Değerler, Psikoloji ve İnsanın Varoluşu
|
Erich Fromm
Bu yazının savı, değerlerin köklerinin insanın varoluş koşullarının kendisinde bulunduğudur: Böylelikle de bu koşullara ilişkin (yani "insanlık durumu" hakkındaki) bilgimiz, bizi nesnel geçerliliği olan değerleri yerleştirmeye götürür. Bu geçerlilik yalnızca insanın mevcudiyetine kıyasladır; onun dışında herhangi bir değeri yoktur. İnsanın tabiatı nedir, insanın varoluşunun özel koşulları nelerdir ve bu şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar nelerdir?
Hayvanın varoluş niteliği olan doğa ile ilksel bütünlükten insan kopmuştur. Aynı zamanda hem akıl ve hem de hayal gücüne sahip olmakla, yalnızlığının ve ayrılığının, güçsüzlüğünün ve bilgisizliğinin, doğumun ve ölümünün bir tesadüf oluşunun farkındadır. İçgüdülerce düzenlenen eski bağlanılın yerini dolduran (hemcinsleriyle olan) yeni bağlılıklar bulamamış olsaydı, bu yeni varoluşa bir saniye bile dayanamazdı. Bütün fizyolojik ihtiyaçları tatmin edilmiş olsa bile, yalnızlık ve bireyselleşmiş olma halini, akıl sağlığına kavuşabilmek için kaçmak zorunda olduğu bir hapishane olarak hissedecekti. Gerçekten de akıl hastası, herhangi bir tür bütünleşme (birleşme) kurmakta tam bir başarısızlık gösterdiği için hastadır ve parmaklıklı pencerelerin arkasında olmasa bile hapistedir. Öteki canlı varlıklarla bütünleş¬mek ve onlarla bağlılık içinde olmak, insanın akıl sağlığının gerçekleşmesi için zarri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, yakın insan ilişkilerinin hepsini oluşturan bütün olguların, kelimenin en geniş anlamıyla "sevgi" denen bütün tutkularında arkasında yatar.
Bu bütünleşmenin aranması ve başarılması için birkaç yol vardır. İnsan bir kişiye, bir gruba, bir kuruma veya Tanrıya boyun eğerek dünya ile bir olmayı deneyebilir. Böylece kendi bireysel varlığınının ayrılığını, kendinden daha büyük olan bir kişi ya da bir şeyin parçası haline gelerek aşar ve kendi kimliğini teslim olduğu güçle ilişkili olarak yaşayıp, algılamaya başlar. Ayrılığı yenmek için bir başka imkân, ters yönde yatar: İnsan kendini dünya ile, gücünü ona karşı kullanarak, başkalarını kendisinin bir parçası yaparak ve kendi bireysel varoluşunu hükmetme (egemen olma) yoluyla aşarak bütünleşmeyi deneyebilir.
Boyun eğme ve egemen olmanın ikisinde de ortak olan öğe, bağlılığın simbiyotik yapısıdır. Söz konusu iki kişi de kişisel bütünlük ve özgürlüklerini kaybetmişlerdir; birbirine bağımlı, birbirinden alarak ve vererek yaşarken, yakınlık ve birleşme ihtiyaçlarını doyururlar.
Ama yine de özgürlük ve bağımsızlık gerektiren iç kuvvet ve özgüven eksikliğinden muzdariptirler ve bundan da öte, simbiyotik ilişkilerinden doğması kaçınılmaz olan bilinçli ya da bilinçdışı bir düşmanlık tarafından sürekli tehdit edilmektedirler. Boyun eğici (mazoşist) ve otoriter (sadist) tutkuların gerçekleşmesi asla bir tatmin sağlamaz. Bunların kendi kendilerini besleyen bir dinamizmleri vardır ve hiçbir miktardaki itaat ya da despotluk (ya da sahip oluş veya ün) bir kimlik ve bütünleşme bilinci vermeye yetmediği için, sürekli daha fazlası aranır. Bu tutkuların nihai sonucu bozgundur.
Başka türlü olamaz; bir birlik hissi yerleştirmeye çalıştıkları halde, kişinin temel bütünlük hissini yok ederler. Bu tutkulardan herhangi biri tarafından güdülen kişi, başkalarına gerçekten bağımlı hale gelir; kendi bireysel varlığını geliştireceğine, itaat ettiği ya da egemen olduğu kimselere bağlı kalır.
İnsanın dünya ile birleşme ve aynı zamanda bir kimlik bütünlüğü ve bireysellik (bölünmez varlık)duygusu edinme ihtiyacını karşılayan bir tek tutku vardır ve bu da sevgidir. Sevgi, kişinin kendisi dışında birisi ya da bir şey ile kendi ayrılığını ve bütünlüğünü koruma koşuluna uyarak bütünleşmesidir. Sevgi insanın kendi iç faaliyetinin tümüyle ortaya çıkmasına izin veren bir paylaşma ve bir duygudüşünce alışverişi tecrübesidir. Sevginin yaşanması, yanılsamalara olan ihtiyacı ortadan kaldırır. Öteki kişinin görüntüsünü ya da kendiminkini şişirmeye hiç gerek yoktur, çünkü etkin bir paylaşma ve sevme eylemi benim bireyselleşmiş varlığımı aşmama ve aynı zamanda kendimi, sevme eylemini oluşturan etkin güçlerin sahibi olarak hissetmeme izin verir. Önemli olan belli bir sevginin niteliğidir, nesnesi değil. Sevgi, yurttaşlarımızla insanî dayanışma deneyiminde, kadınla erkeğin cinsel sevgisinde, annenin çocuğu için duyduğu sevgide ve aynı zamanda insanın kendisine bir insan olarak duyduğu sevgide, bir de mistik birlik deneyiminde ortaya çıkar. Sevme eyleminde ben herkesle bütünüm, ama yine de ben kendimim; kendine özgü, ayrı, sınırlı, ölümlü bir insanoğlu. Gerçekten de sevgi, ayrılık ve birlik tezatının kendisinden doğar.
İnsanlık durumunun bir yere ya da birşeye bağlı olma ihtiyacı ile yakından ilişkili olan bir başka konu da, insanın bir yaratık olma konumu ve bu edilgin yaratık konumunu aşarak yücelme ihtiyacıdır. İnsan dünyaya, kendi izni ve isteği olmadan atılmıştır. Bu bakımdan hayvanlardan, bitkilerden ve organik olmayan maddelerden bir farkı yoktur. Fakat akıl ve hayal gücü ile donatıldığı için, yaratılmış olanın edilgin rolüyle ya da bir fincandan saçılmış zarların tesadüfsel bir araya gelişiyle yetinemez. Onu, yaratık rolü ve varoluşunun tesadüfe bağlı ve edilgin oluşunu bir "yaratıcı" olmak suretiyle aşma dürtüsü yönlendirir.
İnsan hayat yaratabilir. Bu, canlı varlıklarla paylaştığı mucizevî bir niteliktir; şu farkla ki, yaratılmış olmanın ve yaratıcı olmanın farkında olan yalnız odur. Başka canlı varlıklarla bütünleşmek ve onlarla bağ kurmak, insan akıl sağlığının bağlı olduğu zarurî bir ihtiyaçtır. Bir çocuk dünyaya getirerek ve bu çocuğa kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar büyüyene değin bakarak, insan, daha doğrusu kadın bir canlı yaratabilir. İnsan, erkek ve kadın tohumlar ekerek, maddî nesneler üreterek, sanat yaratarak, fikirler oluşturarak, birbirini severek yaratma eyleminde bulunurlar. Yaratma eyleminde insan kendisinin yaratık olan yanını aşar, kendini varlığının edilginlik ve raslantısallığmdan öteye, amaçlılık ve özgürlük bölgesine yükseltir. İnsanın aşkınlık ihtiyacında, sevginin köklerinden biri vardır. Aynı zamanda sanatın, dinin ve maddî üretimin temelinde de bu yatar. Yaratmak, etkinlik ve ilgilenmeyi gerektirir. Kişinin yarattığına sevgisini bir ön koşul olarak görür. O halde, eğer sevme yeteneğinden yoksunsa, insan kendini aşma sorununu nasıl çözer? Bu aşma ihtiyacına verilebilecek bir cevap vardır: "Eğer hayatı yaratamıyorsam, onu tahrip edebilirim. Hayatı yok etmek de onu aşmamı sağlar." Gerçekten de insanın hayatı yok edebilir olması, onu yaratabilmesi kadar mucize sayılacak bir iştir, çünkü hayat mucizenin ve açıklanamayanın kendisidir. Yok etme eyleminde insan kendini hayata göre yukarıda görür; kendini bir yaratık olarak aşar. Böylelikle, insan için nihaî seçim, kendini aşma güdüsünün etkisi altında olduğu sürece, yaratmak ya da yok etmek, sevmek ya da nefret etmek olarak ortaya çıkar. Yok etmeye yönelik iradenin insanlık tarihinde gördüğümüz ve zamanımızda, dehşet içinde tanığı olduğumuz inanılmaz gücünün de, yaratma güdüsünün nasıl insan tabiatında kökleri varsa, aynı şekilde kökleri vardır. İnsanın sevgi ve sağduyu için temel eğilimlerini geliştirme yeteneğine sahip olduğunu söylemek, insanın iyiliğine ilişkin "saf inancı belirtmez. Yıkıcılık, insanın varoluşunda gizli olan ikinci derecede bir güçtür ve her tutku ve hırsın sahip olabileceği şiddet ve güce sahiptir. Fakat işte bu nokta benim tezimin de esas noktasıdır. Onun bu gücü, ancak yaratıcılığın yokluğundaki seçenektir. Yaratma ve yıkıp yoketme, sevgi ve nefret bağımsız varlıkları olan iki ayrı içgüdü değildir. İkisi de aynı aşma ihtiyacının cevaplarıdır ve yok etme isteğinin, ancak yaratma isteği karşılanamayınca ortaya çıkması gerekir. Oysa yaratma ihtiyacının tatmini mutluluğa, yıkmanın-kiyse acı çekilmesine (en çok da yıkıcının kendisi tarafından) yol açar.
İnsanın yine varoluş koşullarından kaynaklanan üçüncü bir ihtiyacı, köklere sahip olmaktır. İnsanın insan olarak doğuşu (insan türü olarak ortaya çıkışı. Çev.) doğal yuvasından sıyrılışının başlaması ve doğal bağlarının kopuşunun başlangıcı anlamına gelir. Ancak bu kopuş özünde korkutucudur; insan doğal köklerini yitirirse nerededir ve kimdir? Tek başına, yersiz-yurtsuz ve köksüz kalıverecektir. Bu durumun tecrit edilmişliğine ve onu bir zavallı kılışına da dayanamayacaktır. Akıl sağlığını kaybedecektir. Doğal köklerle insan, ancak yeni kökler bulana dek yetinebilir ve ancak onları bulduktan sonra, bu dünyada kendini evinde-yurdunda hissedebilir. Bu durumda insanda doğal bağlarını koparmamak için derin bir özlem ve doğadan, anadan, kan ve topraktan kopanlmaya karşı mücadele için şiddetli bir arzu görmek şaşırtıcı olabilir mi?
Doğal bağların en temel olanı çocuğun anasıyla olan bağıdır. Çocuk hayata ana rahminde başlar ve orada, hayvanların büyük çoğunluğunda olduğundan çok daha uzun bir süreyle kalır. Doğumdan sonra da çocuk bedensel olarak âcizdir ve tümüyle anneye bağımlılığı sürer. Bu yardıma muhtaç ve bağımlı oluş süresi, herhangi bir hayvanınkine göre çok uzamış bir dönemdir. Hayatın ilk yıllarında çocukla anne arasında tam bir ayrılık meydana gelmemiştir. Tüm fizyolojik ihtiyaçların karşılanması, sıcaklığa ve şefkate duyulan hayatî gereklilik anneye bağlıdır; annesi onu yalnız doğurmaz, yaşatmaya da devam eder. Annenin bakımı, çocuğun onun için yaptığı hiçbir şeye bağlı değildir; çocuğun yerine getirmesi gereken hiçbir yükümlülükle ilgili olmayıp, koşulsuzdur. Anne çocuğuna bakar, çünkü bu yeni varlık onun çocuğudur. Çocuk hayatının bu geleceği etkileyen ilk yıllarında annesini adeta bir hayat pınarı olarak, herşeyi saran, koruyan ve besleyen güç olarak idrak eder. Anne besindir; sevgidir; sıcaklıktır; yuvadır. Onun tarafından sevilmek, hayatta olmak ve kökleri olmak, yuvada bulunmak demektir.
Nasıl ki doğum, rahmin saran koruyuculuğunu terketmek demekse, büyümek de annenin koruyucu yörüngesinden ayrılmak anlamına gelir. Ancak yetişkinle çocuk arasında gerçekten de büyük bir fark olmasına rağmen, olgun ve yetişkin kimselerde bile bir zamanlar varolmuş şekliyle bu konuma olan özlem, asla tam olarak dinmez. Yetişkin kişi kendi ayakları üzerinde durmak ve kendine, hattâ başkalarına bakmak için gerekenlere sahipken, çocuk bunu yapacak durumda değildir. Fakat, hayatın gitgide daha çok zihinleri karıştırdığı, bilgilerimizin bölük-pörçük olduğu, aynca yetişkinlikteki hayatın rastlantılara bağlı bulunduğu ve bu arada yaptığımız kaçınılmaz yanlışlıklar göz önüne alındığında, yetişkinin konumu çocuğunkinden hiç de sanıldığı kadar farklı değildir. Her yetişkin, yardıma, sıcaklığa ve korunmaya birçok bakımdan farklı biçimde, ancak birçok bakımdan da çocuğun ihtiyaçlarına benzer biçimde, ihtiyaç duyar. Ortalama bir yetişkinde bir zamanlar annesiyle ilişkisinin ona verdiği güvenliğe ve köklere sahip olmaya derin bir özlem keşfetmek şaşırtıcı mı? Başka köklülük yolları bulmadıkça, bu şiddetli özlemden vazgeçemeyeceği belli değil mi? Psikopatolojide annenin herşeyi kapsayan yörüngesini terketmenin kabul edilmemesi olgusu hakkında bol miktarda kanıt bulmaktayız. En aşırı biçimiyle, ana rahmine geri dönmek için şiddetli bir istek görmekteyiz. Bu isteğe kafasını takmış olan kişi, şizofreni tablosu oluşturabilir. Küçük bir çocuğun en temel işlevlerini bile yapamayan böyle bir kişi, kendini ana karnındaki cenin gibi hissetmekte ve öyle davranmaktadır. Ciddi nevrozların bir çoğunda aynı ısrarlı isteğe rastlıyoruz. Bunlar kendilerini daha çok rüyalarda, rahatsızlık belirtilerinde ve (ana rahminde durmak için derinden gelen istek ile normal bir hayatı yaşamaya eğilimli olan kişiliğin yetişkin yanı arasındaki çatışmadan kaynaklanan) nevrotik davranışlarda sergilenen bastırılmış bir istek olarak ortaya koyarlar. Bu istek rüyalarda, karanlık bir mağarada olmak, derin sulara dalmak gibi sembollerde görünür. Böyle bir kişinin davranışında hayattan duyulan korkuyu ve ölüm için duyulan derin hayranlığı buluruz (ölüm, hayallerde ana rahmine ve toprak anaya dönüştür).
Anneye saplanıp kalmanın daha az kaygı verici biçimi, kişi¬nin kendisine güya doğma izni verdiği, ancak doğumun bir sonraki adımı olan sütten kesilme (anne memesinden ayrılma) adımını atmaktan korktuğu durumlarda gözlenir. Doğumun bu aşamasında takılı kalmış olan kimseler anne bakımına, ilgilenilmeye ve anne rolünü sürdüren biri tarafından korunmaya derinden gelen bir arzu duyarlar. Anne koruması geri çekildiğinde korkan ve güvensiz olan, fakat şefkat dolu bir anne ya da onun yerini tutan (gerçek anlamda veya hayalde) bir varlık ortaya çıkınca, iyimserlik ve hareket kazanan, bu nedenle de sürekli bağımlı kimselerdir bunlar.
Yaşamak, sürekli bir doğma sürecidir. Çoğumuzun hayatındaki trajedi, tümüyle doğamadan ölmemizdir. Öte yandan doğmak, yalnız rahimden, kucaktan, elden ve benzerlerinden özgür olmak anlamına gelmez. Aynı zamanda etkin ve yaratıcı olmak için de özgür olmayı ifade eder. Nasıl bebek, göbek bağı kesilince kendi başına nefes almalıysa, yetişkin kişi de her doğum anında etkin ve yaratıcı olmalıdır. İnsan ancak tam olarak doğabildiği ölçüde, yeni bir köklülük türü bulur. Bu da onun, dünya ile ve oradan uç vererek bütün insanlar ve doğa ile yaratıcı ilişkisini oluşturur. Doğada ve rahimde edilgin olarak kök bulan insan, tüm hayatla (fakat bu defa aktif ve yaratıcı olarak) tekrar bir olur.
Bu yazının savı, değerlerin köklerinin insanın varoluş koşullarının kendisinde bulunduğudur: Böylelikle de bu koşullara ilişkin (yani "insanlık durumu" hakkındaki) bilgimiz, bizi nesnel geçerliliği olan değerleri yerleştirmeye götürür. Bu geçerlilik yalnızca insanın mevcudiyetine kıyasladır; onun dışında herhangi bir değeri yoktur. İnsanın tabiatı nedir, insanın varoluşunun özel koşulları nelerdir ve bu şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar nelerdir?
Hayvanın varoluş niteliği olan doğa ile ilksel bütünlükten insan kopmuştur. Aynı zamanda hem akıl ve hem de hayal gücüne sahip olmakla, yalnızlığının ve ayrılığının, güçsüzlüğünün ve bilgisizliğinin, doğumun ve ölümünün bir tesadüf oluşunun farkındadır. İçgüdülerce düzenlenen eski bağlanılın yerini dolduran (hemcinsleriyle olan) yeni bağlılıklar bulamamış olsaydı, bu yeni varoluşa bir saniye bile dayanamazdı. Bütün fizyolojik ihtiyaçları tatmin edilmiş olsa bile, yalnızlık ve bireyselleşmiş olma halini, akıl sağlığına kavuşabilmek için kaçmak zorunda olduğu bir hapishane olarak hissedecekti. Gerçekten de akıl hastası, herhangi bir tür bütünleşme (birleşme) kurmakta tam bir başarısızlık gösterdiği için hastadır ve parmaklıklı pencerelerin arkasında olmasa bile hapistedir. Öteki canlı varlıklarla bütünleş¬mek ve onlarla bağlılık içinde olmak, insanın akıl sağlığının gerçekleşmesi için zarri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, yakın insan ilişkilerinin hepsini oluşturan bütün olguların, kelimenin en geniş anlamıyla "sevgi" denen bütün tutkularında arkasında yatar.
Bu bütünleşmenin aranması ve başarılması için birkaç yol vardır. İnsan bir kişiye, bir gruba, bir kuruma veya Tanrıya boyun eğerek dünya ile bir olmayı deneyebilir. Böylece kendi bireysel varlığınının ayrılığını, kendinden daha büyük olan bir kişi ya da bir şeyin parçası haline gelerek aşar ve kendi kimliğini teslim olduğu güçle ilişkili olarak yaşayıp, algılamaya başlar. Ayrılığı yenmek için bir başka imkân, ters yönde yatar: İnsan kendini dünya ile, gücünü ona karşı kullanarak, başkalarını kendisinin bir parçası yaparak ve kendi bireysel varoluşunu hükmetme (egemen olma) yoluyla aşarak bütünleşmeyi deneyebilir.
Boyun eğme ve egemen olmanın ikisinde de ortak olan öğe, bağlılığın simbiyotik yapısıdır. Söz konusu iki kişi de kişisel bütünlük ve özgürlüklerini kaybetmişlerdir; birbirine bağımlı, birbirinden alarak ve vererek yaşarken, yakınlık ve birleşme ihtiyaçlarını doyururlar.
Ama yine de özgürlük ve bağımsızlık gerektiren iç kuvvet ve özgüven eksikliğinden muzdariptirler ve bundan da öte, simbiyotik ilişkilerinden doğması kaçınılmaz olan bilinçli ya da bilinçdışı bir düşmanlık tarafından sürekli tehdit edilmektedirler. Boyun eğici (mazoşist) ve otoriter (sadist) tutkuların gerçekleşmesi asla bir tatmin sağlamaz. Bunların kendi kendilerini besleyen bir dinamizmleri vardır ve hiçbir miktardaki itaat ya da despotluk (ya da sahip oluş veya ün) bir kimlik ve bütünleşme bilinci vermeye yetmediği için, sürekli daha fazlası aranır. Bu tutkuların nihai sonucu bozgundur.
Başka türlü olamaz; bir birlik hissi yerleştirmeye çalıştıkları halde, kişinin temel bütünlük hissini yok ederler. Bu tutkulardan herhangi biri tarafından güdülen kişi, başkalarına gerçekten bağımlı hale gelir; kendi bireysel varlığını geliştireceğine, itaat ettiği ya da egemen olduğu kimselere bağlı kalır.
İnsanın dünya ile birleşme ve aynı zamanda bir kimlik bütünlüğü ve bireysellik (bölünmez varlık)duygusu edinme ihtiyacını karşılayan bir tek tutku vardır ve bu da sevgidir. Sevgi, kişinin kendisi dışında birisi ya da bir şey ile kendi ayrılığını ve bütünlüğünü koruma koşuluna uyarak bütünleşmesidir. Sevgi insanın kendi iç faaliyetinin tümüyle ortaya çıkmasına izin veren bir paylaşma ve bir duygudüşünce alışverişi tecrübesidir. Sevginin yaşanması, yanılsamalara olan ihtiyacı ortadan kaldırır. Öteki kişinin görüntüsünü ya da kendiminkini şişirmeye hiç gerek yoktur, çünkü etkin bir paylaşma ve sevme eylemi benim bireyselleşmiş varlığımı aşmama ve aynı zamanda kendimi, sevme eylemini oluşturan etkin güçlerin sahibi olarak hissetmeme izin verir. Önemli olan belli bir sevginin niteliğidir, nesnesi değil. Sevgi, yurttaşlarımızla insanî dayanışma deneyiminde, kadınla erkeğin cinsel sevgisinde, annenin çocuğu için duyduğu sevgide ve aynı zamanda insanın kendisine bir insan olarak duyduğu sevgide, bir de mistik birlik deneyiminde ortaya çıkar. Sevme eyleminde ben herkesle bütünüm, ama yine de ben kendimim; kendine özgü, ayrı, sınırlı, ölümlü bir insanoğlu. Gerçekten de sevgi, ayrılık ve birlik tezatının kendisinden doğar.
İnsanlık durumunun bir yere ya da birşeye bağlı olma ihtiyacı ile yakından ilişkili olan bir başka konu da, insanın bir yaratık olma konumu ve bu edilgin yaratık konumunu aşarak yücelme ihtiyacıdır. İnsan dünyaya, kendi izni ve isteği olmadan atılmıştır. Bu bakımdan hayvanlardan, bitkilerden ve organik olmayan maddelerden bir farkı yoktur. Fakat akıl ve hayal gücü ile donatıldığı için, yaratılmış olanın edilgin rolüyle ya da bir fincandan saçılmış zarların tesadüfsel bir araya gelişiyle yetinemez. Onu, yaratık rolü ve varoluşunun tesadüfe bağlı ve edilgin oluşunu bir "yaratıcı" olmak suretiyle aşma dürtüsü yönlendirir.
İnsan hayat yaratabilir. Bu, canlı varlıklarla paylaştığı mucizevî bir niteliktir; şu farkla ki, yaratılmış olmanın ve yaratıcı olmanın farkında olan yalnız odur. Başka canlı varlıklarla bütünleşmek ve onlarla bağ kurmak, insan akıl sağlığının bağlı olduğu zarurî bir ihtiyaçtır. Bir çocuk dünyaya getirerek ve bu çocuğa kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar büyüyene değin bakarak, insan, daha doğrusu kadın bir canlı yaratabilir. İnsan, erkek ve kadın tohumlar ekerek, maddî nesneler üreterek, sanat yaratarak, fikirler oluşturarak, birbirini severek yaratma eyleminde bulunurlar. Yaratma eyleminde insan kendisinin yaratık olan yanını aşar, kendini varlığının edilginlik ve raslantısallığmdan öteye, amaçlılık ve özgürlük bölgesine yükseltir. İnsanın aşkınlık ihtiyacında, sevginin köklerinden biri vardır. Aynı zamanda sanatın, dinin ve maddî üretimin temelinde de bu yatar. Yaratmak, etkinlik ve ilgilenmeyi gerektirir. Kişinin yarattığına sevgisini bir ön koşul olarak görür. O halde, eğer sevme yeteneğinden yoksunsa, insan kendini aşma sorununu nasıl çözer? Bu aşma ihtiyacına verilebilecek bir cevap vardır: "Eğer hayatı yaratamıyorsam, onu tahrip edebilirim. Hayatı yok etmek de onu aşmamı sağlar." Gerçekten de insanın hayatı yok edebilir olması, onu yaratabilmesi kadar mucize sayılacak bir iştir, çünkü hayat mucizenin ve açıklanamayanın kendisidir. Yok etme eyleminde insan kendini hayata göre yukarıda görür; kendini bir yaratık olarak aşar. Böylelikle, insan için nihaî seçim, kendini aşma güdüsünün etkisi altında olduğu sürece, yaratmak ya da yok etmek, sevmek ya da nefret etmek olarak ortaya çıkar. Yok etmeye yönelik iradenin insanlık tarihinde gördüğümüz ve zamanımızda, dehşet içinde tanığı olduğumuz inanılmaz gücünün de, yaratma güdüsünün nasıl insan tabiatında kökleri varsa, aynı şekilde kökleri vardır. İnsanın sevgi ve sağduyu için temel eğilimlerini geliştirme yeteneğine sahip olduğunu söylemek, insanın iyiliğine ilişkin "saf inancı belirtmez. Yıkıcılık, insanın varoluşunda gizli olan ikinci derecede bir güçtür ve her tutku ve hırsın sahip olabileceği şiddet ve güce sahiptir. Fakat işte bu nokta benim tezimin de esas noktasıdır. Onun bu gücü, ancak yaratıcılığın yokluğundaki seçenektir. Yaratma ve yıkıp yoketme, sevgi ve nefret bağımsız varlıkları olan iki ayrı içgüdü değildir. İkisi de aynı aşma ihtiyacının cevaplarıdır ve yok etme isteğinin, ancak yaratma isteği karşılanamayınca ortaya çıkması gerekir. Oysa yaratma ihtiyacının tatmini mutluluğa, yıkmanın-kiyse acı çekilmesine (en çok da yıkıcının kendisi tarafından) yol açar.
İnsanın yine varoluş koşullarından kaynaklanan üçüncü bir ihtiyacı, köklere sahip olmaktır. İnsanın insan olarak doğuşu (insan türü olarak ortaya çıkışı. Çev.) doğal yuvasından sıyrılışının başlaması ve doğal bağlarının kopuşunun başlangıcı anlamına gelir. Ancak bu kopuş özünde korkutucudur; insan doğal köklerini yitirirse nerededir ve kimdir? Tek başına, yersiz-yurtsuz ve köksüz kalıverecektir. Bu durumun tecrit edilmişliğine ve onu bir zavallı kılışına da dayanamayacaktır. Akıl sağlığını kaybedecektir. Doğal köklerle insan, ancak yeni kökler bulana dek yetinebilir ve ancak onları bulduktan sonra, bu dünyada kendini evinde-yurdunda hissedebilir. Bu durumda insanda doğal bağlarını koparmamak için derin bir özlem ve doğadan, anadan, kan ve topraktan kopanlmaya karşı mücadele için şiddetli bir arzu görmek şaşırtıcı olabilir mi?
Doğal bağların en temel olanı çocuğun anasıyla olan bağıdır. Çocuk hayata ana rahminde başlar ve orada, hayvanların büyük çoğunluğunda olduğundan çok daha uzun bir süreyle kalır. Doğumdan sonra da çocuk bedensel olarak âcizdir ve tümüyle anneye bağımlılığı sürer. Bu yardıma muhtaç ve bağımlı oluş süresi, herhangi bir hayvanınkine göre çok uzamış bir dönemdir. Hayatın ilk yıllarında çocukla anne arasında tam bir ayrılık meydana gelmemiştir. Tüm fizyolojik ihtiyaçların karşılanması, sıcaklığa ve şefkate duyulan hayatî gereklilik anneye bağlıdır; annesi onu yalnız doğurmaz, yaşatmaya da devam eder. Annenin bakımı, çocuğun onun için yaptığı hiçbir şeye bağlı değildir; çocuğun yerine getirmesi gereken hiçbir yükümlülükle ilgili olmayıp, koşulsuzdur. Anne çocuğuna bakar, çünkü bu yeni varlık onun çocuğudur. Çocuk hayatının bu geleceği etkileyen ilk yıllarında annesini adeta bir hayat pınarı olarak, herşeyi saran, koruyan ve besleyen güç olarak idrak eder. Anne besindir; sevgidir; sıcaklıktır; yuvadır. Onun tarafından sevilmek, hayatta olmak ve kökleri olmak, yuvada bulunmak demektir.
Nasıl ki doğum, rahmin saran koruyuculuğunu terketmek demekse, büyümek de annenin koruyucu yörüngesinden ayrılmak anlamına gelir. Ancak yetişkinle çocuk arasında gerçekten de büyük bir fark olmasına rağmen, olgun ve yetişkin kimselerde bile bir zamanlar varolmuş şekliyle bu konuma olan özlem, asla tam olarak dinmez. Yetişkin kişi kendi ayakları üzerinde durmak ve kendine, hattâ başkalarına bakmak için gerekenlere sahipken, çocuk bunu yapacak durumda değildir. Fakat, hayatın gitgide daha çok zihinleri karıştırdığı, bilgilerimizin bölük-pörçük olduğu, aynca yetişkinlikteki hayatın rastlantılara bağlı bulunduğu ve bu arada yaptığımız kaçınılmaz yanlışlıklar göz önüne alındığında, yetişkinin konumu çocuğunkinden hiç de sanıldığı kadar farklı değildir. Her yetişkin, yardıma, sıcaklığa ve korunmaya birçok bakımdan farklı biçimde, ancak birçok bakımdan da çocuğun ihtiyaçlarına benzer biçimde, ihtiyaç duyar. Ortalama bir yetişkinde bir zamanlar annesiyle ilişkisinin ona verdiği güvenliğe ve köklere sahip olmaya derin bir özlem keşfetmek şaşırtıcı mı? Başka köklülük yolları bulmadıkça, bu şiddetli özlemden vazgeçemeyeceği belli değil mi? Psikopatolojide annenin herşeyi kapsayan yörüngesini terketmenin kabul edilmemesi olgusu hakkında bol miktarda kanıt bulmaktayız. En aşırı biçimiyle, ana rahmine geri dönmek için şiddetli bir istek görmekteyiz. Bu isteğe kafasını takmış olan kişi, şizofreni tablosu oluşturabilir. Küçük bir çocuğun en temel işlevlerini bile yapamayan böyle bir kişi, kendini ana karnındaki cenin gibi hissetmekte ve öyle davranmaktadır. Ciddi nevrozların bir çoğunda aynı ısrarlı isteğe rastlıyoruz. Bunlar kendilerini daha çok rüyalarda, rahatsızlık belirtilerinde ve (ana rahminde durmak için derinden gelen istek ile normal bir hayatı yaşamaya eğilimli olan kişiliğin yetişkin yanı arasındaki çatışmadan kaynaklanan) nevrotik davranışlarda sergilenen bastırılmış bir istek olarak ortaya koyarlar. Bu istek rüyalarda, karanlık bir mağarada olmak, derin sulara dalmak gibi sembollerde görünür. Böyle bir kişinin davranışında hayattan duyulan korkuyu ve ölüm için duyulan derin hayranlığı buluruz (ölüm, hayallerde ana rahmine ve toprak anaya dönüştür).
Anneye saplanıp kalmanın daha az kaygı verici biçimi, kişi¬nin kendisine güya doğma izni verdiği, ancak doğumun bir sonraki adımı olan sütten kesilme (anne memesinden ayrılma) adımını atmaktan korktuğu durumlarda gözlenir. Doğumun bu aşamasında takılı kalmış olan kimseler anne bakımına, ilgilenilmeye ve anne rolünü sürdüren biri tarafından korunmaya derinden gelen bir arzu duyarlar. Anne koruması geri çekildiğinde korkan ve güvensiz olan, fakat şefkat dolu bir anne ya da onun yerini tutan (gerçek anlamda veya hayalde) bir varlık ortaya çıkınca, iyimserlik ve hareket kazanan, bu nedenle de sürekli bağımlı kimselerdir bunlar.
Yaşamak, sürekli bir doğma sürecidir. Çoğumuzun hayatındaki trajedi, tümüyle doğamadan ölmemizdir. Öte yandan doğmak, yalnız rahimden, kucaktan, elden ve benzerlerinden özgür olmak anlamına gelmez. Aynı zamanda etkin ve yaratıcı olmak için de özgür olmayı ifade eder. Nasıl bebek, göbek bağı kesilince kendi başına nefes almalıysa, yetişkin kişi de her doğum anında etkin ve yaratıcı olmalıdır. İnsan ancak tam olarak doğabildiği ölçüde, yeni bir köklülük türü bulur. Bu da onun, dünya ile ve oradan uç vererek bütün insanlar ve doğa ile yaratıcı ilişkisini oluşturur. Doğada ve rahimde edilgin olarak kök bulan insan, tüm hayatla (fakat bu defa aktif ve yaratıcı olarak) tekrar bir olur.