BİR MEDENİYET KURAMCISI OLARAK İBN HALDUN

Ahmet Albayrak

“Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
İbn Haldun

GİRİŞ

İnsanlık tarihinde önce yetiştikleri topluma sonra tüm insanlığa yol gösteren, belli dinamiklere bağlı olarak bir medeniyetin kurulmasında veya gelişmesinde rol oynayan “deha”lar her zaman olagelmiştir. Dehanın belki de en büyük özelliği dünü, tarihi-sosyolojik bakış açısıyla değerlendirip bugün ve yarın hakkında fikirler üreterek çağlar üstü olabilmesidir. Deha pratisyen değil teorisyendir. Teorilerini de bir fantezi olsun diye oluşturmaz. Zaten o, teori oluşturmak için yola çıkmış değildir. Herşey onun görev bilincinin ve cehdinin bir sonucudur.

Tarihte ve günümüzde dehaların yeterince anlaşılamadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fikirlerinin yoğunluklarından dolayı sulandırılarak, katalizör olarak bir şeyler katılarak aktarıldıklarından dehaların tek boyutlu olmadıkları, olaylara bütün olarak baktıkları hep gözden kaçmıştır. Celâleddin-i Rûmî’nin malum fil hikayesi gibi çoğu kere dehalar değişik zamanlarda ve değişik kişilerce, değişik yönleriyle değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeler bir bütün haline getirilememiştir. Böylece diyebiliriz ki Cemil Meriç’te de ifadesini bulduğu gibi anlaşılmamak olan dehanın kaderini İbn Haldun da paylaşmıştır.

Bu yazımızda İbn Haldun'un temel dinamiklerini bulmağa ve onun bir tarihçi veya sosyolog vs. olmaktan ziyade bir medeniyet kuramcısı olduğunu belirtmeye çalışacağız.

Tunus’ta 732/1332’de doğan ve Kahire’de 808/1406’da vefat eden İbn Haldun un hayatı ayrıntılar gözönüne alınmazsa genel olarak iki bölümde incelenebilir ve bu iki bölüm kalın çizgilerle birbirinden ayrılır.

Kırkbeş yaşında İbn Selâme Kalesi’ne yerleşene kadar siyasi ve idari karışıklıklar içinde geçen ve “menfaat ve maslahatına olan her vesileden ve vasıtadan rahatlıkla faydalanmasını bilen” , adeta bugünkü ifade ile makyavelist bir tutum sergileyen İbn Haldun, hayatının ikinci safhasında ise “Siyasi entrikalardan uzak, huzurlu ve istikrarlı bir hayat yaşama imkanına kavuşmasıyla” birlikte kendisini ilme ve telife vermiştir.

Eserlerinde ve özellikle Mukaddime’de hayatının ilk safhasında geçirdiği pratik ve pragmatik tecrübelerinin etkisi varsa da onun kaderin bir cilvesi olarak ve kabına sığmayan bir kişiliğinin sonucunda oluşan bu hayatından hoşnut olmadığını, asıl kişiliğini olgunlaşma olarak kabul edilen kırkbeş yaşından sonra bulduğunu yazdıklarından anlayabiliriz. Onda hayatının ilk döneminden kalanlar farklı kişilik yapılarından ve farklı toplumlardan oluşan müşahedeleridir. Artık “Tunuslu filozof bir kartal gibi yükselir bulutlara.”

MUKADDİME

Bulutlara yükselen ve İslam Medeniyeti’nde çöküşün sinyalleri yayılırken zirveye çıkmasını başarabilen İbn Haldun zirvelerde “bulutları dağıtan bir rüzgar” estirir: “Mukaddime”. Mukaddime İbn Haldun’un özümsediği bilgilerinden ve müşahedelerinden oluşmuştur. Çünkü o, okuduğu kitapları “ezberlememiş, sadece anlayarak okumaya ve tedkik etmeğe çalışmıştır.” Bu hususu teyid için o şöyle demektedir: “Herhangi bir ilimde bilgin olmak için gereken ilk bilgileri, o ilmin kaide ve kurallarını ve ilimde incelenen meseleleri asıl ve esaslarından, başka bir deyimle küllî olan usullerinden fer’î olan meselelerini çıkarabilmekle olur. Herhangi bir ilimde bu hususlarda meleke kesbedilmedikçe o ilimle meşgul olan kimse onu iyice kavramış ve bilmiş sayılmaz. Bu meleke fehm, anlam ve ezberlemeden başka bir şeydir.”

Kuvvetli bir meleke ile yazılan “Mukaddime bir hamlede fethedilemez. Atıfların ve îmaların karanlık dehlizinden geçeceksiniz. Tanımadığınız mefhumlar kesecek yolunuzu. İbn Haldun külliyatını tetebbu etmeyenlere sırlarını ifşa etmez eser.”

“Geniş bir kültür birikimini içeren Mukaddime’nin incelenmesi başlıbaşına bir sorundur. Bu sorunun çözümüne sağlıklı bir yaklaşım, Mukaddime’deki her konunun ayrı ayrı dikkate alınmasını değil, fakat konular arasındaki iç bağıntıların karşılıklı etkilerindeki bütünlüğün ihmal edilmemesini gerektirir.” Böyle olunca da ne sadece Satı el-Husri’nin belirttiği gibi bir sosyoloji kitabı ne de bir tarih kitabıdır . O hem çözümleyici hem birleştirici bir tarzda incelenen ögelerden oluşan dev bir medeniyet ve “beşeri ilimler ansiklopedisidir.”

Çünkü İbn Haldun bu eserinde medeniyetlerin ve kültürlerin doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü çözümlemekte, özellikle İslam medeniyetiyle ilgili tutarlı görüşler ileri sürmektedir. Yine İbn Haldun, “Mukaddime’de yalnız tarihle uğraşmaz, aynı zamanda İslam dünyasındaki sanatları, ilimleri gözden geçirir, bunların herbirinin amacını ve kapsamını belirler. İbn Haldun’un yaptığı ilimler sınıflandırması da, nihai İslamî bölümleme sayılabilir.”

TARİH ANLAYIŞI

“Mukaddime’deki tarih felsefesi nev’inin en büyük eseri. Şimdiye kadar hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser yaratmamıştır.” Toynbee

“İbn Haldun’un hedefi, “masal”cıların masallarını yakmaktır.” O, “çağını anlamak için eğilir tarihe. Çünkü her tarih eseri, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yazarın hayat tecrübesine bağlıdır.” Bu hayat tecrübesi de hiç şüphesiz bir kültür ve medeniyet ortamında oluşacaktır. Onun amacı rivayet etmek için tarih yazmak değildir. Onun yaptığı kendisindeki önceki büyük tarihçilerin hata yaptıklarını gördükten ve hesaba katmadıkları başka bir bilimin kuralları olduğu bilincine vardıktan sonra onu aramaya koyulmaktır. Çünkü “onun nazarında tarih küllî bir ilimdir.” Yine ona göre “tarih, siklet merkezliği yapan bir bilgidir.”

İbn Haldun "tarihin bir ilim olduğunu, geçmişi bilmekle insanların hali değerlendirebileceklerini söylemektedir. İbn Haldun bir su damlası nasıl diğer su damlalarına benzer ise bir milletin geleceği de geçmişe aynen benzer demektedir.”

Görülüyor ki İbn Haldun tarihe farklı açıdan bakarak “kendisinden önceki tarihçileri rivayetçi anlayış ve metodlarından ötürü yermekte ve tarihte yer alan haber ya da bilgilere yalan karışmasının nedenlerini irdelemektedir.” O, daha önceki tarih literatüründen hemen hemen hiç etkilenmeksizin tarihçiliği yeni düşünceler ve yeni bir araştırma metoduyla zenginleştirmiştir.

İbn Haldun tarihi şöyle tanımlar: “Tarih, bir çağa veya bir nesle has haberlerin anlatılmasıdır.” Ancak bu anlatımda sosyal hayatın oluşup gelişmesinin nedenlerinin bilinmesini gerekli görür. İbn Haldun’un tarihçiliği yüzeysel değil bir tarih felsefesi geliştirecek kadar derindir. “Tarihin içinde saklanan mana, incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın (kâinatın) sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır.”

İbn Haldun’un olaylardaki temel sebeplerin önemine işaret etmiş olması bir çok yazar tarafından determinist , pozitivist , tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi haksız tanımlamalara yol açmıştır. Hatta İlyas Ba-Yunus ve Ahmed Ferid, “İbn Haldun’un İslam’a hizmet amacıyla eserlerini kaleme aldığı pek söylenemez” şeklinde hayret verici ifade kullanmaktadırlar.

Oysa, “temel ve ilk sebep olarak Allah’ı, Allah’ın iradesini kabul ettikten sonra, cereyan eden olayların görünürdeki maddi sebeplerini (adetullah’ı, sünnetullah’ı) incelemek, olaylarla sebepler arasındaki sebep-sonuç bağını ortaya koymaya çalışmak -bazılarının zannettiği gibi- materyalist olmayı gerektirmez.”

Doğrusal (linear) bir tarih görüşüne dayanan modernizme göre, Ülken’in de belirttiği gibi “İbn Haldun tamamıyla terakki (ilerleme) aleyhtarıdır. Herşey hareket ettiği noktada nihayet bulur ve yeniden başlar.”

Doğrusal bir tarih görüşüne sahip olmaması onun “modern” değil İslami geleneksel bir çizgide olduğunu gösterir. İkbal, İbn haldun’un Mukaddimesinin bütün ruhunun Kur’an-ı Kerim’den aldığı ilhama dayandığını belirtir. “İlerleme, Avrupalıların yakın zamanlarda geliştirdikleri bir anlayıştır ve modern olmak “ilerlemeci” olmaktır.” İslam alimleri için ise tarih çevrimsel ( cycle ) bir şekilde gelişir. “Tarih bu yüzden tekerrür etme eğilimindedir. Ancak tarih aynı aktörler, olaylar şeklinde tekrarlanmaz. Olaya sebebiyet veren boyutlar yine de aynıdır: mekan ve insan tabiatı. Merkezde “Mükemmel insan” olarak Rasulullah yer alır. Bütün zaman kesitlerinde yaşayan insanlar için ana cazibe kaynağı asr-ı saadettir. Müslüman hangi mekanda ve zamanda olursa olsun fıtrat eksenine bağlı olarak “niteliği” temsil eder. Yükseliş, düşüş Allah”ın iradesi içinde insanların fıtrata olan yakınlık ve uzaklığına göre değişir.” İbn Haldun’un dairesel tarih anlayışı çağının bedbin yapısından veya kaderci olmasından değil , İslami’ın dinamik evren anlayışından dolayıdır.

Hayat yolunda insanın sürekli ilerlediğini, dahası tarihin sürekli ilerlediğini ileri sürmek hayatın gerçekleriyle bağdaşmıyor. Çünkü insanlar da, toplumlar da başladıkları noktanın gerisine düşmüş olabiliyor. Fakat başlanan noktanın gerisine düşmüş olmayı her yönüyle kayıp saymak ta gerekmiyor. Bir ilerlemenin kaydedilemediği, dahası bir gerilemenin tespit edilebildiği durumlarda bile işin içinden bir olgunlaşma ile çıkıldığı söylenebilir.

Şunu da belirtmeliyiz ki Kur’an’a göre toplumlar da bireyler gibi canlı organizmalardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi doğar, büyüyüp gelişir ve nihayet ölüp giderler. A’raf Suresi 34.ayet bu gerçeği evrensel bir kanun halinde şöyle veriyor: “Ve her toplum için bir vade belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda onu bir tek an olsun, ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler.” (Ayrıca bk. Yunus, 149; Hicr, 5; Mü’minun, 43)

Yine Kur’an’a göre milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışlarının cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. İbn Haldun’un vurgulamak istediği noktalardan biri de işte budur. O bu noktaya, Fındıkoğlu’na göre, ömr-i beşerle ömr-i cemiyeti analoji ile yaklaştırarak, bir başka ifade ile biyolojik determinizmini içtimai determinizmle devam ettirerek ulaşmıştır. Böylece o, bütün kanunları “bir”e irca etme niyetini ortaya koymuştur.

İbn Haldun’un determinizmi hakkındaki M.Armağan’ın görüşüyle bu bölümü bitirelim. “Nedensellik düşüncesinin İbn Haldun’un sistemindeki yeri oldukça belirleyici. Şu halde İbn Haldun, olaylar arasında nedensellik bağı olduğuna inanmaktadır ama bu onu bir “fenomenizm”e götürmez. Olaylar arasındaki nedensellik bağını, tabiî ve toplumsal kanunlardan ilahi kanunlara doğru yükselen bir spiral şeklinde düşünmektedir. Bunların uygulanış alanları ve düzeylerinin farklı oluşuna karşın hepsi ilahî kanunda birleşmektedir.” Açıkça anlaşılıyor ki onun nedenselliğinin temelinde sosyolojik değil, moral ve dinî faktörler bulunmaktadır.

UMRAN İLMİ

“Tarih telakkisinin mahiyeti İbn Haldun’u tabii olarak “Umran” fikrine sevketmektedir. Bugünkü istilahlarımıza göre medeniyetin tam kendisini ifade eden, Alman sosyolojisi istilahları gözönüne alındığı takdirde aynı zamanda “kültür, hars” manasını da şümulü dairesine alabilecek olan bu umran fikri, Arap müverrihini on dokuzuncu asrın sosyologları nazarında orijinal gösteren belli başlı düşüncelerden berini teşkil eder.”

İbn Haldun tarihten hareketle umran ilmine varmıştır. Cemil Meriç’in ifadesiyle umranın keşfi, tarihten tesadüfü kovan bir ihtilaldir. Çünkü o, “umran ilmini tesis etmiş, tarihin karanlıklarını aydınlatmaya, maziyi örten yoğun hurafe ve efsane bulutlarını dağıtmaya çalışmıştır. İbn Haldun, umran ilmini tarih için bir vasıta olarak görmüştür. Lakin onun nazarında tarih, medeniyet, beşeriyet ve kültür tarihi olduğundan bir içtimai felsefe kurabilmiştir. Ona göre aslında tarih de bir nevi umran ilmidir.” Meriç, umran’ı, “geniş manasıyla medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dinî düzen, âdetler ve inançlar” olarak tanımlamaktadır. Ancak Uludağ, İbn Haldun’un umrana yüklediği mananın medeniyet tabirinden daha şumullü, umumi ve ilmî olduğunu söyler.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP