ALMAN İDEALİZMİNİN İKİ DÖNEM

Eyüp KILIÇASLAN

"Alman İdealizmi" tanımlaması, genel olarak, Kant tarafından başlatılan, ve onun izleyicileri olarak görülen Gottlieb Fichte, F. W. Joseph Scheîling, G. W. Friedrich Hegel tarafından geliştirilen felsefi akıma verilen addır. Bu dönem, edebiyat, sanat, tarih alanlarında da ünlü düşünür ve sanatçı yetiştirmiştir. Mozart ve Beethoven gibi büyük besteciler, Schiller ve Goethe gibi büyük şairler; Schelegel kardeşler gibi büyük eleştirmenler; Schleirmaeher gibi tanrıbilimciler, Humboldt gibi tarihçiler bu dönemin insanlarıdır. Bu önemli düşünsel ve sanatsal çağın gizi, felsefi düşüncenin ve şiirsel imgelemin yakın işbirliğinde yatmaktadır.

1800 yılı Alman İdealizminin gelişiminde bir dönüm noktasıdır. Schelling Aşkınsal İdealizm Dizgesi'ni yayınladığında (1800) felsefi tartışma zirvesine ulaşmıştır. Arı Usun Eleştirisi 1781'de yayınlanmıştı; hemen hemen yirmi yıl sonra ise bu yapıt bütünüyle unutulup bir yana bırakılmıştır. Bunda en etkili olan adlar gene Kant'ın bu önemli eserinden yola çıkıp bu eserin temel ilkelerine karşıt bir yolda (gene Kant'ın tinine ve eğilimlerine karşıt bir yolda) bunu yapmışlardır. Felsefi düşüncede yeni bir dönemi başlattığı düşünülen Kantçı felsefe bir dönüşümle karşı karşıya kalmış; eleştirel ilkeler bütünüyle olumsuzlanacak bir düzeyde bir yana bırakılmıştır.

Alman idealizminin ilk döneminde Kant ile Fichte arasında ayrım biçimsel bir ayrım olmaktan öteye geçmemiş; aynı idealist dizgenin iki değişik anlatımı olmuştur. Fichte kendi dizgesinin Kant'm Eleştirel Felsefesinin "yazı"sma değilse bile "Tin"ine uygun olduğunu belirtmiştir.

I

Felsefe, Kant'a göre, kavramlardan türetilen us bilgisidir. Kant, felsefeyi tüm ussal bilginin dizgesel açımlanması olarak düşünmektedir. Buna karşılık gene de felsefe edimsel bir bilim değil ama daha çok olanaklı bir bilimin ideasıdır ya da salt düşüncesidir. Edimsel bir bilim olarak felsefe (Saltık Felsefe) hiçbir yerde verili olarak bulunmaz. Böyle olduğu için de felsefe ne öğrenilebilir ne de öğretilebilir; "çünkü, nerededir, kimin elindedir, ve onu nasıl biliriz?"

Bugüne dek tüm bilgimizin kendini nesnelere uydurması gerektiği varsayılmıştır; ama onlara ilişkin herhangi bir şeyi kavramlar yoluyla a priori saptama ve bu yolla bilgimizi genişletme girişimleri bu varsayım altında boşa çıkmıştır. Öyleyse, bir kez de nesnelerin kendilerini bilgimize uydurmaları gerektiği varsayımı altında metafiziğin görevinde daha iyi sonuç alıp alamayacağımızı sınayabiliriz (I. Kant, An Usun Eleştirisi, BXVI) Kant'ın Usun Eleştirisi'nde felsefenin skolastik kavramını acunsal kavramından ayırdeder. Felsefenin skolastik kavramıyla bilim olarak aranan bir bilgi dizgesinin kavramı anlaşılır. Bu kavramda yatan bilmenin dizgesel birliğidir, bilginin mantıksal eksiksizliğidir. Felsefenin acunsal kavramı ise tüm bilginin yaşamla ve inançla ilişkisinin kavramıdır (A.g.y., A839/B867). Arı Usun felsefesi ya Felsefeye Giriştir (propaedeutiKtk ya da ön hazırlıktır), usun eleştirisidir, ya da Arı Usun Dizgesidir (Bilimidir), arı usun bütün felsefi bilgisinin dizgesel açımlanışidır ve Metafiziktir. Ancak Kant'a göre Metafizik Arı Usun Eleştirisi olmakla birlikte gene de Arı Usun Felsefesidir de. "Metafizik a priori bilinebilecek her şeyin incelenmesi olduğu gibi tüm arı ussal felsefi bilgilerin bir dizgesini oluşturanın sunuluşunu da kapsayabilir".

Kant için doğanın ve ahlakın metafiziği ve usun bir ön-çalışması (ön-öğretisi) olarak eleştiri, sözcüğün gerçek anlamında felsefedir. Her ne kadar An Usun Eleştirisi Aydınlanma çağının çöküşünü hızlandırdıysa da bu yapıt aynı zamanda bu çağın en olgun ürünüydü. Fichte'nin Bilim Öğretisi ya da kuramı ise belli bir dereceye kadar daha şimdiden yeni yüzyıla ilişkin izler taşıyordu. Ancak Fichte en temel ilkelerde Kantçı felsefeyi izlediğini belirtiyordu. Ancak, Kant Aydınlanmanın bir temsilcisiyken Fichte "Fırtına ve Gerginlik" olarak adlandırılan yazınsal devimin tinine yaşam vermekteydi. Bu devim Aydınlanmadan Romantik döneme geçişi belirtmekteydi. Fichte, Kant'ın Ahlaksal İdealizminin öğretilerine sıkı sıkıya bağlıydı. O da Kant gibi, giderek ondan daha gürültülü bir yolda istenç özgürlüğünü tüm ilkelerin en yükseği olarak, ve ahlaksal dünya düzenim Tanrısal düzen olarak bildiriyordu.

Aynı dönemin bir başka filozofu Schelling ise felsefi tinin ilgisini Ahlaksal (ya da Törel) İdealizmden Estetik İdealizme, ahlaksal eylemci olarak insana ilgiden sanatta yaratıcı deha olarak insana tapınmaya kaydırıyordu. Bir yan bu anlamda kendini ussalcı yorumu içinde dinin (Hıristiyanlığın) sonuçlarına bağlarken diğer yan kamu-tanrıcılıga, giderek pagancılığın mitolojik dinlerine bağlamaktaydı.

Yine değişik bir yönde, Hegel, Ahlaksal ve Estetik İdealizmin yolaçtığı sorunların üstesinden gelmeye çalışıyor, ve geliştirdiği yeni Us kavramıyla felsefenin salt bir bilimin ideası olarak kalmadığını, onun gerçekte gerçek, edimsel bilme, saltık bilme olduğunu Kant'ın, Fichte'nin, Schelling'in ötesine geçerek göstermeye çalışıyordu.

Kısaca, Alman İdealistlerinin düşüncelerinde iki ana eğilim (Ahlak ve Estetik) ve bunların uzantıları arasındaki karşıtlıkları belirtebiliriz. Kant ve Fichte, törel ve ahlaksal özelliklere vurguda bulunuyorlardı. Onlar idealisttiler, çünkü ideallerin yalnızca yaşamın değil ama ayrıca düşüncenin de doruğu ve ereği olduğuna inanıyorlardı.

AHLAK VE ESTETİK

a) İdealler-Olgusallık

Kant'ın ve Fichte'nin dizgelerinde idealler ve olgusallık alanları arasındaki karşıtlığın temel olduğu göze batmaktadır. Nesneler evreni, ya da duyusallıgın evreni olarak olgusallık, ya da doğal bilimlerin incelediği ve açıkladığı evren oiarak olgusallık evreni, en son belirleyici olan, Bütün ya da Evren (tüm Evren) değildir. Bu görülebilir ya da görüngüsel evrenden ayrı olarak bir başka evren, bir başka alan daha vardır: bu evren erekler, hedefler, idealler, eğilimler, sorumluluklar, amaçlar evrenidir, alanıdır. Bu eylem alanı, evreni çok daha önemli bir alandır; yalnızca isteyen ve eyleyen varlıklar olarak bize değil ama düşünen tin için de çok daha önemli bir alandır. Şimdi düşünen tin sorumlulukların ve ideallerin olgulardan ve olaylardan çıkarsanamayacağmı, türetilemeyeceğini tanımak ve bilmek zorundadır. Pratik idealler (ilkeler) evreni, bu anlamda, doğal bilimlerin ve onların salt kuramsal bilgisinin ufkunun ve eriminin ötesinde bulunan bir alanı, kendinin olan bir alanı oluşturur. Pratik ilkeler, idealler algının nesneleri değildirler; onlar daha çok istencin nesneleri olarak, istenç özgürlüğü temelinde çabalayan ve özlem duyan bireysel özbilincin erekleri olarak anlaşılmalıdırlar. Kant ve Fichte tam da bu yüzden pratik ideallisttirler.

b) Pratik ilkeler üzerine Derin-Düşünme

Pratik idealistler, filozofun görevini, sorumluluklarını yerine getiren, eylemlerinden ve edimlerinden sorumluluk duyan sıradan insanı tanımak olarak belirlemişlerdir. Sıradan insan, her ne kadar yaşamı ahlak-dışı olsa da, ve her ne kadar sorumluluklarını, yükümlülüklerini yerine getirmede başarısız olsa da, gene de ahlaklı insandır. Felsefe sıradan, gündelik, pratik insanın bilincinde yatan ilkelere karşı yabancı kalmamalıdır.

Şimdi felsefi düşüncenin işi bu ilkeleri bulmak ve işlemektir; çünkü sıradan insan bunlar üzerine derin-düşünebilecek bir durumda değildir. Sıradan insan kendinin bilincinin bir çözümlemesine girişebilecek durumda değildir. Gerçekte o kendinin pratik etkinliğine batmıştır. Sıradan, gündelik bilinç derin-düşünen bilinç değil eylem insanıdır. Ama filozof öyle mi? O pratikte eylemek zorunda olmayıp kuramsal olarak düşünmek zorunda olduğundan, bu durumda, pratik bilinci çözümlemeli ve pratik insanların, sıradan, gündelik insanların konumunu kuramsal olarak açıklığa kavuşturmalıdır.

c) Nedensellik-Özgürlük

Kant'm ve Fichte'nin Ahlaksal İdealizmlerinde nedensellik ve özgürlük arasındaki ilişkinin bizi getirdiği nokta şudur: doğal nedensellik ve ahlaksal sorumluluk, doğal zorunluluk ve ahlaksal özgürlük, görüngüse! olgusallık ve ahlaksal (törel) ideallik arasında kapanamayacak kadar büyük bir boşluk vardır. Ne bir kurgusal incelik ya da kurnazlık ya da hile, ne bir metafizik sezgi, ne de diyalektik yöntem bu alanlar arasındaki boşluğu gidermede yeterli değildir. Bu boşluk kesindir, ve hiçbir içgörü ve düşünce, hiçbir felsefi bilgi bunun ötesine uzanamaz. Öyleyse tüm düşüncelerimizi, tüm ilkelerimizi, önermelerimizi bu ikircimin temel ve kökensel gerçekliği üzerine temellendirmeliyiz. Bu durumda bize düşen İdeali olgusallıkta yansıtmak, daha da iyisi idealin içeriğini istencimizde ve eylemlerimizde etkili ve güçlü kılmaktır. Katı olgular ve ideal erek arasındaki uçurum derin-düşüncenin ya da kurgusal felsefenin uğraşılarıyla ortadan kaldırılacak gibi değildir. Düşünce bu konuda zayıftır; düşünce bunun üstesinden gelemez. Bu derin uçurum ancak istencin gücüyle giderilebilir, ortadan kaldırılabilir.

ESTETİK

Alman İdealizminin gelişiminin ikinci döneminde oldukça değişik bir eğilim yaygınlık kazanır. Artık bu dönemde düşünce ağırlıklı olarak pratik konularla, ahlaklı insanın idealleriyle, istencin ve eylemin ilkeleriyle uğraşmamaktadır; bunun yerine düşünce ilgisini sezgi ve imgeleme, derin-düşünme ve kurguya yöneltmiştir. Bu dönem, İnsanı bir deha olarak görür ve bu özelliğiyle insanın diğer varoluşlardan ayrımını belirler. İnsan Tanrıya eştir; dahası İnsan tanrısal olanın kendisidir! Onda hayranlık uyandıran büyüleyici yan, bir şaheserin görkemi ve gizemi onu yaratanın tanrısal kökenini göstermektedir. Deha, bir başka deyişle büyük şair, Tanrı imgesinde yaratılmıştır; onun kendisi bir yaratıcıdır, tıpkı Tanrının da kendi sözünde içkin olan dünyanın şairi olması gibi. Schelling kendi Aşkınsal İdealizm Dizgesi(l 800)'nû& şiiri felsefi kurgunun modeli, ölçüsü ve ölçütü olarak düşünmüştü. Bu yolla Ahlaksal İdealizm Schelling'in elinde Estetik İdealizme dönüşmekteydi.

SEZGİ VE DÜŞÜNCE

İlk dönemin İdealizmi uğraşmanın, çabalamanın, eylemin düşüncesinde ya da ideallerinde yoğunlaşmıştı. Buna karşılık, ikinci dönem İdealizmi sezgi ve düşüncenin ideasmda ya da ideallerinde yoğunlaşır. Ancak bu karşıtlık ilk kez karşılaşılan, ilk kez Alman İdealistleri arasında beliren bir karşıtlık değildir. Bu eski bir öykünün, eski bir kavganın yeni bir metafizik düzeyde ve yeni kavramsal biçimlerde açığa çıkışıdır. Platonculuk ve Aristotelesçilik arasındaki çekişme, özdeş olmasa da, bu çekişmeyi andırır. Platon'un İdealizmi varolan herşeyden daha yüksekte duran, üstün olan; bir idealin ideası, kalıcı, sürekli bir ereğin ideasi, tüm insanal tasarlamanın ve eylemenin örneği, ideası olan İyi İdeası'nda sonlanmaktaydı. Aristoteles'in İdealizmi, buna karşılık, eylemin idealleriyle, tasarılarıyla değil ama daha çok varoluşun kendisinin yapısıyla, olgusal tözleri oluşturan, onları devindiren, ve kendilerini doğanın ve tarihin olgusal süreçlerinde edimselleştiren İdealarla ilgilenmekteydi.

Benzer bir tartışma, karşıtlık, çekişme Ortaçağlar'da da hüküm sürmüştü. Bir yanda Tanrının istencini onun anlığına birincil olarak görenler, ya da bir başka deyişle, Tanrıyı gerçekte pratik bir idealist olarak görenler; diğer yanda, Tanrının anlığını onun istencine üstün olarak görenler. Bu ikincilere göre yalnızca Tanrının tininde, onun yaratmasında da bengi ideal bir düzen söz konusudur; bu düzen felsefi ve tanrıbilimsel kurgunun en yüksek ilgisidir.

İNANÇ-BİLGİ

Kant Arı Usun Eleştirisi başlığını taşıyan yapıtında "(...) inanca yer açabilmek için bilmeyi bir yana bırakmak zorunda" kaldığını yazıyordu. Kant ve Fichte İdealizmiyle Schelling ve Hegel İdealizminin çatışmasında yatan daha derin ve daha büyük tarihsel uyuşmazlık, uzlaşmaz karşıtlık yalnızca felsefî okulları ilgilendiren bir sorun değil, giderek Hıristiyan uygarlık içinde karşılaşılan eğilimlerin bir uyuşmazlığı ya da uzlaşmaz karşıtlığıdır. Hıristiyanlık içinde sürüp giden bu tartışmada taraflar bir yanda Hıristiyan topluluk, bu topluluğun yaşamı ve inancıyla anlatılan eğilim; diğer yanda Hıristiyan tanrıbilimciler ve bunların öğretileridir.

Kant'ın ve Fichte'nin Ahlaksal İdealizmi ahlaksal Us ve ahlaksal olarak özerk birey üzerine temellendirilmiş bir inanç biçiminde inancın öncelliğini ve üstünlüğünü savunurken; buna karşılık ikinci dönemin Kurgusal (Saltık) İdealizmi Hegel'in tanrıbilimsel mantığında doruğuna ulaşıyordu. Logos'un mantığı başlangıçta olanın ve Tanrıyla olanın ve Tanrının mantığıydı, tüm şeyler onunla gerçekleşmekteydi. Mantık, Tanrının Bilimidir, ya da Arı Usun Bilimi, Dizgesi, "sonlu Doğayı ve sonlu Tini yaratmasından önce bengi özü içindeki Tanrının açınnmdır"(Science of Logic,s.50). Kant'a karşılık Hegel saltık bilmeye yer açmak için inancı bir yana bırakıyordu.

DERİN-DÜŞÜNSEL VE SEZGİSEL

Kant'ın Eleştirel İdealizminin özelliği ve tini bütünüyle aniıksal sezgisel düşünceye, nesnenin dışvarlığım ya da varoluşunu onun kendisi yoluyla sezinleyen düşünceye, uzak durmaktaydı. Gerçekten de Kant sağın olarak ve açıklıkla insanal bilgilenme için anhksal sezginin olanakhlığını dışlamıştı. Kant'a göre insanal bilgilenme ya duyu deneyimi üzerine ya da deneyimin düşünülmesi ve çözümlemesi üzerine dayanmalıydı. Sonlu insanal bilgilenme sonsuz anhksal sezgisel kavrayışa ulaşacak yetenekte değildi. İnsan Usu sınırlıydı ve kendinde Saltık Varlığı
kavramaktan uzaktı. Anhksal sezgi yetisi ancak sorunlu bir tanrısal anlağa özünlü olabilecek bir bilgilenme biçimiydi, insanal anlağın (tinin) kendinde taşıyabileceği bir bilgilenme değil.

Kant'a göre Us insanın sezgisel bir gücü değil daha çok idealleri ya da bilginin en belirleyici ereklerini (gerçekte ise hiçbir zaman ulaşılamayacak olan erekleri) tasarlama yetişiydi. Ancak bu idealler ya da erekler gene de tüm insanal bilgilenmenin yönünü belirlemekte ve onu hedefe doğru yaklaştırmaktaydı. Kant için Us'un kökeni kuramsal değil pratik, anhksal değil ahlaksal, sezgisel değil etkindi. Us en temelde istenç (ve duyunç) ve yaşam alanında olduğu gibi bilgi ve bilim alanında da isteme ve çabalamaydı.

Fichte geliştirdiği Bilim Öğretisi'nde, felsefî içgörünün kaynağı olarak anlıksal sezgiyi görüyordu. Ancak bu onun için şeylerin iç doğasını, Evrenin ya dabaşka birşeyin gizli zeminini ortaya çıkartacak olan özel bir bilgilenme (bilgi) biçimi değildi. Fichte'nin düşüncesine göre derin-düşünme yoluyla çözümleme dış duyuma değil iç sezgi üzerine temellendirilmeliydi. Gene, Kant'tan daha ileri giderek, Fichte sezginin değil ama eylemin, insanal Ben'in, 'Kendi'nin özü ve gerçekliği olduğunu belirtiyordu. Ona göre bilmenin gerçekliği inanç temelinde eylemdi. Bu İdealizmin tüm yapısının biricik temeliydi. Bu İdealizm Ahlaksal, pratik bir İdealizmdi ve saltık özgürlük idealine doğru yönelmişti.

Yalnızca Schelling kendi Aşkmsal İdealizm Dizgesîııde filozofun Saltık Ben'de Varlığın kökensel birliğini (özdeşliğini) görebileceği bir sezgiyi kullanması gerektiğini, ya da bundan yararlanması gerektiğini benimsiyordu. Hegel ise, özellikle olgun Hegel, tüm bu tartışmaların ötesine geçip, yöntemiyle Gerçeğin özüne işlemekteydi. Böylelikle bir Saltık Bilgi Dizgesine anlam vererek Kant'a da gerçek bir yanıt vermiş oluyordu. Hegel'e göre salt sezgi üzerine dayandırılmış dolaysız bilgilenme yoluyla felsefe olanaksızdır.

II

FICHTE VE SCHELLING ARASINDAKI ÇATIŞMA

1800 yılında Schelling'in Aşkmsal İdealizm Dizgesi'nden ayn olarak Fichte tarafından önemli ve etkili bir kitap daha yayınlanmıştı: İnsanın Yazgısı. Schelling kendi dizgesinde, Fichte'nin 1794 yılında yayınlanan Bitim Öğretişî'ne karşı, güçlü yöntemsel gereçlerle kendi konumunun ayırdedici özelliğinde ilk kapsamlı girişimi gerçekleştirmişti. Schelling salt profesyonel filozoflar için yazmaktaydı. Oysa Fichte bir kitabı anlayabilecek düzeydeki bütün okurlara sesleniyordu.

1800 yılına gelindiğinde Fichte kurgusal bir filozof olarak kariyerinin doruğundaydı. Özellikle genel olarak bilgilenmedeki ilk ilkeler üzerine dersler vermekteydi. Yıldan yıla metafizik dizgesini dönüştürmekteydi. Öğrencilerinin ve onu tanıyanlarının gözünde tam bir hatip ve eğitici, felsefi siyasetçi ve kurgusal bir peygamberdi. Schelling ise metafiziğin tahtına oturmaya hazırlanıyordu. 1794'ten 1800'e kadar olan zaman diliminde Fichte metafizik alanında mutlak otoriteydi. Ancak 1799'da Jena Üniversitesi'ndeki profesörlüğünü bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü tanrıtanımazlıkla suçlanıyordu. Fichte törel dünya düzeni ile Tanrıyı özdeşleştirmişti.

Kuşkusuz Schelling daha 1800'den önce Jena Üniversitesi'nde Fichte ile çekişmeye başlamıştı. Schelling Doğa Felsefesi üzerine dersler veriyordu. Doğa Fichte'nin ilgi alanında değildi. Schelling'in düşüncesinde Doğa artık salt nedensellik ilkesiyle işleyen ve matematiksel denklemlere bağlı olan maddesel küçük parçacıkların mekanik düzeni olmaya son vermişti. Doğa artık Galileo ve Newton'un incelediği ve yorumladığı, doğal bilimlerin nesnesi olan doğa değildi. O şimdi kurgusal felsefenin nesnesiydi. Bu yeni bir Doğa tasarısıydi. Doğa duyusal görüngüler evreninden (ya da görüngüler toplamından) dirimli bir varlığa dönüşmüştü. Artık Doğanın kitabını çözümlemede araç olarak matematik kullanılmayacaktı: bunun için gerekli olan gereç aşkmsal derin-düşüncenin yardımında anhksal görüydü. Doğa artık insanal bilincin dünyasına yabancı ya da karşıt değildi. Doğanın gizi ve bilincimizin gizi bir ve aynı gizdi. Bu evrensel ruhun herşeyi sarıp sarmalayan giziydi. İnsanal ruh ve evrensel ruh, bu durumda, yalnızca içinde tüm varoluşun yaratıcı ilkesinin ya da zeminin kendisini bildirdiği (açımladığı) gelişme aşamaları bakımından ayrıydılar.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP