. Gerçekten de bu eserlerdeki ezgi (melodi)lerin birbirleriyle polifonik (çok sesli) şekilde uzlaşması, burada uyum oluşması, sonuçta insanı son derece heyecanlandıran etkileyen sanatsal müzik imgelerinin meydana gelmesi hiç şüphesiz BacrTa özgü bir rasyonalizmden, sanatsal mantıktan ileri gelmektedir.
Sanatsal imge gerçekliği, duygusal ve bireysel şekilde maddileştiren bir araçtır. Yalnız bu sanatsal imge vasıtasıyla sanatçının yarattığı olaya olan münasebetini estetik pozisyonunu ve dünya görüşünü anlamak mümkündür. Aynı zamanda gerçek hayatta karşılaşılan olaylar, sanatsal imgeler veya tipler vasıtasıyla dinleyicilere, seyircilere bir sözle geniş halk kitlelerine ulaştırılabiliyor. Sanatsal imge genelleştirilmiş bir anlam olarak bütün sanat türlerinde ifadesini bulur. Fakat bununla birlikte sanatsal imge çeşitli sanat türlerinde özgün karakterler de taşımaktadır. Bu her şeyden önce sanat türlerini bu kapsamlı alemi yaratmak sürecindeki potansiyel estetik imkanlarına spesifik malzemelerine (ses, söz, renk v.s) bağlıdır. Bununla bile bu imgelerin bazılarında akli öğeler, mantıki işleyiş diğerlerine nazaran daha fazla kendini ifade etmektedir. Örneğin edebiyata özgü
olan malzeme sözdür. Doğal olarak söz, renk ve sese nazaran olayları ve özelliklede tarihi olayları yansıtmakta ve ifade etmekte daha geniş imkanlara sahiptir. Çünkü söz anlam ifade etmektedir.
Her bir kelimenin bir anlamı vardır. Renk ve ses için durum biraz farklıdır. Ancak sanatta ve milli kültürlerde de bazen renkler sembolik şekilde olsa da belli bir anlamı ifade edebilir. Örneğin Türk dünyasında san rengin (altın rengi) güç ve kudreti, siyah rengin ise genelde matemi temsil etmesi gibi. Bu da bize renklerinde söz kadar olmasa bile bir anlamının olduğunu gösterir. Öyleyse sanatın bütünüyle duygusal veya bilimin akli öğeler içerdiğini söylemek her durumda doğru olmayabilir. Nasıl ki,sanatta söz kadar olmasa da renklerde mantıki bir anlam içeriyorsa, bilimde de bazen metafizik, mistik ve irrasyonel bir özelliğe dayalı işleyişe şahit olunabilir. Bu, özellikle olgu ve kuram seçiminde gözlemlenebilir. Ancak bu sözler bilimin işleyişinde irrasyonalizm hakimdir gibi algılanmamalıdır. Çünkü bilimin, olgusallıktan sonra aklilik, mantikilik en belirleyici özelliğidir.
Sanatçı doğayla etkileşiminden bir takım izlenimler alır. Bu izlenimleri bazı işlemlere tabi tutarak bir ifadeye ulaşır ve bu ifade onun oluşturduğu yeni bir fenomendir. O,kendi ruhunda yarattığı bu fenomenden estetik bir tatmin duyar. Ancak "bu yaratma, bu ifade sürekli olarak sürüp gitmez... Sanatçı bu ifadeyi bir müddet sonra tekrar canlandırmak isterse belki de bunu başaramayacaktır." Çünkü estetik yaratma ve buna bağlı ifade ve estetik tatmin bir defa yaşanabilir. Onun sürekli aynı yoğunlukta tekrarı mümkün değildir. O, özel anı yaşamadır. Tabii ve tarihi varlık alanıyla etkileşim biçimi sanatçının yaşamı anlama ve anlamlandırmasında önemli bir role sahiptir. Bu ilişkide de öznellik en üst seviyededir. Sanatın yaşamı anlamlandırması özgün bir tarzdadır. Bu yönüyle yaşamı anlamada sanattan beklenti Dilthey tarafından çok veciz bir şekilde betimlenmiştir. "Sanat yaşamayı anlamanın organonudur, çünkü o yaşamdan beslenir ve onu ifade ve temsil etmeye çalışır".
Görülüyor ki bilimsel yasa ve kuram, hipotez yani her bilimsel ifade nasıl bize varlığı anlatıyorsa her sanat yapıtı da varlığa ait bir yorum, bir ifadedir. Ancak sanat yapıtının verdiği bilgi bilimsel bilgiden farklı bir özellik taşır. "Bir manzara resminde dile gelen şey, bir fizikçinin, bir jeolog ya da bir botanikçinin anladığı anlamda bir doğa olmayıp, insan tarafından yorumlanmış insansal bir doğadır, subjektiv bir doğadır." Bilimde ise, doğa daha çok objektif ölçülere dayalı yorumlanmaktadır.
Bunun sebebi de herhalde Öner'in ifade ettiği gibi "bilimsel ifadeler, ifade ettikleri varlık türüne", sanat ise "ifade edene bağlıdır".Bilimsel bilgiler insanın ortaya koyduğu neden-sonuç ilişkisine dayalı bir bilgi ile sonuçlanmasına karşın sanat alanında doğaya insan ilişkilerine toplum yaşamına ait üretilen bir sanat eseri ise, sürekli yaşayan, her izlenip okunduğunda ayn bir anlam ve zevk veren özellikler taşımaktadır. Bilimsel bilgi,sürekli değişen, gelişen bir özelliğe sahiptir ve yeni bilgilerin verdiği heyecana öncekilere yönelince ulaşılamamaktadır.
Örneğin Popper' e göre "bilimin görevi sürekli yeni,köklü ve daha genelleşmiş soruları bulmak ve geçici yanıtlan sürekli yenileriyle ve katılarıyla sınamaktır." Bu düşünce bilimin işleyişine daha uygun bir yorumdur. Sanat içinse geçicilik ve kalıcılık o sanat eserinin kıymetiyle ilgilidir. Örneğin soyut sanat geçidir. Kalıcılık sanat eserinin fonksiyonunu yerine getirmesine bağlıdır. Bu bağlamda sanatta bir konu olmalıdır, içerik olmalıdır, imgesellik ve duygusallık olmalıdır. Bunlar bir sanat eserinde mevcutsa o eser kalıcıdır.
Mengüşoğlu'na göre, bilim ve sanatın arasında bir toplumsal olayı ele alış tarzı ve sonuçlan açısından da ciddi bir fark vardır. Bilimin olayları saptayıp betimleyebileceğim ve eleştirebileceğini bunu da kavramlarla yapacağını belirtir. Ancak sanatın bir sosyal olayı bütün canlılığı, bütün korkunçluğuyla çok somut bir durumda gösterebileceğini, sanatçının hem realiteyi bütün katıhğıyla, realist bir tarzda betimleyebileceğin! hem de yalnız izlenimlerini dile getirebileceği görüşündedir.Her iki durumda da sanatın kamuoyu oluşturmadaki güçlü etkisi görülecektir. Çok sıradan bir olay sanatçının yüksek sanat gücüne dayalı ele alışı ve işleyişiyle oluşturulan sanatsal yapıtla kalıcı etkiye sahip olabilir. Sanat gibi bilimin de kamuoyu oluşturmada güçlü etkisi vardır. Aynı zamanda her iki alanda bu konuda güçlü etkilerinden dolayı istismara açıktırlar. Bu durum bilimselliğin ve sanatsallığın en büyük düşmanı da olabilir.
Bu iki eylem alanının da ideolojik bir tutuma bürünmesi sanatın çok fonksiyonluğunu engellerken bilimin gücü olan objektifliğini tehlikeye sokar. İdeolojik tutumun her iki alanda da faaliyeti etkilemesi, belirlemesi olumsuzluklara yol açar.Bilimi de sanatı da üretecek olan insandır ve düşünen üreten bir bireyin doğal olarak politik ideolojik görüşü olabilir. Ama işini yaparken politik-ideolojik görüşüne göre hareket etmemelidir. Örneğin Maksim Gorki romanlarında daha çok köylü ve işçi sınıfının isteği doğrultusunda gerçekleri yansıtır ve değerlendirir. Bu Gorki'nin geniş halk kitleleri tarafından kabul görmesini ve okunmasını sağlar. Ancak sanatın sadece ideolojik ve sınıfsal fonksiyonlarını öne çıkarmak onun potansiyel estetik imkanlarını sınırlamak demektir. Yani sanatın gerçek niteliğinden, duygusallığından, imgeselliğinden, değiştirici,eğitici ve bilgilendirici fonksiyonlarından uzaklaşmasına neden olur. Sanatı sadece ideolojik çıkar açısından belirlemek onun alanını daraltır ve onun birçok fonksiyonunu bire indirir. Aynı tehlike bilim içinde geçerlidir. Bilim adamı bilimi bir ideolojinin, kurumun, kişinin hizmetine vermemelidir. Eğer bir araştırma ideolojik tavrından annamazsa ölçütlerinin bilim dışı olması tehlikesi ortaya çıkar. Olguları ve olayları bilimsel ölçütlere göre açıklamak yerine onları ideolojisine uydurmaya çabalar. Özellikle sosyal araştırmalarda sosyal araştırmacılara bu konuda büyük sorumluluklar düşmektedir.Ayrıca bilim adamı yaptığı faaliyetin insani boyutunu da hesaba katmalı ve bilimsel ürünlerin insanlık için ne gibi sonuçlar doğurabileceğini düşünerek faaliyetini sürdürmelidir.
Bu konuda Oppenheimer'in 1949 da hidrojen bombasının yapımını reddettiği için atom araştırma merkezindeki görevinden atılmayı ve ajanlıkla suçlanmayı göze alarak geri adım atmaması gerçekten bilim adamlarına örnek olmalıdır. Demek ki hem bilim adamı hem de sanatçı üretim faaliyeti sonucunda insanlığa karşı sorumluluklarının idraki içinde olmalıdırlar.
Gerçekten bir tek bilme tarzı mı yoksa birden çok bilme tarzı mı var? Bu konu tartışıldığı zaman farklı bilme tarzlarının varolduğunu görüyoruz. Gerek farklı olay ve olgu grubuna ilişkin gerekse kullanılan yöntem açısından bilgi bilen ile bilinen arasında ki ilişkinin ürünü olsa da bilinecek olanın özelliği, mahiyeti ya da biliş biçimine göre bilgi çeşitlenmesine yol açıyor. Bu bağlamda da baktığımızda sanat bilgisi ile bilimsel bilgi arasında ki temel farklılığın suje-obje ilişkilerinden kaynaklandığı görülüyor.
Sanatçı ile objesi arasındaki bağ ile bilim adamıyla nesnesi arasındaki bağ birbirinden farklıdır. Her iki alanda suje ile obje arasındaki bağı kuran farklı aktlann etkin olduğu görülür. "Bilgi-aktları algı, gözlem, deneme ve sınama gibi akılarla açıklama, anlama, düşünme, karşılaştırma çözümleme, indüksiyon,dedüksiyon, seziş, vb. gibi akılardır. Sanatta sanatçı suje ile objesi arasında bağ kuran aktlarda görme özel bir seziş, yaratma gibi aktlar ağırlık kazanır." Bu aktlara baktığımızda her türlü bilgi oluşum sürecinde sezgi vardır.
Hem sanatsal bilgiye hem de bilimsel bilgiye ulaşmada sezgi önemli rol oynar. Ancak sanat felsefesi ile uğraşan düşünürler sanat sezgisini genel anlamda sezgiden ayırırlar. Croce "sanat sezgisi özel çeşitten bir sezgi olup, genel sezgiden daha fazla bir şey olmasıyla ayrılır" der.
Bilimde tavırların yerine kavramlar koyulur ve daima yeni ilişkiler bulunarak sınırlı kavramlara daha geniş ve kuşatıcı kavramlar eklenirken sanat sezgi aracılığı ile sürekli duyumlar ve izlenimler ile ilişki içerisindedir. Ve sanat bu izlenimlerin bir ifadesidir.
Medawar ise "Bilim Anlayışımızda İki Yaklaşım" adlı çalışmasında sezginin bilimdeki rolüne değinir. Birinci anlayışta "sezgi atılımın gücünü sağlar" derken Croce'nin sanatta sezgiye yüklediği rolü bilimde sezgiye yükler. İkinci anlayışta ise "Bilim her şeyden önce eleştirel ve çözümleyici bir etkinliktir... imge dediğimiz bir katalizör olmaktan ileri bir şey değildir: düşünceyi hızlandırır ama onu ne başlatabilir ne de yönlendirebilir" diyerek de bilimsel sürecin mantıksallığına vurgu yapar. Ancak "bilimsel anlayışın gelişmesindeki her adımda bu iki sürecin sezgi ile mantıksal düşüncenin kucaklaştığını göstermek mümkündür" sözleriyle iki ayrı düşünceyi birleştirir.
Böylece bilimsel işleyişi daha doğasına uygun betimlemiş olur. Aynı konuda Magee, Popper'e dayandırarak bilim adamı ve sanatçı için "ikisi de sezginin onsuz olunmaz gücünden yararlanan gerçek arayıcılardır" der. Farklı düşünürlerin ifadelerinde görüldüğü gibi sezgi hem bilimin işleyişi hem de sanat faaliyetinde yaratıcılığın vazgeçilmez gücüdür.
Sanat ile bilim arasındaki ilişkiyi değerlendirirken bir diğer önemli husus ise sanatta bireyselliğin öne çıkmasıdır. Bu doğal olarak süreklilik gösteren yapıları engellemektedir. Sanatta ne ressamlar ne de müzisyenler birbirinin tamamlayıcısı olamıyor. Bir eserin diğerinden daha tam olduğunu söylemek mümkün olamıyor. Her yapıt kendine özgü orjinallik taşıyor. Leonardo da Vinci veya Beethoven veyahut Mıcheîangelo'm eserlerinin bir benzerinden söz edemiyoruz. Ama bilim alanında büyük bilimsel devrimlerle paradigma değişikliği gelenekten kopma olarak değerlendirilirse de bilim faaliyeti,kuhnvari söyleyecek olursak,bir paradigmaya bağlı olarak yürüyor. Diğer bir deyişle sanatçı bilim adamı gibi kavramlar ortaya koymaz ve genel bir kural sunmaz. Kendine özgü aktlanyla varlığı kavrarken yanlışlık ve doğruluğa ilgisizdir. Onun için önemli olan "objenin derinliği ile kavranıp kavranılmamasıdır. Çünkü ancak kendi objesini derinliği ile yani onun varlık özünü kavrayan yapıt, sanat yapıtı olma değerini taşır." Bilim için çok tartışılan bilimsellik kriterlerinin sanatçı için hiçbir önemi olmadığı gibi bunlar bir sanat yapıtında da aranamazlar. Sanat yapıtında sanatçının özgün ifadesi vardır. O da sübjektif bir karakter taşır. Ancak ne bilime bütünüyle nesnel bilgi ne de sanata öznel bilgi diyebiliriz. Ama öznellik veya nesnelliğin daha ağır bastığı söylenebilir.
Hem bilim de hem de sanatta öznelci ve nesnelci yaklaşımlara rastladığımız gibi öznellikle nesnelliğin birlikte yansıtıldığını savunan anlayışlar da vardır. "Gerçek sanat yapıtı en yoğun öznellikte ve en geniş nesnellikte anlatımın! bulur. Nesnellik öznellikte, öznellik nesnellikte değerine kavuşacaktır. Ne var ki böylesi bir dengenin istenmediği yada bazen tutturulamadığı durumlar vardır. Özneici bakışın nesnelci bakışa,nesnelci bakışın öznelci bakışa egemen olmak istediği çok görülür." Oysa öznelcilik ve nesnelcilik ya da duygusallık ve akıîsallık insan eyleminin doğasında vardır. Bozkurt ise "sanat hem bir gerçeği temsil eder, canlandırır, hem de insan duygularını dile getirir, dışa vurur.
Bunlardan hangisinin daha önemli olduğu da tartışma konusudur" der.Öte yandan nesnelliği ve öznelliği bilim ve sanatın ayırt edici özelliği olarak gören düşünceler de vardır. "Bilim alemi olduğu gibi nesnel açıklar; sanatsa gerçekliği, olması gerektiği gibi öznel bakışla tasvir eder; yani sanat evrenin gerçek şekillerini değiştirir ve her şeyi hayal gücünün yarattığı renkler, çizgiler, sesler ve hayaller içinde kuşatılmış görür."
Sanatın evreni ifade etme biçimini özgünleştiren: "Emprik dünyadan kopup ayrılması nedeniyle, sanat eseri daha yüksek düzeyde bir varlık haline gelebilir... sanat eserleri, empirik hayatın sonradan kurulmuş imgeleri ya da taklitleridir." Bilimsel bilgi ise empirik dünyadan kopamaz. Çünkü bilim doğrudan olgunun bilgisi veya olgusal içerikli bir bilgidir. Oysa gerçek yaşamda çirkin bir olay ya da obje bir sanat yapıtı olarak oldukça güzel ifade edilmiş olabilir. Empirik dünyadaki güzellik ya da çirkinlik sanat yapıtını bağlamaz.
İnsan eylemi olan bilim ya da sanat ilişkisine beynin biyolojik yapısı ve işleyişi açısından da bakılabilir. Bu konuda Oeser'in modern beyin fizyologlarının beynin belli bölgelerinin belli fonksiyonunun bulunduğu anlayışından hareketle sol yarım küreyi daha çok doğa bilimcilerin, sağ yarım küreyi ise sanatçı ve tin bilimcilerin çalıştırdığını varsaymamız gereken anlayışa karşı çıkar. Oysa çok kabul gören bu anlayış meselenin tartışılmasında önemlidir. Ancak yinede pratikte görülüyor ki beynin her iki yarım küresi ayrı fonksiyonlarının yanında birbirinin faaliyetini destekleyici bir ilişki içerisindedir.
Örneğin Leonardo da Vinci için sanatçı olduğu kadar bilim adamıdır da denilmektedir.O bilim alanında başarılı çalışmalara imza atmıştır. Mekaniğin genel yasaları ve Arno Vadisindeki katmanlaşmaların tarihçesini bulgulamıştır. Yine Einstein'in çalışmalarında Dostoyevski'den ne kadar etkilendiğini açıkça ifade etmesi ve çok güzel keman çalması bilim adamlığı ve sanatçılık özelliğinin birlikte de olabildiğini göstermektedir.
"Medeniyetler bilim ve sanatla kıymetlenir." Poincare
İnsanın iki ayrı eylem alanı olarak bilim ve sanatın zaman zaman ortak özelliklere sahip olduğu bazen de birbirinden çok ayn uçlarda durduğu gözlemlenir. Bilim ve sanat,diğer bazı disiplinlerde de olduğu gibi hayata, insana, topluma, doğaya ilişkin bilgi verici fonksiyonlarıyla dikkat çeker. Ama bu bilgilendirici fonksiyon bilim ve sanatta farklı nitelikler taşımakla özgünleşir. Bu çalışmamızda temel sorun olarak görülen sanat-bilim ilişkisini, bu ilişkinin nereden başlayıp, nerede bittiğini, bilimin ve sanatın benzerlikleri ve farklılıklarını, iki alanın amaçlarını, fonksiyonlarını, işleyişlerini, imgelerini,fenomenlerini, ürünlerini, suje-obje ilişkisini, karşılıklı etkileşimini, tarihiyle ilişkisi gibi özellikleri ele alacağız. Doğal olarak, bilim ve sanatın bütün yönlerini bu çalışmada derinliğine incelemek mümkün değildir. Bu nedenle biz daha çok yukarıda söz edilen sorunların bazılarında biraz daha yoğunlaşarak derinliğine, bazılarını da tespitler yaparak tartışmaya çalışacağız.
Her iki eylem alanı da bizi kapsayan gerçekliğin çeşitli yönleri ve özelliklerini araştırıp inceleyerek bize derin bilgiler sunmaktadırlar. Bilim akli karakter taşırken sanat daha çok duygusal karakter taşımaktadır. Bilim varolan olguları sistemli, nedensel ilişkilere dayalı ve deneme, ölçme, gözlem gibi tekniklerle araştırır.
Onun amacı kesinlik oranı en yüksek bilgiye ulaşmaktır. Sanat ise insan yaşamından sezişler, esintiler, duygular ve idealleri ifade etme çabasındadır. Biri (bilim) doğa olaylarını daha çok inceleyip gerçekliği açığa çıkarmaya çalışır. Diğeri (sanat) ise insanın iç dünyası, istek, arzuları ve heyecanlarını, duygularını ifade etmekte eşsiz bir araçta-. Fakat bu durum akli olanda duygusal, duygusal alanda da akli öğeler olmadığını düşündürmemelidir. Çünkü "estetik yargılarda, duygusal algılanışa, yerine göre akılsal algılanışın da ortaklaşa katkıda bulunabileceğini unutmamak gerekir." Duygusallık, heyecan, merak, ilgi yoksa gerçekliği aramak bilim içinde imkansızdır. Sanatta da aynen akli düşünce tarzı yansıtılan olaylara, rasyonel, mantıki bir şekilde yaklaşma hiçte yadsınacak bir şey değildir.
Bu özelliği sanatın bütün türlerinde izlemek mümkündür. Özellikle bu konuya değinen sanat adamları Bach'ın polifonik (çok sesli) eserlerini örnek vermektedirler. Gerçekten de bu eserlerdeki ezgi (melodi)lerin birbirleriyle polifonik (çok sesli) şekilde uzlaşması, burada uyum oluşması, sonuçta insanı son derece heyecanlandıran etkileyen sanatsal müzik imgelerinin meydana gelmesi hiç şüphesiz BacrTa özgü bir rasyonalizmden, sanatsal mantıktan ileri gelmektedir.
Sanatsal imge gerçekliği, duygusal ve bireysel şekilde maddileştiren bir araçtır. Yalnız bu sanatsal imge vasıtasıyla sanatçının yarattığı olaya olan münasebetini estetik pozisyonunu ve dünya görüşünü anlamak mümkündür. Aynı zamanda gerçek hayatta karşılaşılan olaylar, sanatsal imgeler veya tipler vasıtasıyla dinleyicilere, seyircilere bir sözle geniş halk kitlelerine ulaştırılabiliyor. Sanatsal imge genelleştirilmiş bir anlam olarak bütün sanat türlerinde ifadesini bulur. Fakat bununla birlikte sanatsal imge çeşitli sanat türlerinde özgün karakterler de taşımaktadır. Bu her şeyden önce sanat türlerini bu kapsamlı alemi yaratmak sürecindeki potansiyel estetik imkanlarına spesifik malzemelerine (ses, söz, renk v.s) bağlıdır. Bununla bile bu imgelerin bazılarında akli öğeler, mantıki işleyiş diğerlerine nazaran daha fazla kendini ifade etmektedir. Örneğin edebiyata özgü
olan malzeme sözdür. Doğal olarak söz, renk ve sese nazaran olayları ve özelliklede tarihi olayları yansıtmakta ve ifade etmekte daha geniş imkanlara sahiptir. Çünkü söz anlam ifade etmektedir.
Her bir kelimenin bir anlamı vardır. Renk ve ses için durum biraz farklıdır. Ancak sanatta ve milli kültürlerde de bazen renkler sembolik şekilde olsa da belli bir anlamı ifade edebilir. Örneğin Türk dünyasında san rengin (altın rengi) güç ve kudreti, siyah rengin ise genelde matemi temsil etmesi gibi. Bu da bize renklerinde söz kadar olmasa bile bir anlamının olduğunu gösterir. Öyleyse sanatın bütünüyle duygusal veya bilimin akli öğeler içerdiğini söylemek her durumda doğru olmayabilir. Nasıl ki,sanatta söz kadar olmasa da renklerde mantıki bir anlam içeriyorsa, bilimde de bazen metafizik, mistik ve irrasyonel bir özelliğe dayalı işleyişe şahit olunabilir. Bu, özellikle olgu ve kuram seçiminde gözlemlenebilir. Ancak bu sözler bilimin işleyişinde irrasyonalizm hakimdir gibi algılanmamalıdır. Çünkü bilimin, olgusallıktan sonra aklilik, mantikilik en belirleyici özelliğidir.
Sanatçı doğayla etkileşiminden bir takım izlenimler alır. Bu izlenimleri bazı işlemlere tabi tutarak bir ifadeye ulaşır ve bu ifade onun oluşturduğu yeni bir fenomendir. O,kendi ruhunda yarattığı bu fenomenden estetik bir tatmin duyar. Ancak "bu yaratma, bu ifade sürekli olarak sürüp gitmez... Sanatçı bu ifadeyi bir müddet sonra tekrar canlandırmak isterse belki de bunu başaramayacaktır." Çünkü estetik yaratma ve buna bağlı ifade ve estetik tatmin bir defa yaşanabilir. Onun sürekli aynı yoğunlukta tekrarı mümkün değildir. O, özel anı yaşamadır. Tabii ve tarihi varlık alanıyla etkileşim biçimi sanatçının yaşamı anlama ve anlamlandırmasında önemli bir role sahiptir. Bu ilişkide de öznellik en üst seviyededir. Sanatın yaşamı anlamlandırması özgün bir tarzdadır. Bu yönüyle yaşamı anlamada sanattan beklenti Dilthey tarafından çok veciz bir şekilde betimlenmiştir. "Sanat yaşamayı anlamanın organonudur, çünkü o yaşamdan beslenir ve onu ifade ve temsil etmeye çalışır".
Görülüyor ki bilimsel yasa ve kuram, hipotez yani her bilimsel ifade nasıl bize varlığı anlatıyorsa her sanat yapıtı da varlığa ait bir yorum, bir ifadedir. Ancak sanat yapıtının verdiği bilgi bilimsel bilgiden farklı bir özellik taşır. "Bir manzara resminde dile gelen şey, bir fizikçinin, bir jeolog ya da bir botanikçinin anladığı anlamda bir doğa olmayıp, insan tarafından yorumlanmış insansal bir doğadır, subjektiv bir doğadır." Bilimde ise, doğa daha çok objektif ölçülere dayalı yorumlanmaktadır.
Bunun sebebi de herhalde Öner'in ifade ettiği gibi "bilimsel ifadeler, ifade ettikleri varlık türüne", sanat ise "ifade edene bağlıdır".Bilimsel bilgiler insanın ortaya koyduğu neden-sonuç ilişkisine dayalı bir bilgi ile sonuçlanmasına karşın sanat alanında doğaya insan ilişkilerine toplum yaşamına ait üretilen bir sanat eseri ise, sürekli yaşayan, her izlenip okunduğunda ayn bir anlam ve zevk veren özellikler taşımaktadır. Bilimsel bilgi,sürekli değişen, gelişen bir özelliğe sahiptir ve yeni bilgilerin verdiği heyecana öncekilere yönelince ulaşılamamaktadır.
Örneğin Popper' e göre "bilimin görevi sürekli yeni,köklü ve daha genelleşmiş soruları bulmak ve geçici yanıtlan sürekli yenileriyle ve katılarıyla sınamaktır." Bu düşünce bilimin işleyişine daha uygun bir yorumdur. Sanat içinse geçicilik ve kalıcılık o sanat eserinin kıymetiyle ilgilidir. Örneğin soyut sanat geçidir. Kalıcılık sanat eserinin fonksiyonunu yerine getirmesine bağlıdır. Bu bağlamda sanatta bir konu olmalıdır, içerik olmalıdır, imgesellik ve duygusallık olmalıdır. Bunlar bir sanat eserinde mevcutsa o eser kalıcıdır.
Mengüşoğlu'na göre, bilim ve sanatın arasında bir toplumsal olayı ele alış tarzı ve sonuçlan açısından da ciddi bir fark vardır. Bilimin olayları saptayıp betimleyebileceğim ve eleştirebileceğini bunu da kavramlarla yapacağını belirtir. Ancak sanatın bir sosyal olayı bütün canlılığı, bütün korkunçluğuyla çok somut bir durumda gösterebileceğini, sanatçının hem realiteyi bütün katıhğıyla, realist bir tarzda betimleyebileceğin! hem de yalnız izlenimlerini dile getirebileceği görüşündedir.Her iki durumda da sanatın kamuoyu oluşturmadaki güçlü etkisi görülecektir. Çok sıradan bir olay sanatçının yüksek sanat gücüne dayalı ele alışı ve işleyişiyle oluşturulan sanatsal yapıtla kalıcı etkiye sahip olabilir. Sanat gibi bilimin de kamuoyu oluşturmada güçlü etkisi vardır. Aynı zamanda her iki alanda bu konuda güçlü etkilerinden dolayı istismara açıktırlar. Bu durum bilimselliğin ve sanatsallığın en büyük düşmanı da olabilir.
Bu iki eylem alanının da ideolojik bir tutuma bürünmesi sanatın çok fonksiyonluğunu engellerken bilimin gücü olan objektifliğini tehlikeye sokar. İdeolojik tutumun her iki alanda da faaliyeti etkilemesi, belirlemesi olumsuzluklara yol açar.Bilimi de sanatı da üretecek olan insandır ve düşünen üreten bir bireyin doğal olarak politik ideolojik görüşü olabilir. Ama işini yaparken politik-ideolojik görüşüne göre hareket etmemelidir. Örneğin Maksim Gorki romanlarında daha çok köylü ve işçi sınıfının isteği doğrultusunda gerçekleri yansıtır ve değerlendirir. Bu Gorki'nin geniş halk kitleleri tarafından kabul görmesini ve okunmasını sağlar. Ancak sanatın sadece ideolojik ve sınıfsal fonksiyonlarını öne çıkarmak onun potansiyel estetik imkanlarını sınırlamak demektir. Yani sanatın gerçek niteliğinden, duygusallığından, imgeselliğinden, değiştirici,eğitici ve bilgilendirici fonksiyonlarından uzaklaşmasına neden olur. Sanatı sadece ideolojik çıkar açısından belirlemek onun alanını daraltır ve onun birçok fonksiyonunu bire indirir. Aynı tehlike bilim içinde geçerlidir. Bilim adamı bilimi bir ideolojinin, kurumun, kişinin hizmetine vermemelidir. Eğer bir araştırma ideolojik tavrından annamazsa ölçütlerinin bilim dışı olması tehlikesi ortaya çıkar. Olguları ve olayları bilimsel ölçütlere göre açıklamak yerine onları ideolojisine uydurmaya çabalar. Özellikle sosyal araştırmalarda sosyal araştırmacılara bu konuda büyük sorumluluklar düşmektedir.Ayrıca bilim adamı yaptığı faaliyetin insani boyutunu da hesaba katmalı ve bilimsel ürünlerin insanlık için ne gibi sonuçlar doğurabileceğini düşünerek faaliyetini sürdürmelidir.
Bu konuda Oppenheimer'in 1949 da hidrojen bombasının yapımını reddettiği için atom araştırma merkezindeki görevinden atılmayı ve ajanlıkla suçlanmayı göze alarak geri adım atmaması gerçekten bilim adamlarına örnek olmalıdır. Demek ki hem bilim adamı hem de sanatçı üretim faaliyeti sonucunda insanlığa karşı sorumluluklarının idraki içinde olmalıdırlar.
Gerçekten bir tek bilme tarzı mı yoksa birden çok bilme tarzı mı var? Bu konu tartışıldığı zaman farklı bilme tarzlarının varolduğunu görüyoruz. Gerek farklı olay ve olgu grubuna ilişkin gerekse kullanılan yöntem açısından bilgi bilen ile bilinen arasında ki ilişkinin ürünü olsa da bilinecek olanın özelliği, mahiyeti ya da biliş biçimine göre bilgi çeşitlenmesine yol açıyor. Bu bağlamda da baktığımızda sanat bilgisi ile bilimsel bilgi arasında ki temel farklılığın suje-obje ilişkilerinden kaynaklandığı görülüyor.
Sanatçı ile objesi arasındaki bağ ile bilim adamıyla nesnesi arasındaki bağ birbirinden farklıdır. Her iki alanda suje ile obje arasındaki bağı kuran farklı aktlann etkin olduğu görülür. "Bilgi-aktları algı, gözlem, deneme ve sınama gibi akılarla açıklama, anlama, düşünme, karşılaştırma çözümleme, indüksiyon,dedüksiyon, seziş, vb. gibi akılardır. Sanatta sanatçı suje ile objesi arasında bağ kuran aktlarda görme özel bir seziş, yaratma gibi aktlar ağırlık kazanır." Bu aktlara baktığımızda her türlü bilgi oluşum sürecinde sezgi vardır.
Hem sanatsal bilgiye hem de bilimsel bilgiye ulaşmada sezgi önemli rol oynar. Ancak sanat felsefesi ile uğraşan düşünürler sanat sezgisini genel anlamda sezgiden ayırırlar. Croce "sanat sezgisi özel çeşitten bir sezgi olup, genel sezgiden daha fazla bir şey olmasıyla ayrılır" der.
Bilimde tavırların yerine kavramlar koyulur ve daima yeni ilişkiler bulunarak sınırlı kavramlara daha geniş ve kuşatıcı kavramlar eklenirken sanat sezgi aracılığı ile sürekli duyumlar ve izlenimler ile ilişki içerisindedir. Ve sanat bu izlenimlerin bir ifadesidir.
Medawar ise "Bilim Anlayışımızda İki Yaklaşım" adlı çalışmasında sezginin bilimdeki rolüne değinir. Birinci anlayışta "sezgi atılımın gücünü sağlar" derken Croce'nin sanatta sezgiye yüklediği rolü bilimde sezgiye yükler. İkinci anlayışta ise "Bilim her şeyden önce eleştirel ve çözümleyici bir etkinliktir... imge dediğimiz bir katalizör olmaktan ileri bir şey değildir: düşünceyi hızlandırır ama onu ne başlatabilir ne de yönlendirebilir" diyerek de bilimsel sürecin mantıksallığına vurgu yapar. Ancak "bilimsel anlayışın gelişmesindeki her adımda bu iki sürecin sezgi ile mantıksal düşüncenin kucaklaştığını göstermek mümkündür" sözleriyle iki ayrı düşünceyi birleştirir.
Böylece bilimsel işleyişi daha doğasına uygun betimlemiş olur. Aynı konuda Magee, Popper'e dayandırarak bilim adamı ve sanatçı için "ikisi de sezginin onsuz olunmaz gücünden yararlanan gerçek arayıcılardır" der. Farklı düşünürlerin ifadelerinde görüldüğü gibi sezgi hem bilimin işleyişi hem de sanat faaliyetinde yaratıcılığın vazgeçilmez gücüdür.
Sanat ile bilim arasındaki ilişkiyi değerlendirirken bir diğer önemli husus ise sanatta bireyselliğin öne çıkmasıdır. Bu doğal olarak süreklilik gösteren yapıları engellemektedir. Sanatta ne ressamlar ne de müzisyenler birbirinin tamamlayıcısı olamıyor. Bir eserin diğerinden daha tam olduğunu söylemek mümkün olamıyor. Her yapıt kendine özgü orjinallik taşıyor. Leonardo da Vinci veya Beethoven veyahut Mıcheîangelo'm eserlerinin bir benzerinden söz edemiyoruz. Ama bilim alanında büyük bilimsel devrimlerle paradigma değişikliği gelenekten kopma olarak değerlendirilirse de bilim faaliyeti,kuhnvari söyleyecek olursak,bir paradigmaya bağlı olarak yürüyor. Diğer bir deyişle sanatçı bilim adamı gibi kavramlar ortaya koymaz ve genel bir kural sunmaz. Kendine özgü aktlanyla varlığı kavrarken yanlışlık ve doğruluğa ilgisizdir. Onun için önemli olan "objenin derinliği ile kavranıp kavranılmamasıdır. Çünkü ancak kendi objesini derinliği ile yani onun varlık özünü kavrayan yapıt, sanat yapıtı olma değerini taşır." Bilim için çok tartışılan bilimsellik kriterlerinin sanatçı için hiçbir önemi olmadığı gibi bunlar bir sanat yapıtında da aranamazlar. Sanat yapıtında sanatçının özgün ifadesi vardır. O da sübjektif bir karakter taşır. Ancak ne bilime bütünüyle nesnel bilgi ne de sanata öznel bilgi diyebiliriz. Ama öznellik veya nesnelliğin daha ağır bastığı söylenebilir.
Hem bilim de hem de sanatta öznelci ve nesnelci yaklaşımlara rastladığımız gibi öznellikle nesnelliğin birlikte yansıtıldığını savunan anlayışlar da vardır. "Gerçek sanat yapıtı en yoğun öznellikte ve en geniş nesnellikte anlatımın! bulur. Nesnellik öznellikte, öznellik nesnellikte değerine kavuşacaktır. Ne var ki böylesi bir dengenin istenmediği yada bazen tutturulamadığı durumlar vardır. Özneici bakışın nesnelci bakışa,nesnelci bakışın öznelci bakışa egemen olmak istediği çok görülür." Oysa öznelcilik ve nesnelcilik ya da duygusallık ve akıîsallık insan eyleminin doğasında vardır. Bozkurt ise "sanat hem bir gerçeği temsil eder, canlandırır, hem de insan duygularını dile getirir, dışa vurur.
Bunlardan hangisinin daha önemli olduğu da tartışma konusudur" der.Öte yandan nesnelliği ve öznelliği bilim ve sanatın ayırt edici özelliği olarak gören düşünceler de vardır. "Bilim alemi olduğu gibi nesnel açıklar; sanatsa gerçekliği, olması gerektiği gibi öznel bakışla tasvir eder; yani sanat evrenin gerçek şekillerini değiştirir ve her şeyi hayal gücünün yarattığı renkler, çizgiler, sesler ve hayaller içinde kuşatılmış görür."
Sanatın evreni ifade etme biçimini özgünleştiren: "Emprik dünyadan kopup ayrılması nedeniyle, sanat eseri daha yüksek düzeyde bir varlık haline gelebilir... sanat eserleri, empirik hayatın sonradan kurulmuş imgeleri ya da taklitleridir." Bilimsel bilgi ise empirik dünyadan kopamaz. Çünkü bilim doğrudan olgunun bilgisi veya olgusal içerikli bir bilgidir. Oysa gerçek yaşamda çirkin bir olay ya da obje bir sanat yapıtı olarak oldukça güzel ifade edilmiş olabilir. Empirik dünyadaki güzellik ya da çirkinlik sanat yapıtını bağlamaz.
İnsan eylemi olan bilim ya da sanat ilişkisine beynin biyolojik yapısı ve işleyişi açısından da bakılabilir. Bu konuda Oeser'in modern beyin fizyologlarının beynin belli bölgelerinin belli fonksiyonunun bulunduğu anlayışından hareketle sol yarım küreyi daha çok doğa bilimcilerin, sağ yarım küreyi ise sanatçı ve tin bilimcilerin çalıştırdığını varsaymamız gereken anlayışa karşı çıkar. Oysa çok kabul gören bu anlayış meselenin tartışılmasında önemlidir. Ancak yinede pratikte görülüyor ki beynin her iki yarım küresi ayrı fonksiyonlarının yanında birbirinin faaliyetini destekleyici bir ilişki içerisindedir.
Örneğin Leonardo da Vinci için sanatçı olduğu kadar bilim adamıdır da denilmektedir.O bilim alanında başarılı çalışmalara imza atmıştır. Mekaniğin genel yasaları ve Arno Vadisindeki katmanlaşmaların tarihçesini bulgulamıştır. Yine Einstein'in çalışmalarında Dostoyevski'den ne kadar etkilendiğini açıkça ifade etmesi ve çok güzel keman çalması bilim adamlığı ve sanatçılık özelliğinin birlikte de olabildiğini göstermektedir.