EDMUND HUSSERL FELSEFESİNDE COGlTO

Emel KOÇ

Edmund Husserl (1859-1983)in en önemli yapıtlarından birine "Kartezyen Meditasyonlar" adını vermesi tesadüf değildir. Bu başlık Husserl'in amacını vurgulamaktadır. Bir yandan, filozof, felsefî ideâlini çok özel bir anlamda Kartezyen bir ideâl olarak görmektedir, öte yandan O'nun yöntemi son çözümlemede bir Meditasyon yöntemidir.

Tüm felsefî çabasını Descartes'ın Meditasyonlan üzerine bir Meditasyon olarak gören Husserl, fenomenolojisini bir "neo-Kartezyenizm" olarak değerlendirir. Husserl'e göre, Kartezyenizmin özü, bilgi için rasyonel bir doğrulama getirme tutkusundan oluşmaktadır. Kartezyenizmin bu doğrulamayı aklın kendisinde aramak kararı Husserl'in sürekli şekilde saf Kartezyenizm olarak atıfta bulunduğu şeydir.

Edie'nin ifadesiyle, düşüncesinin Fransa'daki başarısı ve Sartre üzerindeki etkisi ile tüm Alman düşünürleri içinde en fazla Fransız olan bir düşünür diyebileceğimiz Husserl , açıklık ve kesinliğe duyduğu eğilim dolayısıyla kendisini Descartes'a benzetir.

Descartes amacının hiç şüphe edilemeyen "açık ve seçik" bilgiler bulup bunlara dayanarak, yine kendisinden şüphe edilmeyen açık ve seçik diğer bilgilere adım adım ilerlemek olduğunu söylerken, benzer şekilde Husserl de kesinliği garanti eden şeyin, açıklık olduğunu bu sebeple bir şey açık haldeyse, kendisinden şüphe edilemeyeceğini ifade eder. Ve sanki Descartes'ın tek bir şüphe duyulmaz ilkeye dayanarak bir dizi tümden gelim yoluyla yapmaya çalıştığı şeyi, biz aynı ilke üzerinde bir dizi Meditasyon tekniği aracılığıyla yapacağız der gibidir.

Bu sebeple Descartes'm evrensel bir kritik gerçekleştirme çabası Husserl için etkileyici olmuştur. Hâttâ "Descartes, Meditasyonlan ile transendental fenomenolojiye yeni bir itici güç kazandırmıştır Şüphe yöntemini, fenomenolojinin tam eşiğine Descartes getirmiştir ." Husserl, Descartes'ı izleyerek kendisini yöntemsel şüpheye bırakmıştır.

Husserl'de bilinç daima "bir şeyin bilinci"dir. Yani bilinç daima kendisinin dışında yer alan bir nesneye doğru yönelmektedir. Oysaki Descartes'da bilinç, kendi nesnesini yine kendine özgü öznel töz içerisinde bulmaktadır. Başka bir deyişle Husserl, felsefesini üzerine oturtmak durumunda olduğu kesinlikleri bulduğu Descartes'cı "cogito"ya fenomenolojisinin ana ilkelerinden biri olan "entansiyonalite (intentionalite) ilkesini uygulamıştır.

Cogitonun özgün sezgisine Descartes'm kendisinden çok sadık kaldığını her fırsatta dile getiren Husserl için cogitonun kesinliğinin nesnel bir kesinlik haline gelmesi ve fenomenolojinin pozitivizm ile mücadelesinde "şeylerin kendilerine dönmek gerekir" ifadesine bir anlam verilmesi için " özne'ye, hem bilinçten hem de bilincin nesnesinden, şüpheyi mümkün kılan olumsallık öğelerini elimine etme olanağı verecek teknikleri geliştirmek zorunluğu vardır ". Bu sebeple pek çok ardılından farklı olarak Husserl kuramında bir takım teknikler geliştirmek gereğini hissetmiştir.

A-DOĞAL TAVIRA KARŞI ÇIKIŞ

Fenomenolojik yöntemi anlayabilmemiz, fenomenolojik tavırı anlayabilmemize bağlıdır. Fenomenolojik tavırı betimleyebilmek için Husserl, fenomenolojik tavır ile doğal tavırı karşı karşıya getirir.

Doğal tavır, dünyaya karşı çoğu insanın her zaman aldığı tavırdır. Husserl'e göre, bu tavırda, ben, mekân içinde sonsuzca yayılan ve zaman içinde sonsuzca oluşan bir dünyanın bilincindeyim. Ben, onu aracısız olarak sezerim, tecrübe ederim. Görme, dokunma, işitme v.s. yoluyla cisimsel şeylerin, benim için yalın bir biçimde orada olduğunu görürüm. Onlara özel bir dikkat gösteriyim ya da göstermeyim onlar orada mevcutturlar .

Bu dünya, bizim için, yalnızca bir olgular ve olaylar dünyası değil, ancak aynı zamanda bir değerler dünyası, pratik bir dünyadır .Bu dünya içerisindeki nesneler bana aynı açıklık ve seçiklikle verilmemiştir. Mekândaki yerimi değiştirmek suretiyle şu anda algılayamadığım yanlarını da algılayabileceğim bu nesneler az çok karanlıkta kalan başka nesnelerin halkası içinde yer almaktadır. Bütünlüğü ile dünyanın kendisi olarak kavradığımız bu çevre, belirsizlikler içerisinde olsa bile, bilincinde olduğumuz bir çevredir. Kısacası tecrübemizin şu ya da bu parçasından zaman zaman şüphe etsek bile, dünyayı bir bütün olarak sorguîamaksızın kabul ederiz.

Husserl günlük yaşayışımızda aldığımız bu tavıra "doğal tavır" ve bu tavırın özüne, yani dünyanın bu yapı ve belirlenimleriyle gerçekten varolduğuna ilişkin sarsılmaz güvenimize de "doğal tavırın genel savı" adını vermektedir. Husserl'e göre, fenomenolojinin konusu olan fenomenler varlıklarını doğal tavırın ötesinde kazanmaktadırlar. Bu fenomenlerin birer fenomen olarak ortaya çıkabilmeleri için doğal tavırı bırakmamız gerekmektedir.

Fenomenoloji kritik bir öz bilimi olması sebebiyle, dogmatik olan doğal tavır fenomenolojiye uygulanamaz. Öz fenomeninin özelliği refleksiyonlu bir tavıra dayanmak olduğu için, refleksiyonlu bir tavıra yani fenomenolojik tavıra gereksinmemiz vardır. Ancak fenomenolojik tavınn yöneldiği alan halihazırdaki bir alan değildir. Bu alanın özel bir yöntemle elde edilmesi gerekmektedir. Bu yöntem fenomenolojik redüksiyon yöntemidir .

Doğal tavın makûl bulanlar, Husserl'in sözünü ettiği fenomenolojik tavıra geçişte güçlük çekerler. Çünkü doğal tavıra dayalı olarak, dünyayı bir bütün olarak kabul ettiğimiz sürece, onun bir parçasından anlamlı bir biçimde şüphe etmemiz olanaksızdır. Oysaki Husserl bu dünyadan bir bütün olarak şüphe etmemizi ister. Doğal tavırda kalmak yerine, onu radikal bir biçimde değiştirmemiz gerektiğini söyler. Bu noktada Husserl'i anlayabilmemiz O'nun şüpheden ne kastettiğini anlayabilmemize bağlıdır. Çünkü Husserl'in, doğal tavınn genel savının ifade ettiği doğrudan, bir septik olarak şüphe ettiğini ya da bir sofist olarak bu doğruyu reddettiğim düşünmek, Husserl'i yanlış anlamamıza neden olacaktır. Husserl bu konuda "....bu "dünyayı"
sanki bir sofistmişim gibi reddetmiyorum, onun orada olduğundan sanki bir septikmişim gibi şüphe etmiyorum, ancak beni mekânsal-zamansal varoluş ile ilgili olan herhangi bir yargıyı kullanmaktan tamamiyle alıkoyan "fenomenolojik epokhe"yi kullanıyorum der ".

B- FENOMENOLOJÎK EPOKHE

Şüphe ile bir şeye inanmamayı değil, ancak o şey hakkında yargıyı askıya almayı ifade eden Husserl'e göre, doğal tavırı radikal olarak değiştirmek, bu tavrın genel savını kendine özgü bir epokheye uğratmaktır. Başka bir deyişle doğal dünyanın genel savını özgür olarak kullanmaktan uzak durmaktır. Bunun için dünyanın apaçık varlığından tümüyle vazgeçmek, bu varlığı işe karıştırmamak, bu varlığı tümüyle ayraç içerisine almak gerekir. Husserl bu konuda şöyle der: "Doğal tavır almanın özünün bir parçası olan genel savı bir kıyıya atıyor, onun varlığın doğasıyla ilgili olarak içerdiği herşeyi ayraç içerisine alıyoruz. Bizim için sürekli olarak "orada olan", "bize kendisini sunan ve hep orada kalacak olan bütün bu dünya, bizim kendisinin bilincinde olmaya devam edeceğimiz "olgu dünyası"dır ."

Husserl "epokhe" ile birlikte, bilincimdeki nesnelere ilişkin görünümlerin akışında bir değişiklik olmadığını ifade eder. Dünyanın sarsılmaz varlığı olduğu gibi kalmasına rağmen bu varlığın anlamı değişmektedir. Dünyaya ilişkin bilgilerimi, doğruluk inançlarımı feda etmiyorum, sadece onların dayandığı tavır almayı etkisiz hale getiriyorum.

Doğal tavır almanın genel savını yürürlükten çıkarmak amacında olan epokhe, bu tavra yönelik yetkiyi elimizden alırken, bize yeniden bu tavra dönme yetkisini vermez. Diğer taraftan "epokhe, Husserl tarafından bizzat varoluşun bir eliminasyonu olarak hiçbir zaman tasarlanmamıştır. Çünkü varoluşu elimine etmek Husserl'e göre, insanın kendisini olumsallık tehlikesine atarak bir pozisyon alması olacaktı. Bu nedenle varoluş Husserl tarafından ne onun yanında, ne de ona karşı bir pozisyon alınmaması anlamında ayraç içerisine alınmıştır. Bu ayraç içerisine alma, şeylerin bilincin dışında varolabileceği ancak bu varoluş her ne olursa olsun şeylerin özü açısından hiç bir anlam taşımayacağından dolayı onların yalın bir biçimde değerlendirme dışı bırakılacağı anlamına gelir ."

Tüm canlı ve cansız varlık alanları epokhenin kapsamına alındığında geriye ne kalabilir sorusunu soran Husserl, "fenomenolojik kalıntı" cevabını verir. Ayraç içerisine almanın dokunamadığı fenomenolojik kalıntı, "ilke olarak biricik ve yepyeni bir bilimin konusu olabilecek bir varlık bölgesi olarak ortaya çıkar.... Bu da doğanın mutlak biricikliği içinde kendisine ait bir varlığa sahip olan kendisinde bilinçtir ."

O halde hiç bir şey yitirilmemiştir. Herşey kalır. Ancak ayraca almanın sonucu olarak herşey farklıdır. "Fiziksel ve ruhsal dünya ile birlikte algı ile algılanan arasındaki nesnel ilişkinin gerçek kalıcılığı askıya alınır. Ancak algı ile algılanan arasındaki bir ilişki, özsel doğası itibariyle karşımıza saf içkinliği içinde çıkan bir ilişki açıkça kalır '."

Ayraç içerisine almanın bir sonucu olarak tavrım tümüyle önyargısız bir hale geldiği için, daha önce hiç gözlemleme olanağımın olmadığı, saf bilincin özsel doğasını gözlemlerim. Bu gözlemde fenomenolojik araştırmanın iki bağlılaşık alanıyla yüz yüze gelirim. Bir yanda düşünmeler, algılamalar, hayal etmeler, v.s. zihnî aktlar çokluğu, diğer yanda bu aktlar tarafından yönelinen farklı nesneler çokluğu. O halde bilinç hem egoya ilişkin aktları hem de aktlann nesnelerini sözkonusu etmektedir.

C- FENOMENOLOJİK REDÜKSİYON

Redüksiyon yöntemleri Husserl'e Descartes'ın araştırdığı sonuçlara ulaşma imkânı verecektir. Fenomenolojinin özü eydetik refleksiyon, yani özler üzerinde refleksiyondur. Bu refleksiyonun ihtiyaç gösterdiği şeyi Husserl "eydetik redüksiyon" olarak adlandırır. Bizim yalnızca bilincin ve bilincin nesnelerinin özünü tanımlayacağımızı garanti eden eydetik redüksiyon sonucunda sezgisel olarak kavradığımız şey, somut bir şeydir. Yani Husserl'in onu anladığı anlamda kendi kendisine yeten bir özdür. Bu sebeple gerek eydetik redüksiyonu, gerekse genel anlamda redaksiyonu bir soyutlama aktıyla karıştırmamak gerekir.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP