İBNİ HALDUN VE FARABÎ - İBNÎ SİNACI «MEDENÎ SİYASET» GELENEĞİ (....devam )

Fârâbî ve İbni Sina'nın peygamberlik kuramlarını, daha doğrusu bu kuramın siyasal-toplumsal sorunla ilgili yukarıda sergilediğimiz cephesini gördükten sonra asıl sorunumuza, İbni Haldun'un «medenî siyaset» veya felsefi siyaset hakkındaki değerlendirmelerine ve «umrân bilimi» ile Fârâbî-İbni Sinâcı siyaset felsefesi arasındaki temel farklılıklara yeniden dönebiliriz.

Peygamberlik kuramı etrafında dönen tartışma Fârâbî-İbni Sina ile İbni Haldun'un toplum ve siyaset araştırmalarına ne kadar farklı noktalardan girdiklerini, ne kadar farklı amaçlar güttüklerini artık tam bir açıklıkla ortaya koymuş olmalıdır. İbni Haldun'un filozoflara yönelttiği eleştiriye, onların peygamberliğin toplum için zorunluluğu iddialarına ne aklın, ne de tarihin tanıklık etmediği eleştirisine dikkatle bakalım ve kendi kendimize şu soruyu soralım: Acaba Fârâbî ve İbni Sina, İbni Haldun'un gayet kolay bir biçimde çürük tarafını gösterdiği sözü edilen akıl yürütmelerini niçin yapmışlardır? Onlar bu akıl yürütmelerinde İbni Haldun'un dikkatimizi üzerine çektiği atlamayı nasıl farketmsmişlerdir? Daha doğrusu acaba onlar kendi mantıkları ve kuramları içinde gerçekten böyle bir atlama yapmışlar mıdır?

Fârâbî ve İbni Sina ile ilgili olarak yaptığımız sergilemelerin gösterdiğini ümit ettiğimiz üzere aslında ne Fârâbî, ne de İbni Sina «herhangi bir toplum» düzeni için peygamberliğin (veya felsefenin) zorunlu olmadığını bilmemekte değillerdir. Onlar insanın «gerçek» mükemmellik ve mutluluğunun neden ibaret olduğunu bilmeyen, dolayısıyla onları gerçekleştirmeye çalışmayan peygambersiz (veya filozofsuz) bir çok başka toplum düzenlerinin var olabileceğini, fiilen de var olduğunu bilmiyor da değillerdir. Nitekim Fârâbî'nin «ideal toplum» u yanında zenginlik, ün, kudret, hazlar vb. gibi sahte iyiler olarak nitelediği birtakım değerler üzerine kurulu kendi kendine yeten, toplumsal düzenlerin var olabileceğini kabul ettiğini biliyoruz. Hatta Fârâbi'nin insanın gerçekten mutluluğunu sağlayacak ideal toplumun bir bakıma bu dünyada gerçekleşmesi mümkün olmayan bir «hayal» olduğunu kabul ettiğini de biliyoruz .

Ancak Fârâbî, kendisinden hareket ettiği epistemolojik-metafizik kuramı içinde bu toplumların, insan varlığının gerçek anlam ve amacını, «gerçek insani mükemmellik ve mutluluğun» ne olduğunu bilmemelerinden Ötürü «var olması gereken» anlamda «gerçek» olmadıklarını, bu ideal toplumun ise yine bu anlamda asıl «gerçek» toplum olduğunu düşünmektedir. Fârâbî ve İbni Sina,insanın özü ve anlamı hakkında yanlış bir bilgiden hareket ettikleri için bu kusurlu toplumların eninde sonunda çözülme ve yıkılmaya mahkûm olduklarını düşünmektedir. Peygamberliğe gelince onlar, peygamberliğin zorunluluğunu herhangi bir toplumla ilgili olarak değil, sözünü ettikleri «ideal toplum»la ilgili olarak kanıtlamak istemektedirler ve bu iddiadadırlar.

İbni Haldun'un Fârâbî-İbni Sinâcı bu peygamberlik ve siyaset kuramının sözünü ettiğimiz özelliklerinin farkında olmaması düşünülemez. Buna rağmen neden o, sözünü ettiğimiz türden bir atlamanın varlığını görmekte ve onları eleştirmektedir? Bunun da nedeni herhalde onun toplumsal-siyasal soruna bakış açısının bu filozoflarınkinden tamamen farklı, hatta onlara karşıt olmasında aranmalıdır.

Yukarıda birkaç defa işaret etmeye çalıştığımız gibi İbni Haldun'un «umrân bilimi» nde toplumsalsiyasal olaylara bakış tarzı tamamen realist, ampirist, kısaca bugünkü deyişle bilimseldir. O, eğer böyle ifade etmemize izin verilirse, bu sorunlara bir siyaset veya toplum felsefecisi olarak değil, bir siyaset ve toplum bilimcisi olarak bakmaktadır. O, hiçbir zaman toplumsal-siyasal «telos»lar, «ethos»Iarla ilgilenmek istememekte, hiçbir zaman insanların nasıl bir toplum düzeni içinde, nasıl bir siyasal idare altında, neden dolayı yaşamaları gerektiği türünden soruları kendi kendine sormak istememektedir. Ona göre «umrân bilimi» nin konusu, bir bilim olarak insanların fiilen hangi toplumsal düzenler içinde, hangi siyasi idareler altında ve nasıl yaşadıklarını araştırmaktır.

Fârâbî-İbni Sinâcı siyaset, arkasında bir varlık ve değerler metafiziği, bir ahlâk metafiziği olan felsefi bir siyasettir. O, insanın özünü, evrendeki yerini, anlam ve amacını araştıran bir felsefi antropolojinin uzantısıdır. Nitekim birçok büyük sistem kurucusu filozofta, örneğin Platon'da, Hegel'de, Marx'ta olduğu gibi Fârâbî-İbni Sina'nın görüşlerini onların felsefelerinden, özellikle metafizik, ahlâk ve antropolojilerinden ayırarak anlamaya imkân yoktur. Fârâbi-İbni Sinâcı metafizik, varlıkların kaynaklarının madde ile bulaşmamış saf Akıllar olduğunu, bunların etkinliklerinin de saf düşünmeden, temaşa etmeden ibaret olduğunu söylemektedir. Fârâbî-İbni Sinâ'cı, psikoloji insanın bir beden ve ruhtan meydana geldiğini, ruhun tinsel ve ölümsüz bir töz olduğunu kabul etmektedir. Fârâbi-İbni Sinâcı antropoloji insanı insan yapan yanının maddi değil, tinsel yanı olduğunu belirtmekte, bundan da insanın gerçek mükemmellik ve mutluluğunun neden ibaret olduğuna ilişkin belli bir görüş ortaya çıkmaktadır. Bu görüşe göre insan bedeninden kurtulmak, tinsel özünü geliştirmek, göksel Akıllar'ı temaşa etmek ve onların etkinliklerini taklit etmek suretiyle gerçek mükemmellik ve mutluluğa erişebilir. O zaman toplum ve siyaset de
insanların bu amaçlarını gerçekleştirmeleri için birer araç olmaktadır.

Fârâbî ve İbni Sina, kusurlu eksik toplumsal-siyasal düzenlerin var olduğunu bilmekte ve görmektedirler. Ancak onlar için amaç, bu toplumsal-siyasal düzenlerin nasıl meydana geldikleri, hangi mekanizmalara göre çalıştıklarını araştırmak değildir. Bunlar olsa olsa asıl ilgilerini üzerinde yoğunlaştırdıkları ideal toplum araştırmaları için bir araç olabilirler. Bundan dolayı Fârâbî araştırmalarını derhal erdemli, ideal topluma, bu toplumun özelliklerine, bu toplumda yöneticilerin rolüne, onların hangi niteliklere sahip olmaları gerektiğine vb. yöneltmektedir. Başka deyişle onun araştırmaları tam İbni Haldun'un toplum hakkındaki araştırmalarının bittiği yerden başlamaktadır. Çünkü İbni Haldun da kendi araştırmalarını tam bu filozofların erdemsiz, kusurlu toplumlar dedikleri toplumlar ve onların düzenleri üzerine yöneltmektedir. Bir örnek vermemiz gerekirse Platon-Fârâbîci siyaset geleneğinde egemenlik sistemlerinin kaynakları, ortaya çıkışları, gelişme ve ortadan kalkışları ve bunların benzerlerine ilişkin sorular, kendileri için değil, araştırılan ideal toplumla ilgili yasa koyma sanatının bir parçası olarak sorulurlar. Oysa İbni Haldun bunları herhangi bir yasa koyma sanatına ilişkin olarak değil, bizzat kendileri için sorar. Bu sorular bizzat kendileri bakımından bağımsız bir araştırmanın, «Umrân Bilimi» nin konusunu oluşrururlar .

Son olarak, İbni Haldun'un filozofların «medenî siyaset» araştırmalarında yöneticisiz bir toplum ideali peşinden koştukları konusundaki sözleri üzerinde tekrar durmak istiyoruz. Gerek Fârâbî'nin siyaset felsefesi, gerekse İbni Sina'nın peygamberlik kuramı üzerine verdiğimiz açıklamalar, böyle bir görüşün onlara yüklenmesinin hatalı olduğunu göstermektedir. Çünkü gördüğümüz gibi ne Fârâbî ideal devletinde filozoftan veya peygamberden, ne de İbni Sina âdil toplumunda peygamberden vazgeçme, onsuz olabilme iddiasında değildirler. Buna rağmen İbni Haldun acaba neden böyle bir görüşü onlara yüklemek istemektedir. Burada aklımıza birkaç ihtimal gelmektedir. Ya Fârâbî veya İbni Sina bize ulaşan veya henüz ulaşmayan yapıtlarında böyle bir görüşe yol açabilecek şeyler söylemektedirler; ancak bizim onlardan haberimiz yoktur veya İbni Haldun bilinçli olarak filozofların siyaset araştırmaları ile kendi «umrân bilimi» araştırmaları arasında kesin bir ayrım yapmak, onların ne kadar «farazi» veya «hayali» amaçlar peşinde koştuklarını göstermek üzere böyle bir yorum yapmak ihtiyacını duymakta, onların insani toplumsal hayat için varlığının zorunlu olduğunu söylediği «egemenlik» olayından habersiz  «safdil» siyaset araştırmacıları olduklarını belirtmek istemektedir. Nihayet üçüncü ve akla yakın diğer bir ihtimal İbni Haldun'un onların kendi siyaset kuramlarında açık bir biçimde ifade etmeseler de dayandıkları metafizik-antropolojik ilkelerin mantığı içinde tutarlı olarak böyle bir sonuca varmak zorunda olduklarını düşündüğüdür. Eğer bu ihtimal doğruysa İbni Haldun'un söylemek istediği şeyin şöyle bir şey olması mümkündür:

Filozoflar ideal, yani gerçekleştiği takdirde insan doğasına ve insanın temel amaçlarına en uygun düşeceğini düşündükleri bir toplumun peşindedirler. İnsanların çoğu, kendi gerçek amaçları, gerçek özleri hakkında gerçek bir bilgiye sahip olmadıkları için kusurlu toplum düzenleri içinde yaşamaktadırlar. Bu gerçek bilgiye sahip olanlar, filozoflar ve peygamberlerdir. Bu gerçek bilgi etrafında filozoflar veya peygamberler kurallar, yasalar ortaya koyup toplumu biçimlendirdiklerinde insanların bu kural ve yasalara direnmeleri, karşı çıkmaları için gerçekte hiçbir neden olmayacaktır. Çünkü onlar kendi öz ve doğalarına en uygun düşen, aradıkları mutluluğu gerçekleştirmelerini sağlayan kural ve yasaların gerçekte bunlar olduğunu
göreceklerdir. O halde böyle bir toplumda başka, kusurlu toplumlarda sözü edilen bilgi eksikliğinden ötürü ortaya çıkan insanlar arasındaki çatışmaları önlemek üzere kendisine ihtiyaç duyulan «vâzı' hâkim» bir gücün varlık nedeni ortadan kalkacaktır. Çünkü bu gücün varlık nedeni, insanların «hayvani» olan yanlarının, yani başkalarına zarar vermek yönündeki eğilimlerinin ortaya çıiardığı sorunları önlemektir. Şimdi insanlar bu «hayvani» yanlarının yani asıl özlerini, doğalarını ifade etmeyen yanlarının etkisinden kurtulup «insani» yanlarının ve bu insani yanlarının gerektirdiği erdem ve hasletlerin farkına varıp ona uygun davranışlarda bulundukları takdirde egemenlik olayına, yani son çözümde tagallübe, tahakküme, bir insanın başka insanlar üzerine olan baskısına gerek kalmayacaktır. Bu durumda herkes kendi gerçek doğasının etkisi altına girecek, yani kendi kendisinin «vâzı' hâkim»i olacaktır. Böylece bu ideal toplum, bu toplumun üyelerinden herbirinin sahip olması gereken karakter ve ruh özelliklerine sahip olmaları durumunda başta mütehakkim, baskıcı bir yöneticiye ihtiyacın ortadan kalkacağı bir toplum olacaktır.

Bir faraziye olarak ileri sürdüğümüz bu yorumda bizi desteklediğine inandığımız önemli bir nokta, İbni Haldun'un kendisinin filozofların ideal toplumuna büyük ölçüde benzer bir biçimde betimlediği «dinsel siyaset» rejimi, özellikle Muhammed'in gerçekleştirmiş olduğu saf teokratik toplum düzeni hakkında bu tür bir görüşü ileri sürmüş olmasıdır.

Daha önce üzerinde durduğumuz dinsel ve akılsal siyaset rejimlerini anlatırken İbni Haldun, yine daha evvelce işaret ettiğimiz üzere bu iki rejimi gerek kapsadıkları alan, gerekse amaçları bakımından bir analize tâbi tutmaktadır. Ona göre akılsa! siyaset rejimi, örneğin insanın sadece bu dünyadaki, yani «dünyevî» varlığını esas olarak aldığı halde, dinsel siyaset rejimi onun hem bu, hem de gelecek dünyadaki hayatını düşünür ve amaç olarak da asıl, onun Öbür dünyadaki «kurtuluş»u ile ilgilenir .

Bu iki siyasi rejim arasındaki diğer ve belki en önemli bir farklılık ise koymuş oldukları yasaların niteliğinde bulunur. İbni Haldun'a göre dinsel siyaset rejiminin koymuş olduğu yasalar, bu yasaları kabul eden bireylerin ruhlarında «içleştirilebilir» bir nitelik taşırlar. Oysa akılsal siyaset rejiminin yasalarında böyle bir nitelik yoktur. Onlar, eninde sonunda bireye dıştan ve üstten bir «zorlama» kuralları olarak kalırlar. İbni Haldun'un kendi deyişine göre tanrısal bir Şeriat'e dayanan siyasi bir rejimde her bireyin kendi kendisinin «vâzı' hâkim»i olması mümkündür. Oysa diğer rejimde bir insanın «vazı' hâkim»! mutlaka bir başkası olmaktadır.

Nitekim İbni Haldun İslâm'da saf ve gerçek anlamında bir dinsel siyaset rejiminin hâkim olmuş olduğuna inandığı Muhammed ve ilk dört halife zamanında bütün müslümanlarm «vâzı' hâkim» lerinin bizzat kendileri olmuş oldukları, onların kendi yasalarını kendilerinin koymuş olduklarını düşünmektedir. Bunun nedeni, bu ilk müslümanların Peygamber'in getirmiş olduğu yasaları ruhlarında içleştirebilmiş olmalarıdır.. Öyle ki İbni Haldun'a göre bundan dolayı bu ilk müslümanlar, sözü edilen Şeriat'in ve Şeriat koyucusunun yasalarına, emirlerine uygun olarak yaşadıkları zaman, adeta, kendi koydukları yasalara uymuş gibi olmuşlardır .

İbni Haldun bu düşüncesini ilginç bir örnekle desteklemektedir: Ona göre genel olarak bir yasalar düzeni içinde yaşayan topluluklarda, bireylerin cesaretlerini (ba's), kendilerine güvenlerini, direnme güçlerini kaybetmeleri bir kuraldır. Bunun tersine olarak en cesur, en kendine güvenen insanlara da herhangi bir yasa düzeni altına girmek istemeyen başına buyruk, vahşi, göçebe Araplar'da rastlanır. Bu olayın açıklaması da yasaların zorlayıcı güçleri ve organları ile (cezalar, polis, ordu vb.) kişilerin cesaret ve direnme güçlerini azaltması, ezmesinde aranmalıdır.

Nitekim bundan dolayı da ibni Haldun'a göre şehir uygarlığı (al-umrân aî-hazarî) aşamasında şehir insanlan, diğer birçok değişiklikler yanında ürkek, korkak, dirençsiz, kendine güvensiz bireyler haline gelirler . Şimdi buna Peygamber'in zamanında, onun etrafında yaşayan ilk müslümanların canlarını uğrunda seve seve verecek kadar Şeriat'in emirlerine uydukları, yasalarına itaat ettikleri halde ne kendilerine güvenlerini, ne de cesaretlerini kaybetmemiş oldukları tarihsel gerçeği hatırlatılarak itiraz edilebilir. Nitekim İbni Haldun'un kendisi bu itirazı kendine yapmakta, sonra bu itirazın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır: Ona göre bu özel durumun nedeni, Şeriat denen yasanın özelliğidir.

«(İlk) müslümanlar, Muhammed'den Cal-şari') dinlerini aldıklarında, onların «vâzı' hâkim»i bizzat kendileri olmuştur» . Bundan ötürü bu yasaya en mükemmel bir biçimde uymuş oldukları halde, sözü edilen niteliklerini kaybetmemişler, tersine daha cesur, daha kendilerine güvenli, direnç sahibi varlıklar olmuşlardır .

Burada İbni Haldun'un açıkça filozoflara atfen sergilediği «yöneticisiz toplum» idealinin veya olgusunun bir benzerini İslâm'ın «altın çağ»ı olarak gördüğü saf teokrasi, dinsel siyaset rejimi için kabul ettiğini söyleyemez miyiz? İnsanların Şeriat'i içleştirmelerinden doğan bu dinsel siyaset rejimini, ortada gerçek anlamda bir egemen gücün olmadığı, İbni Haldun'un kendi deyimiyle «herkesin kendi kendisinin «vaz'ı hâkim»i olduğu bir rejim olarak nitelendiremez miyiz? Filozofların, insanların kendi özlerine, doğalarına en uygun düşen, onun taleplerini karşılayan bir. rejim olmasından ötürü de «ideal toplum»larmda, yine bu anlamda egemen bir gücün ortadan kalkacağı görüşünde olduklarını söyleyemez miyiz?

Bu yorum, kanımızca, İbni Haldun'un filozofların «medenî siyaset» kuramlarıyla ilgili söylediği sözlerde dikkatimize çarpması mümkün olan bir çelişkiyi de açıklamamızı mümkün kılar. Şöyle ki: İbni Haldun bir yandan filozofların içinde egemen bir yöneticiye ihtiyacın ortadan kalkacağı «ideal toplum» peşinde olduklarını söylemekte, ancak öte yandan yine filozofların insan toplumu için peygamberliğin ve egemen bir yönetici olarak peygamberlerin doğal ve «zorunlu»» oldukları görüşünü ileri sürdüklerinden bahsetmektedir. Eğer peygamberlik insan toplumu, âdil ve ideal toplum için doğal ve zorunlu bir kurumsa, filozofların böyle bir toplumda egemen bir yöneticiye ihtiyaç olmayacağı görüşünde oldukları iddiası doğru olamaz. Kanımızca bu bir çelişki gibi görünen durumun açıklayıcı nedeni, İbni Haldun'un «egemen yönetici» kavramını birbirinden belli bir ölçüde farklı iki anlamda kullanması, daha doğrusu kullanıyor izlenimi vermesidir. Aslında gerek filozofların ideal toplumlarında, gerekse Muhammed ve ilk dört halife zamanının saf teokrasi rejiminde, yasa koyucu ve yasaların uygulanışını denetleyici anlamda filozof veya peygamber yönetici güç egemen güç varlığını hâlâ sürdürmektedir. Ancak bu yönetici' egemen güç, diğer kusurlu toplumlarda, saf tagallüb, tahakküm baskı devletinde olduğu türden bir yönetici, egemen güc değildir. Toplumsal-siyasal açıdan aynı işlevi görmekle birlikte onların yapıları, nitelikleri arasında derin bir fark vardır. İste bu noktayı göz Önünde tutarsak bir anlamda her türlü toplumda mutlaka bir egemen, yönetici gücün var olması gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak bir başka anlamda da bu birinci, yani filozofların «ideal» ve İbni Haldun'un «saf teokratik» toplumlarında tagallüb, tahakküm ve baskıya dayanan bir egemenliğin olmadığını söyleyebiliriz.

Bu da bizi ikinci ilginç ve önemli diğer bir noktaya götürebilir: Bu da İbni Haldun'un bir yandan filozofların «ideal toplum» araştırmalarına karşı çıkarken öte yandan sözünü ettiğimiz saf teokratik dinsel siyaset rejimini filozofların bu ideal devletlerine benzer bir biçimde, benzer kavramlarla betimleme yönündeki eğilimidir.

Burada dikkatimizi çekmesi mümkün olan bu çelişkiyi de şöylece açıklamamız mümkün gibi görünmektedir.- İbni Haldun'un kendisine karşı çıktığı filozofların «ideal toplumları değildir, bu ideal toplum yönündeki araştırmalarıdır. Kendisi bir «umrân» bilgini olarak tarihte fiilen ortaya çıkmış toplumsal-siyasal düzenleri araştırmak amacındadır. Filozoflar ise bundan bambaşka bir şeyle, fiilen gerçekleşen toplum düzenleri yerine, olması, gerçekleşmesi gereken toplum düzenleri, siyasal rejimlerle ilgilenmektedirler. Mukaddime'de belli bir genişlikte üzerinde durduğu Peygamber ve ilk dört halife zamanının «saf teokrasi  rejimi ibni Haldun'u «iyi» veya «ideal» nitelikleri açısından değil, az bir zaman süresi içinde gerçekleşmiş olmakla birlikte «fiilen gerçekleşmiş» bir toplumsal-siyasal düzen olması açısından ilgilendirmektedir.

Eğer böyle söylememize izin verilirse, o rejimle bir «medenî siyaset» araştırmacısı olarak değil,bir «umrân bilimi» araştırmacısı olarak ilgilenmektedir. Aslında o bir insan, bir mü'min, içten bir müslüman olarak bu «saf teokrasi» dönemi olarak nitelediği dönemi bir «altın çağ» olarak gördüğünü saklamamakta, sevgi ve hayranlık duygularının nereye gittiğini açıkça belirtmektedir. Ancak bir «umrân» bilgini olarak görevinin kendisini ilgi, duygu veya ideallerine kaptırmamak olduğunu düşünmektedir. Nitekim o, asıl ilgisini, bir «gerçek» olmakla birlikte çeşitli bakımlardan «atipik», «olağandışı» bir özellik gösteren ve bundan dolayı toplumların genel-tarihsel işleyişi içinde bir «istisna» teşkil eden bu «saf teokrasi» üzerine değil, çıplak tagallüb, tahakküm devletleri, deyim yerindeyse «layik», «doğal» toplum düzenleri üzerine yöneltmektedir .

2 Yorumlar

Adsız
26 Ocak 2009 19:11  

bu makalede birşey gözden kaçmış hz muhammet çldükten hemen sonra 4 halife döneminde tahta kavgaları başlamamışmıydı? yada hz muhammet bir yasa koyucu olarak tüm toplumu mutlu edebilmiş miydi?bence ideal devlet ideal toplum tartışmaları bitmez.çünkü yönetici sınıfların filozof olması ideal devleti ideal toplumu kurmaya yeterli değildir.çünkü felsefe de mutlak gerçeği arayan birbirinden apayrı görüşler vardır.ibn haldunun felsefesinin antropolojik araştırma olduğu gerçekten görülüyor ve kendiside ideal devletin olamayacağını biliyor diye düşünüyorum..

Adsız
17 Nisan 2012 15:31  

hazreti muhammed vefat etti hocam. edebilmişti ki bunca müslüman hala onun devletini arıyor.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP