AHLÂKI TEMELLENDİRME PROBLEMİ (... devam )

Görüldüğü gibi Kant, bir taraftan ahlâkî değerleri insanın koyduğunu, diğer taraftan da temel ahlâk prensiplerinin evrensel olması gerektiğini bir arada savunmanın tutarsızlığını görmüş gibidir. Bu tutarsızlıktan kurtulabilmek için, ahlâk sistemini "Tanrı" ile tamamlamak yolunu seçmiştir. Ancak burada başka bir problem ortaya çıkmıştır. Çünkü O, din'in Tann'ya verdiği fonksiyon ve sıfatları, öncelikle insana vermiştir. Tanrıyı sistemine dahil etmesi, içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak ümidiyle olmuştur. Bu sebepten dinî muhtevadan tamamen soyup sistemine dahil ettiği Tanrı'nın Ahlâk'da fonksiyonerliği ve önemi kalmamış gibidir.

Şimdi, ahlâkı duygu üzerine temellendirdiğini düşündüğüm Hume üzerinde durmak istiyorum. Ahlâk felsefesi terimini "insan tabiatının ilmi" mânâsında kullanan Hume, davranışların kaynağı olarak kabul ettiği insan tabiatının duygusal yönünü tahlil eder.

Davranışlara tesiri konusunda, tutkuya (passion) değil de akla öncelik veren görüşü reddeden Hume, şu iki önermenin doğruluğunu ispatlamaya girişir. Bunların birincisi: "yalnız başına alal, istemenin herhangi bir eylemi için asla saik (motive) olamaz"; ikincisi de "akıl, asla tutkuya mahalefet edemez" önermeleridir.

Hume'a göre akıl, yalnız başına herhangi bir eylemi meydana getirecek güçte değildir. Çünkü eylem açısından akıl, âtıl (inert) bir haldedir. Bu konuda Hume, şunları söyler: "Akıl, herhangi bir tutku veya heyecan ile yapılmış tercihe mani olmaya muktedir değildir ve bu sonuç zorunludur" . "Akıl, tutkuların kölesidir ve öyle olması gerekir. Tutkulara hizmet ve itaat etmekten başka bir yeti gibi davranması da asla mümkün değildir" .

Görülüyor ki Hume'un sisteminde, insan eylemlerini yöneten akıl değil tutku ve duygular olmaktadır. Eylemlerin ahlâkîliği akla göre değil duyguya göre belirlenmektedir. Çünkü "akıl; ya olgular (facts), yahut ilişkiler (relations) hakkında hüküm verir" .

Filozofa göre, zikredilen her iki faaliyet tarzı ile de akıl, ahlâki fazileti keşfedememektedir. Bunu göstermek için meseleyi, önce olgular sonra da ilişkiler açısından inceler. Bunun için "kasten işlenmiş bir cinayet"! olgular seviyesinde; "yakın akraba arasındaki cinsel ilişkiyi (incest)" ilişkiler seviyesinde örnek olarak verir . İşte, hem olgular hem de ilişkiler seviyesinde akıl, ahlâkî fazileti belirleyememektedir. Bu sebepten ahlâkî farklılıklar (morai distinctions), akıldan değil duygudan çıkmalı ve duygu üzerine temellendirilmelidir. Çünkü "ahlâklılık, hakkında hüküm verilen bir şey olmaktan ziyade, tam olarak hissedilen bir şeydir" .

Hume'a göre fazilet hoş; rezilet ise rahatsız edici bir izlenim uyandıran şeydir. Görünüşü bir çeşit haz veya huzursuzluğa sebep olan bir eylem veya karakter, faziletli veya faziletsiz diye isimlendirilir. Fazilet; "seyreden kişiye hoş bir beğenme duygusu veren zihnî bir niteliktir" .

İnsanların eğilimleri üzerinde herhangi bir tartışma olamayacağına göre burada, "acaba Hume'un bu görüşü relativism'e mi götürmektedir" sorusu akla gelmektedir. J.B. Stewart'in da işaret ettiği gibi , bu konuda Hume, ahlâk duygusunun her insan için müşterek olduğunu düşünmüş gibi gözükür. Bu müştereklik; sadece normal insanların hepsinin ahlâk duygusuna sahip olduğu anlamında değil, aynı zamanda bu duygunun faaliyetinde de belirli temel bir uyuşmanın varolduğu şeklindedir.

Hume'un sisteminde ahlâkî hüküm de, bu hükmü veren kişinin hüküm verdiği eylem hakkındaki beğenme veya beğenmeme duygusunu ifade eder. Burada da, "acaba kişinin beğenme duygusunu belirleyen âmil nedir" şeklinde bir soru akla gelir.

Bu sorunun cevabını verirken Hume, ahlâkî beğenmenin kısmî sebebini "faydalı olma "da bulur. Fakat kim için faydalı olan? Bu, "sadece kendi menfaatimiz olamaz, çünkü bizim menfaatimiz, aynı zamanda dışımizdakileri de ilgilendirir. Bu sebepten eğer faydalı olma, ahlâkî duygunun bir kaynağı ise ve bu daima kişinin kendi açısından düşünülmeyecekse, buradan toplumun mutluluğuna yardım eden herşeyi tercih edeceğimiz sonucu çıkar. Ahlâklılığın kaynağını büyük ölçüde izah eden prensip, işte buradadır" Ahlâkî yükümlülük duygusunu doğuran da, "kamu menfaatine duyulan sempatidir" .

Görüldüğü gibi , Hume'un ahlâk teorisi duygu üzerine temelîendirilmiştir. Burada akıl, duygu ve tutkuların emrine verilmiş; aklın rolü, insan tutkularının en iyi şekilde tatmin yollarını keşfetmeye indirgenmiştir. Böylece ahlâk, hakkında hüküm verilen bir konu olmaktan çıkıp bir duygu konusu haline gelmiştir. Ahlâkî hüküm ise, bu duygunun ifadesine indirgenmiştir.

Hume ahlâkında dikkat çekilmesi gereken ilk nokta, kanaatimce ahlâkî fazilet anlayışı olmalıdır. Fazileti, "kişiye hoş bir beğenme duygusu veren zihnî bir nitelik" olarak tarif etmenin mantıkî sonucu, kişideki psikolojik bir hâl olan beğenme duygusu ortadan kalkınca, ahlâkî fazilet adı verilen bütün değerlerin boş birer zarf olarak kalacakları gerçeğidir. Dolayısıyla "adalet", "zulüm", ve "doğruluk" gibi kavramların mânâları, kişinin duygu hallerine göre değişecektir. Böylece farklı zaman ve zeminlerde değişmeyen, yükümlülük yükleyen ve bağlayıcı olan bir takım ahlâk değerlerinden bahsedilemeyecektir. Bu ise, ferd ve toplum hayatından ahlâkın ortadan kalkması, en azından önemini yitirmesi demektir. Çünkü bu durumda, gerek ferd gerekse toplum için gerçekleştirilmesi uğruna gayret gösterilecek hiç bir ahlâkî standart
kalmayacaktır.

Duygu ile temellendirilen ahlâk teorisinde değerler, real dünyada ontolojik mânâda objektif bir varoluşa sahip olmayıp, insan düşüncesinin ürünleri olmaktadır. Kısaca değerleri belirleyen, bizzat değerler şuurudur. Böylesi sübjektif bir değer teorisinde, değerler insana bağımlı olarak değişecektir. Bu sebepten Hume ahlâkında, bütün insanlar için bağlayıcı temel prensipleri olan, kural koyucu (normative) bir ahlâk anlayışından bahsetmek son derece zorlaşmaktadır. Aynı şekilde genel geçer objektif ahlâk doğrularından da bahsedilemeyecektir. Bu da ahlâkî relativizmi beraberinde getirecektir.

Hume, ahlâk duygusunun işleyiş tarzının her insanda aynı olduğunu ileri sürmekle ve sempati (sympathy) kavramıyla relativizmi aşmayı denese de, bunda tam olarak başarılı olduğunu söylemek zordur. Hatta bazı düşünürler 'sympathy' kavramı için "felsefi kurgu" ifadesini kullanmaktadırlar .

Hume'un bu ahlâk anlayışı, B. Russell ve A.J.Ayer gibi filozoflarca daha da ileri götürülmüştür. Sonuçta ise, bütün ahlâkî kavramların "asılsız sözde kavramlar (pseudo-concepts)" ; ahlâkî hükümlerin de "ne doğru ne de yanlış olabilen, sırf heyecan (emotion) ifadeleri" olduğu düşüncesine ulaşılmıştır.

Hume'un ahlâkî duygunun kaynağını "faydalı olma" kavramında bulması konusunda dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da şudur: Hume, kişinin ahlâk alanında verdiği hükmün, son tahlilde, fayda prensibi tarafından belirlendiği kanaatindedir. Bu ise, ahlâkîliği hakkında eylemin sonucuna göre hüküm vermek demektir. Bu görüş ahlâk alanında, bana göre, son derece ciddî bir problemin doğmasına sebep olur. Çünkü ahlâkî değer, Kant'm işaret ettiği gibi, eylemin sonucunda değil, arka planındaki irade ve niyette aranmalıdır. Hayatını tehlikeye atarak komşusunun çocuğunu kurtarmak üzere yanmakta olan eve girip de, kucağında ölmüş çocukla dönen insanın eylemine gayr-i ahlâkî demek mümkün değildir.

Adalet ve fazilet uğrunda hayatını veren bir kahraman veya şehidin eyleminin ahlâkî değerini, faydalı olup olmamasına göre tesbit etmek, insanlığın tarih boyunca hayran olduğu büyük şahsiyetleri birer beceriksizlik örneği durumuna düşürür. Yine, eğer eylemlerin ahlâkî değerini sonuçta kazandırdıkları faydaya göre tesbit edersek, yaralı ve yaşlıların himayesi ile hastaların bakımı, hiç de ahlâkî bir eylem olarak gözükmeyecektir. Bir de haksızlık, hırsızlık, düzenbazlık ve yalanın faydalı olduğu birçok durumun tasavvuru da mümkündür.

Şimdi de Sezgi üzerine yapılan temellendirme üzerinde duralım: Genel olarak ahlâkî sezgiciliğe göre, ahlâkî değerleri sezgi yoluyla kavrarız. Ahlâkî değer ve prensipleri sezgi yoluyla kavrama yetisi, her insanda kuvve halinde mevcuttur. Belli davranışların iyiliği veya kötülüğü sadece sezgi yoluyla apaçık olarak (self-evidently) bilinir. Sezgi yoluyla bilinen değerler, tabiî olmayan (non-natural), fıtrî (innate), basit (simple) ve apaçık olarak bilinme vasıflarına sahiptirler. Bu sebepten herhangi bir doğrulamaya (justification) da ihtiyaç duymazlar .

"Ahlakî düşünce tarihinde esasta iki tip sezgicilik vardır. Birincisi; ahlâk prensiplerini mantık prensiplerine benzeten St. Thomas'ın sezgiciliği, ikincisi ise hissî (sensory) kavrayış ile ahlâkî kavrayış arasında benzerlik kuran 18.ci asır filozoflarından Shaftesbury, Hutcheson ile son asır filozoflarından G. E. Moore ve takipçilerinin sezgiciliğidir" .

Moore'a göre, iyi'yi kendinden başka bir kavrama irca ederek tarif etmek imkansızdır. Çünkü iyi'yi "haz" veya "Tanrı'nın emri" gibi başka bir kavramla tarif etmeye teşesbbüs eden her filozof, "tabiatçının yanılgısı"na (naturallistic fallacy) düşmektedir. "Tabiatçınm yanılgısı, iyi gibi basit bir kavramı, başka kavramlarla aynîleştirmek hatasına düşmek demektir" .

İyi'yi tabiî objelerin tabiî olmayan bir niteliği olarak gören Moore, kişinin bu niteliği sezgi yetisiyle doğrudan doğruya kavradığını söyler. Bundan dolayı temel ahlâk prensiplerinin doğruluğu apaçık olarak gözükür. Bu konuda Moore şunları söyler: "Apaçık olmak tabiri, bu şekilde isimlenen bir önermenin kendinden başka bir önermeden istidlal edilerek değil de, sırf kendinden dolayı doğru olması mânâsına gelir... Apaçık olan bir önermenin doğruluğunu göstermek için, mantıkî bir sebep aramamıza lüzum yoktur" . "'Yegane iyi hazdır', önermesine yanlış derken de sebep olarak 'çünkü yanlıştır' demekle yetinirim... Bana bir önermenin yanlışlığının aşikar olarak gözükmesi, onun yanlış olduğunu açıklamam için yeter sebeptir . Anlaşılıyor ki sezgi, bir ahlâk prensibinin doğruluk veya yanlışlığını anlamakda yegane ölçü durumundadır.

Görüldüğü gibi Moore'un anlayışında ahlâkın temeli sezgidir. Kişi sezgi vasıtasıyla, yeni ahlâk değerleri koymamakta fakat kendi dışında varolan değerleri keşfetmektedir. Bu sebepten bizim onları değerlendirmemizden hatta "Tanrı'nın onlara karşı tutumundan bağımsız olarak, değer objelere aittir" . Buna göre; değer hükümlerinin toplumdan topluma değişmesi, bunların sübjektif olduğunu göstermez. Değeri idrak etme gücü, çeşitli sebeplerden dolayı kişiden kişiye değişebildiği için, değer hükümleri arasında görülen farklılıklar da, farklı idrak edişlerden kaynaklanır.

Değerlerin; Moore tarzında apaçık (self-evidently) olarak kavranan nitelikler olarak kabulü, ahlâk alanında ciddi problemlerin doğmasına yol açar. B.Mitchell'in ifade ettiği gibi bu anlayış, öncelikle ahlâk konusunu bir tartışma konusu olmaktan çıkartıp, bu alanda ilgiye değer hiçbir şeyin bulunmadığı izlenimini verir. Öte yandan değer, objelere ait 'tarif edilemez' bir nitelik olarak kabuî edilince, çoğunluğun neyin iyi olduğu konusunda görüş birliğine vardığı bir toplumda, bu görüşe karşı çıkan insanı ikna etme imkanı kalacak mıdır?

Bu anlayışda çoğunluğun iyi dediği şeye kötü demekte ısrar eden kişiyle ahlâkî tartışmayı sürdürme imkanı kalmadığı gözükmektedir. Çünkü iyilik, doğrudan doğruya kavranılan fakat ne açıklanan ne de tarifi yapılabilen bir nitelik olduğuna göre, hiç kimsenin davranışını ahlaken yanlış olarak isimlendirme imkanı da kalmaz.

Ayrıca Moore'un ahlâk anlayışında, temel ahlâk prensiplerinin aklen doğrulanmasına lüzum görülmemesi, aşın bir subjektivizme yol açar gibi gözükür. Her ne kadar Moore, ahlâkî sezgi yetisi ile psikolojik duygu yetisi arasında benzerlik kurarak ahlâkî objektivizmi savunsa da, bunda tutarlı olduğunu söylemek zordur.

Moore, beşeri fiillerle ilgili doğrudan doğruya sezdiğimiz ahlâkî değerleri, bize kendilerini tecrübede veren renk ve tad gibi hissî niteliklere benzetir ve ahlâkî değerlerin dolayısıyla ahlâk hükümlerinin, objektif ve doğrudan doğruya kavranılır olduğunu savunur. Ancak, O'connor'un da belirttiği gibi , bir nesnenin kırmızı olup olmadığı konusunda çıkan bir anlaşmazlığı çözmek için, üzerinde ittifak edilen belirli usuller vardır. Oysa, bir eylemin ahlaken iyiliği veya kötülüğü konusunda ortaya çıkan bir anlaşmazlığın çözümünde, herkesin kabul edebileceği bir usul bulmak, imkansız denecek kadar güçtür. Çünkü A şahsının ahlaken iyi dediği bir eyleme B'nin kötü dediği ve her ikisinin de bunu sezgi ile apaçık bir şekilde kavradığını söylediği bir durumda, aralarında birine doğru diğerine yanlış deme imkanı kalmaz. Bu sebepten herkes için geçerli, evrensel ahlâk prensiplerinden de bahsedilemez. Bunun tabiî sonucu olarak da ahlâkî sahada hakim olan görüş, yine relativizm ve şüphecilik olur.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Din-dışında yapılan herhangi bir temellendirme teşebbüsünde karşılaşılan esas problem, ahlâkî relativizm ve şüphecilik gibi gözükmektedir. Ahlâkî relativizm ve şüphecilikten kurtulabilmek için, Kant'in işaret ettiği anlamda evrensel ahlâk ilkelerine ihtiyaç duyulur. Ahlâk ilkelerinin evrensel olabilmesi ise, ahlâkî değerlerin ancak mutlak (absolute) olmasıyla mümkün olabilir. Çünkü her ahlâkî ilke, bir değere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda cevabı aranması gereken soru şu olmalıdır: Ahlâk alanında mutlak değerlere ulaşma imkanı var mıdır; varsa, bu imkan nerede aranmalıdır?

Bizce; değerlerin mutlak olabilmesinin imkanı, ancak Mutlak bir varlık ile irtibatlandınlırsa söz konusu olabilir. Değerler, Mutlak bir varlık ile temellendirilmediği tekdirde, ahlakî relativizmi aşmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP