ALMAN İDEALİZMİNİN İKİ DÖNEMİ (... devam)
|
Schelling'in Doğa anlayışına (tasarısına) göre Doğanın ruhu kendisini evrimin aşamalarına göre biçimlendirir, oluşturur ve dönüştürür. O da tıpkı insanal ruh gibi belli bir erek için çabalar, bu yolda kendi ereğine ulaşıncaya kadar sürekli yeni görüngüler, yeni etkiler üretir. İnsanal Ben'de, Kendi'de olduğu gibi Doğada da içsel bir çatışma söz konusudur. Evrensel ruh dirimli bir varlıktır; ancak onun bu dirimselliği kendisini kendisine karşı bilmesinden ve kendisini bir kılma çabasından gelmektedir. Ayrımdaki bu birlik ve birlikteki bu ayrım tüm etkinliğin ve tüm
yaşamın kaynağı ve ilk koşuludur. Karşıt kuvvetler doğanın temel ve kökensel birliğine karşı direnirler; evrendeki tüm süreçler, tüm devimler, tüm değişimler salt bu iç uyuşmazlık, bu iç çatışma yüzünden olup bitmektedirler. Doğa kendisini uzlaştırmak, kendinin kutuplan arasındaki uyuşmazlığı ortadan kaldırmak ve böylelikle kendi içinde eksiksiz, yetkin bir dengeyi, eksiksiz, yetkin bir uyumu üretmek için çabalar. Schelling'e göre madde ve enerji, magnetizma ve elektriksellik, ışık ve ses, yıldızlar dizgesi, kimyasal süreçler, yerçekimi, moleküler kuvvetler, vb. tüm bunlar onların iç ruhunu oluşturan aynı üstün ilkenin bdirişleri olarak anlaşılmalıdırlar. Ancak Doğanın kendisini yükselttiği en yüksek aşama örgensellikler dünyasıdır. Örgensellik içinde tüm başka doğal tözlerin, kuvvetlerin ve süreçlerin birarada tutulduğu dirimli birliktir. Buna göre örgensellik Doğanın en üstün ereği olan kendisiyle uyum ve birliğini gerçekleştirmede en ileri aşamadır.
Ancak Doğa gene de Evrensel Ruhun sonsal ereğini göstermemektedir. Örgenselliklerin türlülüğü, çokluğu, cinsiyetlerin karşıtlığı, herbir bireysel örgensellikte içeriimiş değişik işlevlerin ve süreçlerin karmaşıklığı, örgenselliğin kendini-koruma, sürdürme ve çoğalma-yayılma savaşımı, örgensel ve örgensel- olmayan dünya arasındaki gerilim, tüm dirimli varlıkların hastalığa ve ölüme maruz kalması, vb. tüm bu özellikler örgensel yapının kendinde eksiksizliğin bulunmadığını ve yaşamın Evrensel Ruhun sonsal ereğini belirtmediğim gösterirler.
Doğa dirimli örgensellikte kendinin en yetkin, en ileri ürünlerini üretir. Varoluşun ya da Dışvarlığın uzlaşmaz kutuplarını uzlaştırarak Doğa kendinin eksiksiz biçimini gerçekleştirir. Ancak bu biçim Evrensel Ruhun belirişi için eksikli bir doğa taşır. Sonuçta Doğa kendini aşmaya zorlanır. Aşılmış Doğa olarak Tin aşamasında Evrensel Ruh daha ileri bir belirlenime ulaşır.
Önceleri Fichte'nin Bilim Öğreüsfnm temel ilkelerine sıkı sıkıya sarılan Schelling şimdi doğa üzerine felsefe yapmakla Fichteci konumundan uzaklaşmaktaydı. Alman İdealizminin gelişiminde ilginç bir ironiyle karşı karşıyayız. Kant insan bilgisini, insanal bilgilenmeyi, Us'u Us yoluyla sınırlamıştı. Bu durumda Kant'ta Us us-dışı bir doğa içermekteydi. Bu Kant'm eleştirel-aşkınsal felsefesinin temel sorunuydu. Ancak bu sonuç insan düşüncesinde kışkırtıcı bir etki yaratmıştı. Şimdi Us en gözüpek, en cesur yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu. Bu muammanın, bilmecenin anahtarı gene Usun kendisi tarafından verilecekti. Bilginin doğasında, genel olarak bilgilenmenin doğasında olan şey eksiksiz, saltık gerçekliğe ulaşmadan durmamaktır. Bu tüm bilgilenmedeki devindirici güçtür.
Bilinebilir olan ve bilinemez olan arasında bir çizgi ya da smır çekmeye yönelik tüm kuşkucu düşünceler, tüm çabalar içkin bir güçlükle karşı karşıya kalırlar. Eğer böyle bir çizgi varsa, bunu nasıl bulabiliriz? Eğer onu bulamazsak onun varolduğunu nasıl ileri sürebiliriz? İnsanal anlağın olanakhlıklannın sınırlı olduğu doğru olsa bile şimdiden bu sınırı bilmenin olanaklüığı da ayrıca dışlanmış görünür, fclntzca sınırlarımız içinde olanı bilebildiğimizi düşünsek bile bu sınırın
nerede sona erdiğini bilmek ansa! olarak onun içinde ve onsuz olmayı gerektirecektir. Yalnızca sınırı aşan sınırın bilincine varır; ama o zaman da o onun için bir sınır değildir.
Fichte, Kant'ın izinde bilgilenmeye bîr sınır çekiyordu. Ancak Kant'tan daha ileri giderek bu çabadaki eytişimi tanımlamada geç kalmıyordu. Fichte'ye göre bilginin sınırını kavrama çabast arttıkça bu sınırın kendisi de ortadan kalkmaktaydı. Fichte ayrıca bu girişimin neden olabileceği sonuçlan da görebiliyordu. İnsan Usu bu sınırı olumsuzlama sapkınlığına düşerse neler olmazdı ki? İlke olarak insanın bilgilenmedeki tüm engelleri ortadan kaldırdığı düşünüldüğünde o zaman insanlık ve tanrısallık, sonluluk ve sonsuzluk arasındaki boşluk da artık ortadan kalkmış olacaktı. Bu durumda insan kendisini tanrısallaştıracak ve kendinden daha üstün bir varlığın varoluşunu yadsımış olacaktı. Öyleyse insanın dinsel korkusu ve alçkgönüllülüğü tehlikedeydi. İnanç tehdit edilmişti.
Bir inanç ve duyunç filozofu olan Fichte, Schelling'i sonlu bilginin sınırları -insanal olanaklılıkların sınırları- içinde kalma konusunda uyarıyordu. Ancak gene de Schelling'in anlıksal sezgisinin ve doğa felsefesinin inandırıcı gücünün yarattığı etkiyi görmüştü. Fichte böyle bir tinsel konumda o küçük kitabını yazmıştı- İnsanın Yazgısı.
İnsanın Yazgısı üç bölümden oluşur. İlk bölümde Fichte Kant'tan önceki metafiziğin konumunu betimler. Bu bölümün adı "Kuşku"dur. Kant'tan önce metafıziksel bilgi bilgilenmenin kendisinin doğasıyla değil daha çok şeylerin doğasıyla ilgilenmişti. Bu metafiziğin dayandığı varsayım şuydu: düşünce varlığın yapısını anlayabilir ve sonsal, saltık gerçekliği kavrayabilirdi. Ancak bu durum kaygı verici bir sonuca yol açmıştı: nesnelerin doğasını anlamada ve saltık gerçekliği bilmede başarılı oldukça kendimizi daha az anlayabiliyorduk. Anlağın gözünde her şey her şeyle koşulludur. Tamamlanmış bir Varlık Dizgesi içinde zorunluluğun hiçbir engelle karşılaşmadan ilerlediği bir dizgedir ve böyle de olmalıdır. Bu durumda böyle bir dizgede özgürlüğe ve eyleme hiç yer kalmamaktadır; özgürlük ve eylem, böyle bir dizgede gerçek anlamlarım kaybederler. Bu yüzden sonuçta karşılaşılan tam bir "dayanılmaz belirsizlik ve kararsızlık durumu"dur.
Fichte, Kant'ın izinde bilgilenmeye bir smır çekiyordu. Ancak Kant'tan daha ileri giderek bu çabadaki eytişimi tanımlamada geç kalmıyordu. Fichte'ye göre bilginin sınırını kavrama çabası arttıkça bu sınırın kendisi de ortadan kalkmaktaydı. Fichte ayrıca bu girişimin neden olabileceği sonuçları da görebiliyordu. İnsan Usu bu sının olumsuzîama sapkınlığına düşerse neler olmazdı ki? İlke olarak insanın bilgilenmedeki tüm engelleri ortadan kaldırdığı düşünüldüğünde o zaman insanlık ve tanrısallık, sonluluk ve sonsuzluk arasındaki boşluk da artık ortadan kalkmış olacaktı. Bu durumda insan kendisini tanrısallaştıracak ve kendinden daha üstün bir varlığın varoluşunu yadsımış olacaktı. Öyleyse insanın dinsel korkusu ve alçkgönüllülüğü tehlikedeydi. İnanç tehdit edilmişti.
Ancak yeni konumun tüm ürünü bu değildi. Özgürlüğün ve bireyselliğin gerçek anlamını korumakla düşünce yeni bir ufuk açmaktaydı. Metafteiksel bilginin yanılsamaları yokedilirken inancın savları yemden dirimsellik kazanıyordu. Fichte'nin kitabının üçüncü ve son bölümünün başlığı "İnanç"tır.
Fichte'ye göre bilgi değil ama salt inanç şeylerin saltık doğasını görebilirdi. Ancak Fichte resminin renklerini Schelling'in paletinden ödünç almaktaydı. Fichte ve Schelling'e göre "çağın gereksinimi" olan şey Aşkmsal Felsefenin kendi ilkeleri üzerinde genişletilmesi isteğiydi. Fichte bu doğrultuda İnsanın Yazgısı'nda bazı ipuçları sunuyordu. Giderek Fichte, eğer Doğayı doğal bilimlerin nesnesi olarak Schelling'e göre filozof kendinin çalışmasını ancak sanatçıya öykünerek
gerçekleştirebilirdi. Filozof içinde karşıt kuvvetler ya da kutuplar arasındaki çatışmanın zorunlu olarak açığa çıktığı kökensel bir bilinç ideasından yola çıkmak zorunda ve kendisini yeniden birliğe getirmek için kendinin kökensel ayrımını ortadan kaldırmada, bu bilinç tarafından alman adımları belirtmeliydi. Bu yolda felsefe duyum ve anlak, kuramsal us ve pratik us, duyular dünyası ve erekler dünyası arasındaki bölünmelerin ve Tinde olduğu kadar Doğada da olan tüm
karşıtlıkların, neden ve nasıl böyle bir ilksel bölünmeden kaynaklandığını gösterebilecekti.
Tüm bu yöntem sonuç olarak Sanatın tanıklığıyla doğrulanır; çünkü Sanat bize belirtik olarak sonlu ve sonsuz, görülebilir ve görülemez, duyusal ve tinsel karşıtlıkların temelde birlik olduğunu ve böylelikle sanatçı tarafından onun çalışmasında yeniden bireştirilebileceğini göstermektedir. Bu çalışma öyleyse insanın en yüksek emeği ve Doğanın bütün biçimlerinde görünen Evrensel Ruhun en yüksek başarısıdır. Sanat en soylu ve en yüksek çalışmadır; çünkü o Kutsalların
Kutsalını gözler önüne sermektedir. Doğa bir şiirdir. Bilim en olanaklı olduğu ölçüde şiire geri dönmelidir. Bu amaç için en uygun araç yeni bir mitoloji olacaktır. Mitolojide bilim ve sanat içiçedir, birdir. Yeni bir mitoloji gelecek kuşakları beklemektedir.
Scheiling'in Aşkınsal idealizm Dizgesi aynı zamanda bir gerçekçilik de olacak olan idealizmi kurma yolunda ilk girişimdi. Kant ve Fichte İdealin, özel olarak da ahlaksal İdealin idealizminin sözcüleriydiler. Schelling ve Hegel genel olarak Gerçekliğin, Saltık Gerçekliğin idealizmini geliştirdiler. Onlara göre Saltık İdea kendisini bengi olarak edimselleştirmekteydi. Saltık İdea yalnızca insanın ona doğru çabaladığı bir ideal değildi; o bengi olarak gerçekleştirilmekteydi ve bengi olarak bulunmaktaydı. Hegel'in de belirttiği gibi Saltık İdea salt bir "gerek" olacak
kadar güçsüz değildi, edimsel olarak vardı ve tüm edimsel şeylerde işlemekteydi.
HEGEL'İN ERKEN TANRIBİLİMSEL YAZILARI NE FELSEFESİNİN İLK BİÇİMLENİŞİ
Bu tartışma ortamı Hegel'in gelişiminde önemli bir yer tutmaktadır. Fichte Alman ulusunun felsefi öğretmeni ve eğiticisi olurken Schelling metafiziğin tahtına kurulmuştu. Bu dönemde Hegel'in büyük bir sessizlik içinde olduğu görülür. Hegel kendisini o büyük tartışmanın içinde bulacağı güne doğru eğilmekte, geliştirmekte ve kendisini açıklığa kavuşturmak için yazmaktadır. Schelling'den beş yaş daha büyüktür. Schelling yirmi üç yaşında profesör olmuş, üç kitabı olan bir filozoftur. Ama Hegel'in Schelling'den çok daha derin metafizik deneyimleri olduğu görülür. Hegel kendi-sini yavaş yavaş geliştirmiş, düşüncesini dizgesel bir biçimde sunmak
için çok fazla erken davranmamıştır.
Hegel felsefede olup-bitenleri en keskin ve en dirimli ilgiyle izlemekteydi. Fichte'nin ve Scheiling'in kıyasıya giriştikleri savaşımda kendi konumunu henüz belirlememişti. Bir yanda istencin ve eylemin önceliğini bildiren Ahlaksal İdealizm, diğer yanda varoluşun en uygun, en derin, sonsal, saltık yorumunun deha, şair, sanatçı tarafından verileceğini savunan Schelling. Bir yanda ayrıntılı, biçimsel soyutlamaların yöntemi, diğer yanda saltık gerçekliğe doğrudan , dolaysız bir görüşün yetkesiyle ulaşan anliksal sezgi. Bir yanda kurgunun engellenmesi, diğer
yanda kurgunun baş tacı edilmesi...
Tüm bu önemli sorular ya da sorunlar genç Hegel'in metafizik tinini devindirmiş ve dirimselleştirmiş olabilir. Ancak bunlar henüz onun düşüncelerini şekillendirmekten ya da bu sorulara belli yanıtlara zorlamaktan uzaktırlar. Hegel bu aşamada tüm ilgisini tanrıbilimsel çalışmalara vermişti ve sıkı bir şekilde yaşamı ve dünyayı, insanı ve tarihi anlamak için Hıristiyan inancının anlamını ve onun çıkarımlarını anlamaya çalışmaktaydı. Onun bu dönemde, büyük bir ilgi ve çabayla, eski düşünürler, özellikle de Platon ve Aristoteles, okuduğunu görüyoruz. Gene, büyük bir istekle, Kantçı ve Fichteci felsefelere ilişkin çalışmalarını sürdürmektedir.
Bu arada Fransa'da başlayan ve Avrupa'ya yayılan siyasal devrimi büyük bir coşkuyla, tutkuyla ve duygudaşlıkla gözlemekteydi. O ve arkadaşları (Hölderlin, Schelling) Tübingen Tanrıbilim Semineri'nde geceleri gizlice Özgürlük ağaçları dikiyorlar, çevresinde dans ediyorlar ve devrimci şarkılar söylüyorlardı. Tanrıbilime olan ilgisinden başka ama onunla iç içe olan bir başka konu, Tarih bilinci de, Hegel'in tinini ve yazılarını etkilemekteydi. Bu dönemine ilişkin yazılarında metafizik ve tarihin onun kavramlarında birbirlerinden ayrılmazcasına bağlı olduğunu görüyoruz.
Hegel'in Erken Tanrıbilimsel Yazılarının asıl çıkış-noktasını Grek dini ve Hıristiyanlık arasındaki karşıtlık oluşturur. Hegel'in kendisi açıkça bu karşıtlıktan rahatsızlık duyar. Bu yazılarda Hegel salt bir tarihsel gözlemci durumunda değildir. Ona göre ne salt geçmiş ne de salt şimdi, ama dinin geleceği en önemli soruydu. Burada söz konusu olan ne onun kendi kişisel yönelimleri ne de onun kişisel inancı ve düşüncesiydi. Burada söz konusu olan tüm insanlığın inancı ve düşüncesiydi. Bir
başka deyişle, Hegel'in eğilimlerinin ve onun tüm tanrıbilimsel ve tarihsel çalışmalarının ereği bengi gerçeklikti.
Gerçekte bu tanrıbilimsel ve tarihsel sahnenin arkasında dizgesel, metafizik bir karşıtlık karartı gibi belirmektedir. Hıristiyan dünyası ahlaksal kurallar ve dogmalarla yönetilmekteyken Grek dünyası güzellik ve şiirin, imgelem ve coşkunluğun dünyası değil miydi? Greklerin mitolojik dini Alman şairlerinde dirimli olan estetik görüşle uyum içinde değil miydi? Hıristiyan dini temelde Kant'ın ve Fichte'nin ahlaksal idealizminin ilkeleriyle ve tiniyle uyum içinde değil miydi? Dinsel ideal, öyleyse, ayrıca metafizik bir konuydu ve her ikisi de aynı anda ele alınmalıydı. Hegel hangi yöne dönecekti? Ya da uçları birleştirecek, birliğe getirecek ve hem ahlaksal hem de estetik görüşleri doyuracak bir dizgeyi kurmanın yolu var mıydı? Gerçekte, bu ulaşılabilecek en yüksek hedefti. Ama ona nasıl ulaşılacaktı?
Hegel'in bu konulara ilişkin düşüncelerinin gelişiminde üç dönem belirleyebiliriz. İlk dönemde, Hegel Grek dininin görkemi ve güzelliği karşısında büyülenmiş gibidir. İkinci dönemde, Kant'ın etkisi altında yazdığı görülür. Üçüncü dönemde, Kant'ın ahlaksal duyunç ve inanç anlayışını Grek güzellik dini ve ideali ile bireştirme yolunda Hıristiyan inancını anlamaya ve açımlamaya yöneldiğini görüyoruz. Bu dönem Hegel'in bağımsız bir düşünür olarak gelecekteki felsefesinin temel kavramlarını oluşturmaya başladığı bir dönemdir.
a) İlk Dönem
İlk dönemde Hegel Helenik dini devletle, siyasal kurumlarla ve ulusunun (halkının) alışkanlıkları ve töreleri, imgelemi ve duygularıyla iç içe geçmiş bir din olarak betimler. Heienik din, Grek dini Hıristiyanlık gibi bir kitap dini değil dirimli bir dindi. Bir dogma ve ahlaksal kurallar dini değil halkın (ulusun) yaşam coşkusunu gösteren ve halkın (ulusun) festivalieriyle ve eğlenceleriyle iç içe geçmiş bir dindi. Helenik din bir halk diniydi ve ulusun özelliğini ve tinini yansıtmaktaydı.
Tanrısallık aşkın bir Yaratıcı değildi; daha çok Grek kahramanları olan ve Greklerin ataları olan varlıkların imgesinde sunulmaktaydı. Görülebilir dünyanın ötesinde bir yerlerde değil Olimpos Dağı'nm zirvesinde yaşarlardı.
Hıristiyanlık ise, Hegel'e göre, insanları gözlerini her zaman yönelttikleri gökyüzünün yurttaşları olarak eğitmeye özen göstermekte, bu yolda emek harcamaktadır. Zarafet, alımlılık, sevimlilik, güzellik, duyusal renkler bu din tarafından dışlanmıştır. Ama geçmişin uzak günlerinde öyle miydi? Orada tanrısal güzellikle birleşmiş olan insansa! güzellik duygusu bütün dirimli tinlerin yüreğini sarmıştı. Oniar da zorunluluğun katı yasasıyla bir başka dünyaya zincirlenmişlerdi;
ama duygularının ve imgelem güçlerinin yardımıyla onu büyük bir özenle yoğurmuşlar, anlaştırmışlar ve güzelleştirmişlerdi; güllerle donatılmış olan kayralarının yardımıyla, sanki bu din onların bir çahşmasıymış, onların bir parçasıymış gibi, zincirleriyle doyum bulabilmekteydiler.
b) İkinci Dönem
İkinci dönemde Hegel büyük bir ciddiyetle ve titizlikle Kant'm eleştirel yapıtlarını çalışmıştır. İsa'nın Yaşamı başlığını taşıyan elyazması bunlar arasında en ilgi çekici olanıdır. Burada İsa kendisinin izinden gidenlere Kant'ın pratik felsefesini öğreten, arı usu vazeden ve insanın ahlaksal özerkliğine vurgu yapan, buna dayanan, Kant'ın sadık bir öğrencisi olarak sunulur.
c) Üçüncü Dönem
Üçüncü dönemde Hegel belli bir sonuca ulaşır. Grek ve Hıristiyan dinleri onun ilk bakışta gördüğü kadar uzlaşmaz karşıtlar içermemektedirler. İncil Kant'ın törel, ahlaksal dizgesinden daha derindir. Helenik güzellik idealiyle ve Kant'ın idealizminin çekiciliği ve yüceiiğiyle ortaklık içinde bazı özellikler sunmaktadır. Gerçekte, İncil bu karşıt görüşlerin gerçek ve bengi özelliklerini uzlaştırmaktadır. Böylelikle İncil hem Greklerin halk dininden hem de Kant'ın ussalcı ahlaksal inancından üstün olan bir üçüncü görüşü belirtmektedir.
İncil'in bu yeni açılımında ve açıklığa kavuşturulmasında temel belirlenim Aşk ideasıdır. Aşk tanrısallığın doğasıdır ve törel ve estetik idealizmin karşıt öğelerini bireştirmektedir. Aşk yüreğin ve tinin güzelliğidir; Grek imgelerinin dışsal güzelliğinden daha ağırlıklı bir güzelliktir ve Kant'ın ahlaksallığından daha
insanaldir.
Kant'ın ahlakında insan kendisine karşı bölünmüştür. İnsan bir yanda ustur, diğer yanda bir hayvan. Bir yandan emredendir, ama ayrıca yaşamın okyanusunda seyreden gemideki güruhtur. İnsan iyiyi isteyen istençtir, ahlaksal yasaya uyan, ahlaksal yasanın gereklerini yapan iyi istenç ya da ahlaksal istençtir; ama insan ayrıca dürtülerin, isteklerin, arzuların, eğilimlerin toplamıdır. Öyleyse Kant'ın betimlediği yolda insan hiçbir zaman kendi içinde eksiksiz bir yolda birliğe
getirilmiş değildir, hiçbir zaman kendi kendisiyle dinginlikte değildir, hiçbir zaman "gerçek kişi" değildir.
İsa'nın öğretisi ve onun yaşamının gidişatı tam da bu ahlaksal parçalanmışlıkla ilgilidir. İsa iç insana huzur getirmek istemiştir. Onun tüm sözlerinin ve eylemlerinin ereği insanı kendisiyle, insanı insanla ve sonunda da insanı Tanrıyla birliğe getirmekti. Aşk bunu gerçekleştiren kurgusal ilkedir. Tüm kavramların en kapsamlısı, en tüketici olanıdır. Aşk kendinin anljğt içindeki Tanrının tanımıdır ve bu yüzden yaşamın ve evrenin gizinin, gizemselliğinin anahtarıdır; çünkü evren evrensel yaşamdır ya da dirimli bir bütünlüktür. En iyisinden tanrıbilim bir Aşk Kamutanrıcılığıdır, Aşk Tümtanrıcılığıdir.
Aşk insanı özgürleştirir. İnsan Aşk yoluyla değil de ahlaksal yasaya boyun eğerek eylediği, etkinlikte bulunduğu sürece özgür değildir. Ya yasa insanı eğilimleriyle karşıtlık içinde eylemeye zorlar, ya da eğilimler insanı yasayla karşıtlık içinde eylemeye zorlar. Yalnızca Aşk yasanın sesini eğilimin sesine ve tersi biçimde eğilimin sesini yasanın sesine dönüştürür. Aşk yüreğin eğilimine, yönelimine geçen ahlaksal ustan başka bir şey değildir. Aşk, öyleyse, insanın kendi kendisindeki efendi ve köle arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırır ve bilincini uyuma getirir. Uyum güzelliktir. Buna göre Aşk insanın estetik kavramına dayanan ahlaksal bir ilkedir.
Aşkta tüm sorumluluk düşüncesi ortadan kalkar. İsa'da kişilik kazanmış olan Aşk yasallık alanının ortadan kaldırılmasını ve tinin onun yoluyla yükselişini, ilerlemesini, gelişmesini ister. Aşkta gerçekleştirilen erdemler çokluğunu birliği ve tamamlanmışlığıdır. O tüm varlıkların dirimli birliğidir. Tüm ayrımlar, tüm kısıtlamalar onda ortadan kalkar. Dahası, Aşk emir gerektirmez. Tanrıyı sevmek kendi ve Yaşamın Sonsuz Bütünü arasındaki engeli aşmak demektir. Bu uyumda,biri diğeriyle ortaklık içindedir, Hegel, böylece erken dönem yazılarında Grek diniyle Hıristiyan dîninin bir bireşimini sunarak, Alman idealizminin törel ve estetik unsurlarını uzlaştırma yolunu seçmiştir.
yaşamın kaynağı ve ilk koşuludur. Karşıt kuvvetler doğanın temel ve kökensel birliğine karşı direnirler; evrendeki tüm süreçler, tüm devimler, tüm değişimler salt bu iç uyuşmazlık, bu iç çatışma yüzünden olup bitmektedirler. Doğa kendisini uzlaştırmak, kendinin kutuplan arasındaki uyuşmazlığı ortadan kaldırmak ve böylelikle kendi içinde eksiksiz, yetkin bir dengeyi, eksiksiz, yetkin bir uyumu üretmek için çabalar. Schelling'e göre madde ve enerji, magnetizma ve elektriksellik, ışık ve ses, yıldızlar dizgesi, kimyasal süreçler, yerçekimi, moleküler kuvvetler, vb. tüm bunlar onların iç ruhunu oluşturan aynı üstün ilkenin bdirişleri olarak anlaşılmalıdırlar. Ancak Doğanın kendisini yükselttiği en yüksek aşama örgensellikler dünyasıdır. Örgensellik içinde tüm başka doğal tözlerin, kuvvetlerin ve süreçlerin birarada tutulduğu dirimli birliktir. Buna göre örgensellik Doğanın en üstün ereği olan kendisiyle uyum ve birliğini gerçekleştirmede en ileri aşamadır.
Ancak Doğa gene de Evrensel Ruhun sonsal ereğini göstermemektedir. Örgenselliklerin türlülüğü, çokluğu, cinsiyetlerin karşıtlığı, herbir bireysel örgensellikte içeriimiş değişik işlevlerin ve süreçlerin karmaşıklığı, örgenselliğin kendini-koruma, sürdürme ve çoğalma-yayılma savaşımı, örgensel ve örgensel- olmayan dünya arasındaki gerilim, tüm dirimli varlıkların hastalığa ve ölüme maruz kalması, vb. tüm bu özellikler örgensel yapının kendinde eksiksizliğin bulunmadığını ve yaşamın Evrensel Ruhun sonsal ereğini belirtmediğim gösterirler.
Doğa dirimli örgensellikte kendinin en yetkin, en ileri ürünlerini üretir. Varoluşun ya da Dışvarlığın uzlaşmaz kutuplarını uzlaştırarak Doğa kendinin eksiksiz biçimini gerçekleştirir. Ancak bu biçim Evrensel Ruhun belirişi için eksikli bir doğa taşır. Sonuçta Doğa kendini aşmaya zorlanır. Aşılmış Doğa olarak Tin aşamasında Evrensel Ruh daha ileri bir belirlenime ulaşır.
Önceleri Fichte'nin Bilim Öğreüsfnm temel ilkelerine sıkı sıkıya sarılan Schelling şimdi doğa üzerine felsefe yapmakla Fichteci konumundan uzaklaşmaktaydı. Alman İdealizminin gelişiminde ilginç bir ironiyle karşı karşıyayız. Kant insan bilgisini, insanal bilgilenmeyi, Us'u Us yoluyla sınırlamıştı. Bu durumda Kant'ta Us us-dışı bir doğa içermekteydi. Bu Kant'm eleştirel-aşkınsal felsefesinin temel sorunuydu. Ancak bu sonuç insan düşüncesinde kışkırtıcı bir etki yaratmıştı. Şimdi Us en gözüpek, en cesur yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu. Bu muammanın, bilmecenin anahtarı gene Usun kendisi tarafından verilecekti. Bilginin doğasında, genel olarak bilgilenmenin doğasında olan şey eksiksiz, saltık gerçekliğe ulaşmadan durmamaktır. Bu tüm bilgilenmedeki devindirici güçtür.
Bilinebilir olan ve bilinemez olan arasında bir çizgi ya da smır çekmeye yönelik tüm kuşkucu düşünceler, tüm çabalar içkin bir güçlükle karşı karşıya kalırlar. Eğer böyle bir çizgi varsa, bunu nasıl bulabiliriz? Eğer onu bulamazsak onun varolduğunu nasıl ileri sürebiliriz? İnsanal anlağın olanakhlıklannın sınırlı olduğu doğru olsa bile şimdiden bu sınırı bilmenin olanaklüığı da ayrıca dışlanmış görünür, fclntzca sınırlarımız içinde olanı bilebildiğimizi düşünsek bile bu sınırın
nerede sona erdiğini bilmek ansa! olarak onun içinde ve onsuz olmayı gerektirecektir. Yalnızca sınırı aşan sınırın bilincine varır; ama o zaman da o onun için bir sınır değildir.
Fichte, Kant'ın izinde bilgilenmeye bîr sınır çekiyordu. Ancak Kant'tan daha ileri giderek bu çabadaki eytişimi tanımlamada geç kalmıyordu. Fichte'ye göre bilginin sınırını kavrama çabast arttıkça bu sınırın kendisi de ortadan kalkmaktaydı. Fichte ayrıca bu girişimin neden olabileceği sonuçlan da görebiliyordu. İnsan Usu bu sınırı olumsuzlama sapkınlığına düşerse neler olmazdı ki? İlke olarak insanın bilgilenmedeki tüm engelleri ortadan kaldırdığı düşünüldüğünde o zaman insanlık ve tanrısallık, sonluluk ve sonsuzluk arasındaki boşluk da artık ortadan kalkmış olacaktı. Bu durumda insan kendisini tanrısallaştıracak ve kendinden daha üstün bir varlığın varoluşunu yadsımış olacaktı. Öyleyse insanın dinsel korkusu ve alçkgönüllülüğü tehlikedeydi. İnanç tehdit edilmişti.
Bir inanç ve duyunç filozofu olan Fichte, Schelling'i sonlu bilginin sınırları -insanal olanaklılıkların sınırları- içinde kalma konusunda uyarıyordu. Ancak gene de Schelling'in anlıksal sezgisinin ve doğa felsefesinin inandırıcı gücünün yarattığı etkiyi görmüştü. Fichte böyle bir tinsel konumda o küçük kitabını yazmıştı- İnsanın Yazgısı.
İnsanın Yazgısı üç bölümden oluşur. İlk bölümde Fichte Kant'tan önceki metafiziğin konumunu betimler. Bu bölümün adı "Kuşku"dur. Kant'tan önce metafıziksel bilgi bilgilenmenin kendisinin doğasıyla değil daha çok şeylerin doğasıyla ilgilenmişti. Bu metafiziğin dayandığı varsayım şuydu: düşünce varlığın yapısını anlayabilir ve sonsal, saltık gerçekliği kavrayabilirdi. Ancak bu durum kaygı verici bir sonuca yol açmıştı: nesnelerin doğasını anlamada ve saltık gerçekliği bilmede başarılı oldukça kendimizi daha az anlayabiliyorduk. Anlağın gözünde her şey her şeyle koşulludur. Tamamlanmış bir Varlık Dizgesi içinde zorunluluğun hiçbir engelle karşılaşmadan ilerlediği bir dizgedir ve böyle de olmalıdır. Bu durumda böyle bir dizgede özgürlüğe ve eyleme hiç yer kalmamaktadır; özgürlük ve eylem, böyle bir dizgede gerçek anlamlarım kaybederler. Bu yüzden sonuçta karşılaşılan tam bir "dayanılmaz belirsizlik ve kararsızlık durumu"dur.
Fichte, Kant'ın izinde bilgilenmeye bir smır çekiyordu. Ancak Kant'tan daha ileri giderek bu çabadaki eytişimi tanımlamada geç kalmıyordu. Fichte'ye göre bilginin sınırını kavrama çabası arttıkça bu sınırın kendisi de ortadan kalkmaktaydı. Fichte ayrıca bu girişimin neden olabileceği sonuçları da görebiliyordu. İnsan Usu bu sının olumsuzîama sapkınlığına düşerse neler olmazdı ki? İlke olarak insanın bilgilenmedeki tüm engelleri ortadan kaldırdığı düşünüldüğünde o zaman insanlık ve tanrısallık, sonluluk ve sonsuzluk arasındaki boşluk da artık ortadan kalkmış olacaktı. Bu durumda insan kendisini tanrısallaştıracak ve kendinden daha üstün bir varlığın varoluşunu yadsımış olacaktı. Öyleyse insanın dinsel korkusu ve alçkgönüllülüğü tehlikedeydi. İnanç tehdit edilmişti.
Ancak yeni konumun tüm ürünü bu değildi. Özgürlüğün ve bireyselliğin gerçek anlamını korumakla düşünce yeni bir ufuk açmaktaydı. Metafteiksel bilginin yanılsamaları yokedilirken inancın savları yemden dirimsellik kazanıyordu. Fichte'nin kitabının üçüncü ve son bölümünün başlığı "İnanç"tır.
Fichte'ye göre bilgi değil ama salt inanç şeylerin saltık doğasını görebilirdi. Ancak Fichte resminin renklerini Schelling'in paletinden ödünç almaktaydı. Fichte ve Schelling'e göre "çağın gereksinimi" olan şey Aşkmsal Felsefenin kendi ilkeleri üzerinde genişletilmesi isteğiydi. Fichte bu doğrultuda İnsanın Yazgısı'nda bazı ipuçları sunuyordu. Giderek Fichte, eğer Doğayı doğal bilimlerin nesnesi olarak Schelling'e göre filozof kendinin çalışmasını ancak sanatçıya öykünerek
gerçekleştirebilirdi. Filozof içinde karşıt kuvvetler ya da kutuplar arasındaki çatışmanın zorunlu olarak açığa çıktığı kökensel bir bilinç ideasından yola çıkmak zorunda ve kendisini yeniden birliğe getirmek için kendinin kökensel ayrımını ortadan kaldırmada, bu bilinç tarafından alman adımları belirtmeliydi. Bu yolda felsefe duyum ve anlak, kuramsal us ve pratik us, duyular dünyası ve erekler dünyası arasındaki bölünmelerin ve Tinde olduğu kadar Doğada da olan tüm
karşıtlıkların, neden ve nasıl böyle bir ilksel bölünmeden kaynaklandığını gösterebilecekti.
Tüm bu yöntem sonuç olarak Sanatın tanıklığıyla doğrulanır; çünkü Sanat bize belirtik olarak sonlu ve sonsuz, görülebilir ve görülemez, duyusal ve tinsel karşıtlıkların temelde birlik olduğunu ve böylelikle sanatçı tarafından onun çalışmasında yeniden bireştirilebileceğini göstermektedir. Bu çalışma öyleyse insanın en yüksek emeği ve Doğanın bütün biçimlerinde görünen Evrensel Ruhun en yüksek başarısıdır. Sanat en soylu ve en yüksek çalışmadır; çünkü o Kutsalların
Kutsalını gözler önüne sermektedir. Doğa bir şiirdir. Bilim en olanaklı olduğu ölçüde şiire geri dönmelidir. Bu amaç için en uygun araç yeni bir mitoloji olacaktır. Mitolojide bilim ve sanat içiçedir, birdir. Yeni bir mitoloji gelecek kuşakları beklemektedir.
Scheiling'in Aşkınsal idealizm Dizgesi aynı zamanda bir gerçekçilik de olacak olan idealizmi kurma yolunda ilk girişimdi. Kant ve Fichte İdealin, özel olarak da ahlaksal İdealin idealizminin sözcüleriydiler. Schelling ve Hegel genel olarak Gerçekliğin, Saltık Gerçekliğin idealizmini geliştirdiler. Onlara göre Saltık İdea kendisini bengi olarak edimselleştirmekteydi. Saltık İdea yalnızca insanın ona doğru çabaladığı bir ideal değildi; o bengi olarak gerçekleştirilmekteydi ve bengi olarak bulunmaktaydı. Hegel'in de belirttiği gibi Saltık İdea salt bir "gerek" olacak
kadar güçsüz değildi, edimsel olarak vardı ve tüm edimsel şeylerde işlemekteydi.
III
HEGEL'İN ERKEN TANRIBİLİMSEL YAZILARI NE FELSEFESİNİN İLK BİÇİMLENİŞİ
Bu tartışma ortamı Hegel'in gelişiminde önemli bir yer tutmaktadır. Fichte Alman ulusunun felsefi öğretmeni ve eğiticisi olurken Schelling metafiziğin tahtına kurulmuştu. Bu dönemde Hegel'in büyük bir sessizlik içinde olduğu görülür. Hegel kendisini o büyük tartışmanın içinde bulacağı güne doğru eğilmekte, geliştirmekte ve kendisini açıklığa kavuşturmak için yazmaktadır. Schelling'den beş yaş daha büyüktür. Schelling yirmi üç yaşında profesör olmuş, üç kitabı olan bir filozoftur. Ama Hegel'in Schelling'den çok daha derin metafizik deneyimleri olduğu görülür. Hegel kendi-sini yavaş yavaş geliştirmiş, düşüncesini dizgesel bir biçimde sunmak
için çok fazla erken davranmamıştır.
Hegel felsefede olup-bitenleri en keskin ve en dirimli ilgiyle izlemekteydi. Fichte'nin ve Scheiling'in kıyasıya giriştikleri savaşımda kendi konumunu henüz belirlememişti. Bir yanda istencin ve eylemin önceliğini bildiren Ahlaksal İdealizm, diğer yanda varoluşun en uygun, en derin, sonsal, saltık yorumunun deha, şair, sanatçı tarafından verileceğini savunan Schelling. Bir yanda ayrıntılı, biçimsel soyutlamaların yöntemi, diğer yanda saltık gerçekliğe doğrudan , dolaysız bir görüşün yetkesiyle ulaşan anliksal sezgi. Bir yanda kurgunun engellenmesi, diğer
yanda kurgunun baş tacı edilmesi...
Tüm bu önemli sorular ya da sorunlar genç Hegel'in metafizik tinini devindirmiş ve dirimselleştirmiş olabilir. Ancak bunlar henüz onun düşüncelerini şekillendirmekten ya da bu sorulara belli yanıtlara zorlamaktan uzaktırlar. Hegel bu aşamada tüm ilgisini tanrıbilimsel çalışmalara vermişti ve sıkı bir şekilde yaşamı ve dünyayı, insanı ve tarihi anlamak için Hıristiyan inancının anlamını ve onun çıkarımlarını anlamaya çalışmaktaydı. Onun bu dönemde, büyük bir ilgi ve çabayla, eski düşünürler, özellikle de Platon ve Aristoteles, okuduğunu görüyoruz. Gene, büyük bir istekle, Kantçı ve Fichteci felsefelere ilişkin çalışmalarını sürdürmektedir.
Bu arada Fransa'da başlayan ve Avrupa'ya yayılan siyasal devrimi büyük bir coşkuyla, tutkuyla ve duygudaşlıkla gözlemekteydi. O ve arkadaşları (Hölderlin, Schelling) Tübingen Tanrıbilim Semineri'nde geceleri gizlice Özgürlük ağaçları dikiyorlar, çevresinde dans ediyorlar ve devrimci şarkılar söylüyorlardı. Tanrıbilime olan ilgisinden başka ama onunla iç içe olan bir başka konu, Tarih bilinci de, Hegel'in tinini ve yazılarını etkilemekteydi. Bu dönemine ilişkin yazılarında metafizik ve tarihin onun kavramlarında birbirlerinden ayrılmazcasına bağlı olduğunu görüyoruz.
Hegel'in Erken Tanrıbilimsel Yazılarının asıl çıkış-noktasını Grek dini ve Hıristiyanlık arasındaki karşıtlık oluşturur. Hegel'in kendisi açıkça bu karşıtlıktan rahatsızlık duyar. Bu yazılarda Hegel salt bir tarihsel gözlemci durumunda değildir. Ona göre ne salt geçmiş ne de salt şimdi, ama dinin geleceği en önemli soruydu. Burada söz konusu olan ne onun kendi kişisel yönelimleri ne de onun kişisel inancı ve düşüncesiydi. Burada söz konusu olan tüm insanlığın inancı ve düşüncesiydi. Bir
başka deyişle, Hegel'in eğilimlerinin ve onun tüm tanrıbilimsel ve tarihsel çalışmalarının ereği bengi gerçeklikti.
Gerçekte bu tanrıbilimsel ve tarihsel sahnenin arkasında dizgesel, metafizik bir karşıtlık karartı gibi belirmektedir. Hıristiyan dünyası ahlaksal kurallar ve dogmalarla yönetilmekteyken Grek dünyası güzellik ve şiirin, imgelem ve coşkunluğun dünyası değil miydi? Greklerin mitolojik dini Alman şairlerinde dirimli olan estetik görüşle uyum içinde değil miydi? Hıristiyan dini temelde Kant'ın ve Fichte'nin ahlaksal idealizminin ilkeleriyle ve tiniyle uyum içinde değil miydi? Dinsel ideal, öyleyse, ayrıca metafizik bir konuydu ve her ikisi de aynı anda ele alınmalıydı. Hegel hangi yöne dönecekti? Ya da uçları birleştirecek, birliğe getirecek ve hem ahlaksal hem de estetik görüşleri doyuracak bir dizgeyi kurmanın yolu var mıydı? Gerçekte, bu ulaşılabilecek en yüksek hedefti. Ama ona nasıl ulaşılacaktı?
Hegel'in bu konulara ilişkin düşüncelerinin gelişiminde üç dönem belirleyebiliriz. İlk dönemde, Hegel Grek dininin görkemi ve güzelliği karşısında büyülenmiş gibidir. İkinci dönemde, Kant'ın etkisi altında yazdığı görülür. Üçüncü dönemde, Kant'ın ahlaksal duyunç ve inanç anlayışını Grek güzellik dini ve ideali ile bireştirme yolunda Hıristiyan inancını anlamaya ve açımlamaya yöneldiğini görüyoruz. Bu dönem Hegel'in bağımsız bir düşünür olarak gelecekteki felsefesinin temel kavramlarını oluşturmaya başladığı bir dönemdir.
a) İlk Dönem
İlk dönemde Hegel Helenik dini devletle, siyasal kurumlarla ve ulusunun (halkının) alışkanlıkları ve töreleri, imgelemi ve duygularıyla iç içe geçmiş bir din olarak betimler. Heienik din, Grek dini Hıristiyanlık gibi bir kitap dini değil dirimli bir dindi. Bir dogma ve ahlaksal kurallar dini değil halkın (ulusun) yaşam coşkusunu gösteren ve halkın (ulusun) festivalieriyle ve eğlenceleriyle iç içe geçmiş bir dindi. Helenik din bir halk diniydi ve ulusun özelliğini ve tinini yansıtmaktaydı.
Tanrısallık aşkın bir Yaratıcı değildi; daha çok Grek kahramanları olan ve Greklerin ataları olan varlıkların imgesinde sunulmaktaydı. Görülebilir dünyanın ötesinde bir yerlerde değil Olimpos Dağı'nm zirvesinde yaşarlardı.
Hıristiyanlık ise, Hegel'e göre, insanları gözlerini her zaman yönelttikleri gökyüzünün yurttaşları olarak eğitmeye özen göstermekte, bu yolda emek harcamaktadır. Zarafet, alımlılık, sevimlilik, güzellik, duyusal renkler bu din tarafından dışlanmıştır. Ama geçmişin uzak günlerinde öyle miydi? Orada tanrısal güzellikle birleşmiş olan insansa! güzellik duygusu bütün dirimli tinlerin yüreğini sarmıştı. Oniar da zorunluluğun katı yasasıyla bir başka dünyaya zincirlenmişlerdi;
ama duygularının ve imgelem güçlerinin yardımıyla onu büyük bir özenle yoğurmuşlar, anlaştırmışlar ve güzelleştirmişlerdi; güllerle donatılmış olan kayralarının yardımıyla, sanki bu din onların bir çahşmasıymış, onların bir parçasıymış gibi, zincirleriyle doyum bulabilmekteydiler.
b) İkinci Dönem
İkinci dönemde Hegel büyük bir ciddiyetle ve titizlikle Kant'm eleştirel yapıtlarını çalışmıştır. İsa'nın Yaşamı başlığını taşıyan elyazması bunlar arasında en ilgi çekici olanıdır. Burada İsa kendisinin izinden gidenlere Kant'ın pratik felsefesini öğreten, arı usu vazeden ve insanın ahlaksal özerkliğine vurgu yapan, buna dayanan, Kant'ın sadık bir öğrencisi olarak sunulur.
c) Üçüncü Dönem
Üçüncü dönemde Hegel belli bir sonuca ulaşır. Grek ve Hıristiyan dinleri onun ilk bakışta gördüğü kadar uzlaşmaz karşıtlar içermemektedirler. İncil Kant'ın törel, ahlaksal dizgesinden daha derindir. Helenik güzellik idealiyle ve Kant'ın idealizminin çekiciliği ve yüceiiğiyle ortaklık içinde bazı özellikler sunmaktadır. Gerçekte, İncil bu karşıt görüşlerin gerçek ve bengi özelliklerini uzlaştırmaktadır. Böylelikle İncil hem Greklerin halk dininden hem de Kant'ın ussalcı ahlaksal inancından üstün olan bir üçüncü görüşü belirtmektedir.
İncil'in bu yeni açılımında ve açıklığa kavuşturulmasında temel belirlenim Aşk ideasıdır. Aşk tanrısallığın doğasıdır ve törel ve estetik idealizmin karşıt öğelerini bireştirmektedir. Aşk yüreğin ve tinin güzelliğidir; Grek imgelerinin dışsal güzelliğinden daha ağırlıklı bir güzelliktir ve Kant'ın ahlaksallığından daha
insanaldir.
Kant'ın ahlakında insan kendisine karşı bölünmüştür. İnsan bir yanda ustur, diğer yanda bir hayvan. Bir yandan emredendir, ama ayrıca yaşamın okyanusunda seyreden gemideki güruhtur. İnsan iyiyi isteyen istençtir, ahlaksal yasaya uyan, ahlaksal yasanın gereklerini yapan iyi istenç ya da ahlaksal istençtir; ama insan ayrıca dürtülerin, isteklerin, arzuların, eğilimlerin toplamıdır. Öyleyse Kant'ın betimlediği yolda insan hiçbir zaman kendi içinde eksiksiz bir yolda birliğe
getirilmiş değildir, hiçbir zaman kendi kendisiyle dinginlikte değildir, hiçbir zaman "gerçek kişi" değildir.
İsa'nın öğretisi ve onun yaşamının gidişatı tam da bu ahlaksal parçalanmışlıkla ilgilidir. İsa iç insana huzur getirmek istemiştir. Onun tüm sözlerinin ve eylemlerinin ereği insanı kendisiyle, insanı insanla ve sonunda da insanı Tanrıyla birliğe getirmekti. Aşk bunu gerçekleştiren kurgusal ilkedir. Tüm kavramların en kapsamlısı, en tüketici olanıdır. Aşk kendinin anljğt içindeki Tanrının tanımıdır ve bu yüzden yaşamın ve evrenin gizinin, gizemselliğinin anahtarıdır; çünkü evren evrensel yaşamdır ya da dirimli bir bütünlüktür. En iyisinden tanrıbilim bir Aşk Kamutanrıcılığıdır, Aşk Tümtanrıcılığıdir.
Aşk insanı özgürleştirir. İnsan Aşk yoluyla değil de ahlaksal yasaya boyun eğerek eylediği, etkinlikte bulunduğu sürece özgür değildir. Ya yasa insanı eğilimleriyle karşıtlık içinde eylemeye zorlar, ya da eğilimler insanı yasayla karşıtlık içinde eylemeye zorlar. Yalnızca Aşk yasanın sesini eğilimin sesine ve tersi biçimde eğilimin sesini yasanın sesine dönüştürür. Aşk yüreğin eğilimine, yönelimine geçen ahlaksal ustan başka bir şey değildir. Aşk, öyleyse, insanın kendi kendisindeki efendi ve köle arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırır ve bilincini uyuma getirir. Uyum güzelliktir. Buna göre Aşk insanın estetik kavramına dayanan ahlaksal bir ilkedir.
Aşkta tüm sorumluluk düşüncesi ortadan kalkar. İsa'da kişilik kazanmış olan Aşk yasallık alanının ortadan kaldırılmasını ve tinin onun yoluyla yükselişini, ilerlemesini, gelişmesini ister. Aşkta gerçekleştirilen erdemler çokluğunu birliği ve tamamlanmışlığıdır. O tüm varlıkların dirimli birliğidir. Tüm ayrımlar, tüm kısıtlamalar onda ortadan kalkar. Dahası, Aşk emir gerektirmez. Tanrıyı sevmek kendi ve Yaşamın Sonsuz Bütünü arasındaki engeli aşmak demektir. Bu uyumda,biri diğeriyle ortaklık içindedir, Hegel, böylece erken dönem yazılarında Grek diniyle Hıristiyan dîninin bir bireşimini sunarak, Alman idealizminin törel ve estetik unsurlarını uzlaştırma yolunu seçmiştir.
2 Yorumlar
TAKDİRE ŞAYAN BİR MAKALE.FİTCHE'Yİ KUSAKLAYASIM GELDİ.AYRICA HEGEL'İN DÜŞÜNCESİNİN İSKELETİNİ OLUŞTURAN SÜRECİ ÇOK İYİ ANLATAN BİR MAKALE.TEKRAR TEKRAR OKUNMASI GEREKİR DİYE DÜNÜYORUM.ALMAN İDEALİZMİ HAKKINDA GERÇEKTEN FİKİR SAHİBİ OLDUĞUMU DÜŞÜNÜYORUM.HEGELİN DİYALEKTİK KAVRAMINI NEDEN BAŞTACI YAPTIĞINI ÇOK İYİ ANLADIM..
SINIRI GEÇMEDEN SINIRI GEÇTİĞİMİ NASIL ANLAYACAĞIM?SINIRI GEÇMİŞSEM ZATEN SINIR DENİLEN ŞEY SINIR DEĞİLDİR.O HALDE SINIRI GEÇMİŞSEM ÖNÜME NEDEN BİR SINIR KOYAYIM?FİTHCENİN DÜŞÜNCESİ ÇOK SAĞLIKLI BENCE.İŞTE BUNU SÖYLEDİĞİ İÇİN ÜNİVERSİTEDEN AYRILMAK ZORUNDA KALMIŞ.ÇÜNKÜ İNSAN BÖYLE DÜŞÜNÜRSE TANRISALLAŞIR.TARİH HER ZAMAN DÜŞÜNCEYE KET VURAN TOPLUMLARA ŞAHİT OLMUŞ NE YAZIK Kİ...