EDMUND HUSSERL FELSEFESİNDE COGlTO (... devam )
|
Sonraki yapıtlarında, "Kartezyen Meditasyonlar" ve diğer çalışmalarında bir dizi yeni terim gündeme getiren Husserl, Kartezyen Meditasyonlar'da kendisine aynı zamanda fenomenolojik redüksiyon olarak atıfta bulunduğu transendental redüksiyondan söz eder.
Husserl'de, kartezyen şüpheye benzeyen şey fenomenolojik redaksiyondur. Fenomenolojik redüksiyonun yapmayı önerdiği şey ise, yöntemin uygulama alanını genişleterek onun evrensel bir şüphe ile örtüşmesini sağlamaktır. Bu aşamada doğal tavır almadan kurtulma amacıyla dünyanın kendisi ayraca alınarak "saf bilinç" elde edilecektir. Tavrımızda doğaldan transendentale dönüştüğü için böylelikle "saf ben" de kendisini ortaya koyabilecektir.
O halde Husserl'e göre böyle genel bir redüksiyon sonucunda, bir anlama sahip olan herşeyi bir kenara koyduktan sonra, herşeyin kendisi ile bir anlam kazandığı bir şeyin mevcudiyeti kalır -çünkü anlamlar kendisine yeten ve tamamiyle bağımsız olan şeyler değildir. Onlar kendilerini, kendisine sundukları ve kendisi ile ilişki içinde anlamlar olarak teşkil edilecekleri bir özneye gerek duyarlar- saf bilinç. Başka bir deyişle nesneler karşısında doğal tavrını ayraca alan bilinç kendisini tam bir saflıkla ortaya koyabilmektedir. Burada ortaya çıkan "Transendental ego"dan başka bir şey değildir.
Böylece "fenomenolojik redüksiyon, öznenin zorunlu karakterini açığa çıkarır. O, bunu yaparken de dünyanın birliğini anlamamızı sağlar. Ancak bizim bütün dünyanın ve genel olarak varolan herşeyin benim için, yalnızca benim değişen ve değişmekle birlikte karşılıklı olarak ilişkili olan cogitationelerimin cogitatumu olarak varolduğunu görmemizi sağlar. Burada önemli olan şey, nesneden özneye doğru soyut bir atlayış değil, dünyanın bütün anlamının dünyayı aşan bir öznenin cogitatumu olmak durumunda olmasını somut, canlı bir biçimde görmedir Fenomenolojik redüksiyonun belirleyici nedeni dünyada değildir. Dünyanın üstündedir yani son çözümlemede saf öznelliktedir.. Onun gerçek motivleri transendental öznelliğin derinliklerinde yatar ."
Bize fenomenolojik redüksiyonun verdiği şeyi en tam biçimde aktaran formül,bu durumda basit "cogito" olmayacaktır. O daha ziyade "ego-cogito-cogitata-qua cogitata" olacaktır. İşte Hussetl'in pozisyonunu Descartes'ınkinden ayırmamıza aracılık eden, bilincin entansiyonalitesine ilişkin bu temel fikirdir. Descartes için başlangıç noktası "cogito"nun kendisi idi. Husserl için ise bu nokta, "ego-cogito-cogitatum" yani bir ego ve onun yönelinmiş nesneleridir. Husserl bu formüldeki cogitoyu "entansiyonalite" (intentionalite) olarak adlandırır. Başka bir deyişle Husserl, Descartes'çı cogitoya basit bir biçimde entansiyonalite ilkesini uygulamıştır.
Husserl, entansiyonaliteyi, amaçlanan şeye yönelmek olarak anlar. Her cogito, her bilinç aktı bir nesneye yönelir. Bu durumda ego-cogito-cogitatum formülünün de anlamı belirginleşmektedir. Her cogito, egoya ilişkin cogito iken, her cogitatum da cogitoya ilişkin cogitatum olarak belirginleşir. Yani cogitatum cogitoya, nesne özneye, düşünülen dünya onu düşünen bene başvurma durumundadır.
Entansiyonalitenin, noema ve noesis adını alan ve cogito-cogitatum bütününde beliren iki kutbu vardır. Husserl fenomenolojisinin iki yönlü bir süreci içerdiği, filozofun şu sözleriyle pekiştirilmektedir.
Bu ikili konu örneğinde -yani inanmalar, anımsamalar, beğenmeler vb. çokluğu ile anımsanabilen, beğenilebilen, düşünülebüen, kendisi hakkında hayal kurulabilen bütün bir nesneler topluluğu- "cogito-cogitatum" (qua cogitatum)da bu yöntemsel ilkeyi izleyecek olursak, bize her şeyden önce, iki bağlılaşık yandan her biriyle ilgili olarak, her zaman tikel cogitationeler temeli üzerinde yapılmak durumunda olan genel betimlemeler açık hale gelir. Bunun sonucu olarak, öte yandan da, ilgili bilinç hallerinde, dikkat ona yöneltildiği zaman, ortaya çıkan tarzlarla, atfedilen belirlemelerle ilgili olarak, entansıyonel nesne olarak betimlemeleri bizim için gün ışığına çıkar .
Entansiyonalitenin "noetik öğesi" noesis'tir. Diğer bir deyişle, Husserl, öznel(real) -burada kullanıldığı anlamda real kelimesi ideal'e değil, entansiyonel'e karşı konulmuştur- yapıya noetik yapı veya basit olarak noesis demiştir. Noesisler cogito biçimleri, algılamak, inanmak, beğenmek gibi tek tek bilinç biçimleridir. Bu bilinç tarzlarında onlarda varolan çeşitli model farklılıklar söz konusudur. "Her entansiyonel tecrübe, entansiyonel nesnesine yani nesnel anlamına sahiptir ." Yani her bir bilinç aktında belli bir nesneye belli bir tarzda yönelmekteyim. Belli bir nesneye yönelmemin özelliği olan şey, o nesneye yönelişimdeki belli bir tarzdır. Örneğin bu yönelmenin algılamada algılayıcı olması gibi.
Ancak burada vurgulanması gereken önemli bir nokta vardır. Bir şeyin bilinci olarak nesneye yöneldiğimde, bu yönelme, nesne benim bu tür yönelmemden önce varmış da ben onu sonradan yorumluyorum şeklinde değildir. Aksine bu yönelmede, ilk kez bu anlam vermeyle nesne benim için varolmaktadır .
Peki "noema" nedir? Husserl nesnel yapıya noematik yapı veya basit olarak noema dedi. Bu ise entansiyonel aktın nesnesidir. Başka bir deyişle noema "bir şeyin bilinci" ifadesinde "bir şey" sözcüğü ile ifade edilendir.
Enlansiyonalite içerisinde noetik ve noematik kutupların özsel bir zorunlukla birbirlerine paralel olması sebebiyle şöyle bir ilişki ortaya çıkar: Bir anlam verme aoetik olarak aktın fonksiyonudur, nesnel bir anlam içerme noematik olarak aynı aktın fonksiyonudur. Herhangi bir nesneyi hamladığımda bu akt, sözkonusu nesneyi hatırlama noemasına sahiptir. Yani hatırlamada, hatırlayan noetik kutbun bağlılaşığı hatırlanan nesnedir. Sözkonusu edilen nesne hakkında daha önce ne kadar düşünmüş olursam oluyum, ne kadar hatırlamış olursam oluyum, onu yeniden düşünebilir, yeniden hatırlayabilirim. Husserl, noematik anlama dönüşmüş nesnenin doğal olarak varolan nesneden daha az bir şey olmadığım söyler. Çünkü epokhe ile birlikte bilinç yaşantıma refleksiyonla bakmam sonucunda nesnenin gerçekliğinden bambaşka bir anlamda sözedebilme imkânına kavuşurum.
D- TRANSENDENTAL EGO
Husserl'in bilinç anlayışına göre, bilinç, nesnelerine ya da noemalarına doğru yönelmiş saf bir cogito ya da ego'nun akdarından meydana gelmiştir. Bir yanda Husserl'in ego'su mutlak bir şey diye betimlenir, bu ego refleksiyonda keşfedilir ve varoluşu için kendisine bağlı olan nesnelerini teşkil eder. Öte yandan Husserl ego'dan nesneye bağlı olan, dolayısıyla mutlak olmayan ve kendisi de refleksiyonda teşkil edilen bir şey olarak söz eder.
Descartes, bu ego'yu, her türlü düşünmenin kendisinden şüphe edilemeyen öznesi olarak bulmuştur. Descartes ego'nun bir kişi değil, yalnızca düşünmeyi yapan şey olduğunu görmüş ve ego'ya "düşünen töz" adını vermiştir. Husserl, "düşünüyorumu tözsel bir biçimde" düşünmesi sebebiyle Descartes'ın transendental ego'yu yanlış yorumladığını ifade eder. "Düşünüyorum"un düşüncelerinin nesnelerini, realistik bir tarzda yani kendinde şeyler olarak yorumlamıştır. Brentano'yu tanıma olanağından yoksun olduğu için, yani "bilincin her zaman bir şeyin bilinci" olduğu öğretisini göremediği için, hem ben'in bir şey değil, ancak bir entansiyonel aktlar akışı olduğunu, hem de şeylerin böyle akılarda ve böyle aktlar için varolduğunu görememiştir ."
Husserl felsefesinde cogito, ilk olarak Idealar'da ortaya çıkar. Burada cogito'dan Kartezyen bir tarzda zorunlu bir şey olarak söz edilir. Epokhe gerçekleştirildiğinde cogito ayraca alınamayan bir şey olarak kalır. Husserl bunun fenomenolojide üzerinde refleksiyonda bulunduğumuz ego ve ego'nun tecrübeleri olduğunu ifade eder. Ama ego'nun algıdaki ve fenomenolojik redaksiyondaki rolünü açıklamadan bırakır.
Ancak Husserl îdealar II de, daha önce ihmal etmiş olduğu egoyu yeniden ele almaktadır ve onu çoğunlukla pasif bir ruh olarak betimlemektedir. Söz konusu eserde ego, fonksiyon merkezi olan, ruh olarak tanımlanmaktadır. Bu ego bir töz değildir. Töz olmayan bu ego, algıda oynadığı zorunlu rolden ayrı olarak betimlenebilir bir şey değildir. Tıpkı nesnelerinin onun için zorunlu olması gibi o da nesneleri için zorunludur. Ego ve nesneleri birbirleri için zorunlu olan kutuplardır. Ego'nun bu nesnelerin bilgisinde önemli bir rolü vardır. Çünkü o sezgi biçimlerini ve anlayış kategorilerini sağlar. Ancak bu ego sezgi sözkonusu olduğu sürece pasiftir. Ve herhangi bir anlamlı anlam içinde, onun nesnelerini yarattığı söylenemez .
Husserl, Kartezyen Meditasyonlar'la ilgili çalışmaları esnasında ego'dan sürekli olarak mutlak diye söz etmeye başlamıştır. Burada filozofun kastettiği şey, tüm nesnelerin yalnızca ego ile ilişki içinde varolduklar ancak ego'nun ise nesnelerinden bağımsız olarak varolduğunun vurgulanmasıdır.
Husserl felsefesindeki ego anlayışındaki değişmeler, daha genel anlamdaki değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Ve filozof Kartezyen Meditasyonlar ve daha sonraki eserlerinde bir dizi yeni terim ortaya koymuştur. Bunların sonucunda ego, redaksiyonlarda "ayraç içerisine alınamayan bir şey" olarak ortaya çıkar. Meditasyonların transendental redaksiyonu, saf transendental ego'ya giden bir redaksiyondur.
Husserl, septisizme karşı çıkmakla beraber, mutlak ego öğretisi O'nu septisizm ile tehdit etmiştir. Çünkü her şeyin ego'ya göreli olduğu ve her tür bilginin transendental öznelliğin bilgisi olduğu öğretileri, septiğin, kendi öznelliğimiz dışında hiç bir şeyi bilemeyeceğimiz şeklindeki sonucunu gerektirir.
Husserl düşüncesinde farklı ego anlayışlarının bir sonucu olarak, vurgulanan şey, bilince verilenin saf betimlemesi olduğu sürece ego, pasif bir rol oynamıştır. Bu durumda ego, bilinçten ayırt edilmek durumunda değildir. Ancak dikkat bilincin, ego'nun nesnelerini anlamaya olan katkısı üzerinde yoğunlaştıkça ego, aktif bir güç olarak gündeme gelmiştir .
Husserl'in ego anlayışına en önemli eleştiri Sartre'dan gelir. Sartre'a göre, "ben" kavramı, bizim kendi içimizde bulduğumuz bir şey değildir. O, bize, bizim dışımızdakiler tarafından yüklenen bir kavramdır. Yani bizim, başkalarından öğrendiğimiz bir kavramdır. Bu sebeple Sartre, cogito'da keşfedilen ve fenomenolojik analizde kendisini ortaya koyan "ego" anlayışını reddederek Husserl'i cogito'nun "mutlak bir olgu" olduğunu keşfettiğini öne süren biri olarak yorumlar. Ancak kendisi bu olguyu reddeder.
Sartre'a göre, cogito'nun transendental beni gerideki zihnî bir töz'ün adı olmadığı gibi, bilincin kendisi de değildir. O halde "ben" bilincin ifade edilemezliğinin ve içselliğinin bir ifadesi olabilir.
Kısacası Sartre, fenomenolojik bilinç anlayışının ben'in birleştirici ve tikelleştirici rolünü gereksiz kıldığı inancındadır. O'na göre, benim "ben"imin birliğini ve birleştiriciliğini olanaklı kılan tam tersine bilinçtir. Öyleyse transendental ben'in varlık sebebi yoktur .
Husserl'de, kartezyen şüpheye benzeyen şey fenomenolojik redaksiyondur. Fenomenolojik redüksiyonun yapmayı önerdiği şey ise, yöntemin uygulama alanını genişleterek onun evrensel bir şüphe ile örtüşmesini sağlamaktır. Bu aşamada doğal tavır almadan kurtulma amacıyla dünyanın kendisi ayraca alınarak "saf bilinç" elde edilecektir. Tavrımızda doğaldan transendentale dönüştüğü için böylelikle "saf ben" de kendisini ortaya koyabilecektir.
O halde Husserl'e göre böyle genel bir redüksiyon sonucunda, bir anlama sahip olan herşeyi bir kenara koyduktan sonra, herşeyin kendisi ile bir anlam kazandığı bir şeyin mevcudiyeti kalır -çünkü anlamlar kendisine yeten ve tamamiyle bağımsız olan şeyler değildir. Onlar kendilerini, kendisine sundukları ve kendisi ile ilişki içinde anlamlar olarak teşkil edilecekleri bir özneye gerek duyarlar- saf bilinç. Başka bir deyişle nesneler karşısında doğal tavrını ayraca alan bilinç kendisini tam bir saflıkla ortaya koyabilmektedir. Burada ortaya çıkan "Transendental ego"dan başka bir şey değildir.
Böylece "fenomenolojik redüksiyon, öznenin zorunlu karakterini açığa çıkarır. O, bunu yaparken de dünyanın birliğini anlamamızı sağlar. Ancak bizim bütün dünyanın ve genel olarak varolan herşeyin benim için, yalnızca benim değişen ve değişmekle birlikte karşılıklı olarak ilişkili olan cogitationelerimin cogitatumu olarak varolduğunu görmemizi sağlar. Burada önemli olan şey, nesneden özneye doğru soyut bir atlayış değil, dünyanın bütün anlamının dünyayı aşan bir öznenin cogitatumu olmak durumunda olmasını somut, canlı bir biçimde görmedir Fenomenolojik redüksiyonun belirleyici nedeni dünyada değildir. Dünyanın üstündedir yani son çözümlemede saf öznelliktedir.. Onun gerçek motivleri transendental öznelliğin derinliklerinde yatar ."
Bize fenomenolojik redüksiyonun verdiği şeyi en tam biçimde aktaran formül,bu durumda basit "cogito" olmayacaktır. O daha ziyade "ego-cogito-cogitata-qua cogitata" olacaktır. İşte Hussetl'in pozisyonunu Descartes'ınkinden ayırmamıza aracılık eden, bilincin entansiyonalitesine ilişkin bu temel fikirdir. Descartes için başlangıç noktası "cogito"nun kendisi idi. Husserl için ise bu nokta, "ego-cogito-cogitatum" yani bir ego ve onun yönelinmiş nesneleridir. Husserl bu formüldeki cogitoyu "entansiyonalite" (intentionalite) olarak adlandırır. Başka bir deyişle Husserl, Descartes'çı cogitoya basit bir biçimde entansiyonalite ilkesini uygulamıştır.
Husserl, entansiyonaliteyi, amaçlanan şeye yönelmek olarak anlar. Her cogito, her bilinç aktı bir nesneye yönelir. Bu durumda ego-cogito-cogitatum formülünün de anlamı belirginleşmektedir. Her cogito, egoya ilişkin cogito iken, her cogitatum da cogitoya ilişkin cogitatum olarak belirginleşir. Yani cogitatum cogitoya, nesne özneye, düşünülen dünya onu düşünen bene başvurma durumundadır.
Entansiyonalitenin, noema ve noesis adını alan ve cogito-cogitatum bütününde beliren iki kutbu vardır. Husserl fenomenolojisinin iki yönlü bir süreci içerdiği, filozofun şu sözleriyle pekiştirilmektedir.
Bu ikili konu örneğinde -yani inanmalar, anımsamalar, beğenmeler vb. çokluğu ile anımsanabilen, beğenilebilen, düşünülebüen, kendisi hakkında hayal kurulabilen bütün bir nesneler topluluğu- "cogito-cogitatum" (qua cogitatum)da bu yöntemsel ilkeyi izleyecek olursak, bize her şeyden önce, iki bağlılaşık yandan her biriyle ilgili olarak, her zaman tikel cogitationeler temeli üzerinde yapılmak durumunda olan genel betimlemeler açık hale gelir. Bunun sonucu olarak, öte yandan da, ilgili bilinç hallerinde, dikkat ona yöneltildiği zaman, ortaya çıkan tarzlarla, atfedilen belirlemelerle ilgili olarak, entansıyonel nesne olarak betimlemeleri bizim için gün ışığına çıkar .
Entansiyonalitenin "noetik öğesi" noesis'tir. Diğer bir deyişle, Husserl, öznel(real) -burada kullanıldığı anlamda real kelimesi ideal'e değil, entansiyonel'e karşı konulmuştur- yapıya noetik yapı veya basit olarak noesis demiştir. Noesisler cogito biçimleri, algılamak, inanmak, beğenmek gibi tek tek bilinç biçimleridir. Bu bilinç tarzlarında onlarda varolan çeşitli model farklılıklar söz konusudur. "Her entansiyonel tecrübe, entansiyonel nesnesine yani nesnel anlamına sahiptir ." Yani her bir bilinç aktında belli bir nesneye belli bir tarzda yönelmekteyim. Belli bir nesneye yönelmemin özelliği olan şey, o nesneye yönelişimdeki belli bir tarzdır. Örneğin bu yönelmenin algılamada algılayıcı olması gibi.
Ancak burada vurgulanması gereken önemli bir nokta vardır. Bir şeyin bilinci olarak nesneye yöneldiğimde, bu yönelme, nesne benim bu tür yönelmemden önce varmış da ben onu sonradan yorumluyorum şeklinde değildir. Aksine bu yönelmede, ilk kez bu anlam vermeyle nesne benim için varolmaktadır .
Peki "noema" nedir? Husserl nesnel yapıya noematik yapı veya basit olarak noema dedi. Bu ise entansiyonel aktın nesnesidir. Başka bir deyişle noema "bir şeyin bilinci" ifadesinde "bir şey" sözcüğü ile ifade edilendir.
Enlansiyonalite içerisinde noetik ve noematik kutupların özsel bir zorunlukla birbirlerine paralel olması sebebiyle şöyle bir ilişki ortaya çıkar: Bir anlam verme aoetik olarak aktın fonksiyonudur, nesnel bir anlam içerme noematik olarak aynı aktın fonksiyonudur. Herhangi bir nesneyi hamladığımda bu akt, sözkonusu nesneyi hatırlama noemasına sahiptir. Yani hatırlamada, hatırlayan noetik kutbun bağlılaşığı hatırlanan nesnedir. Sözkonusu edilen nesne hakkında daha önce ne kadar düşünmüş olursam oluyum, ne kadar hatırlamış olursam oluyum, onu yeniden düşünebilir, yeniden hatırlayabilirim. Husserl, noematik anlama dönüşmüş nesnenin doğal olarak varolan nesneden daha az bir şey olmadığım söyler. Çünkü epokhe ile birlikte bilinç yaşantıma refleksiyonla bakmam sonucunda nesnenin gerçekliğinden bambaşka bir anlamda sözedebilme imkânına kavuşurum.
D- TRANSENDENTAL EGO
Husserl'in bilinç anlayışına göre, bilinç, nesnelerine ya da noemalarına doğru yönelmiş saf bir cogito ya da ego'nun akdarından meydana gelmiştir. Bir yanda Husserl'in ego'su mutlak bir şey diye betimlenir, bu ego refleksiyonda keşfedilir ve varoluşu için kendisine bağlı olan nesnelerini teşkil eder. Öte yandan Husserl ego'dan nesneye bağlı olan, dolayısıyla mutlak olmayan ve kendisi de refleksiyonda teşkil edilen bir şey olarak söz eder.
Descartes, bu ego'yu, her türlü düşünmenin kendisinden şüphe edilemeyen öznesi olarak bulmuştur. Descartes ego'nun bir kişi değil, yalnızca düşünmeyi yapan şey olduğunu görmüş ve ego'ya "düşünen töz" adını vermiştir. Husserl, "düşünüyorumu tözsel bir biçimde" düşünmesi sebebiyle Descartes'ın transendental ego'yu yanlış yorumladığını ifade eder. "Düşünüyorum"un düşüncelerinin nesnelerini, realistik bir tarzda yani kendinde şeyler olarak yorumlamıştır. Brentano'yu tanıma olanağından yoksun olduğu için, yani "bilincin her zaman bir şeyin bilinci" olduğu öğretisini göremediği için, hem ben'in bir şey değil, ancak bir entansiyonel aktlar akışı olduğunu, hem de şeylerin böyle akılarda ve böyle aktlar için varolduğunu görememiştir ."
Husserl felsefesinde cogito, ilk olarak Idealar'da ortaya çıkar. Burada cogito'dan Kartezyen bir tarzda zorunlu bir şey olarak söz edilir. Epokhe gerçekleştirildiğinde cogito ayraca alınamayan bir şey olarak kalır. Husserl bunun fenomenolojide üzerinde refleksiyonda bulunduğumuz ego ve ego'nun tecrübeleri olduğunu ifade eder. Ama ego'nun algıdaki ve fenomenolojik redaksiyondaki rolünü açıklamadan bırakır.
Ancak Husserl îdealar II de, daha önce ihmal etmiş olduğu egoyu yeniden ele almaktadır ve onu çoğunlukla pasif bir ruh olarak betimlemektedir. Söz konusu eserde ego, fonksiyon merkezi olan, ruh olarak tanımlanmaktadır. Bu ego bir töz değildir. Töz olmayan bu ego, algıda oynadığı zorunlu rolden ayrı olarak betimlenebilir bir şey değildir. Tıpkı nesnelerinin onun için zorunlu olması gibi o da nesneleri için zorunludur. Ego ve nesneleri birbirleri için zorunlu olan kutuplardır. Ego'nun bu nesnelerin bilgisinde önemli bir rolü vardır. Çünkü o sezgi biçimlerini ve anlayış kategorilerini sağlar. Ancak bu ego sezgi sözkonusu olduğu sürece pasiftir. Ve herhangi bir anlamlı anlam içinde, onun nesnelerini yarattığı söylenemez .
Husserl, Kartezyen Meditasyonlar'la ilgili çalışmaları esnasında ego'dan sürekli olarak mutlak diye söz etmeye başlamıştır. Burada filozofun kastettiği şey, tüm nesnelerin yalnızca ego ile ilişki içinde varolduklar ancak ego'nun ise nesnelerinden bağımsız olarak varolduğunun vurgulanmasıdır.
Husserl felsefesindeki ego anlayışındaki değişmeler, daha genel anlamdaki değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Ve filozof Kartezyen Meditasyonlar ve daha sonraki eserlerinde bir dizi yeni terim ortaya koymuştur. Bunların sonucunda ego, redaksiyonlarda "ayraç içerisine alınamayan bir şey" olarak ortaya çıkar. Meditasyonların transendental redaksiyonu, saf transendental ego'ya giden bir redaksiyondur.
Husserl, septisizme karşı çıkmakla beraber, mutlak ego öğretisi O'nu septisizm ile tehdit etmiştir. Çünkü her şeyin ego'ya göreli olduğu ve her tür bilginin transendental öznelliğin bilgisi olduğu öğretileri, septiğin, kendi öznelliğimiz dışında hiç bir şeyi bilemeyeceğimiz şeklindeki sonucunu gerektirir.
Husserl düşüncesinde farklı ego anlayışlarının bir sonucu olarak, vurgulanan şey, bilince verilenin saf betimlemesi olduğu sürece ego, pasif bir rol oynamıştır. Bu durumda ego, bilinçten ayırt edilmek durumunda değildir. Ancak dikkat bilincin, ego'nun nesnelerini anlamaya olan katkısı üzerinde yoğunlaştıkça ego, aktif bir güç olarak gündeme gelmiştir .
Husserl'in ego anlayışına en önemli eleştiri Sartre'dan gelir. Sartre'a göre, "ben" kavramı, bizim kendi içimizde bulduğumuz bir şey değildir. O, bize, bizim dışımızdakiler tarafından yüklenen bir kavramdır. Yani bizim, başkalarından öğrendiğimiz bir kavramdır. Bu sebeple Sartre, cogito'da keşfedilen ve fenomenolojik analizde kendisini ortaya koyan "ego" anlayışını reddederek Husserl'i cogito'nun "mutlak bir olgu" olduğunu keşfettiğini öne süren biri olarak yorumlar. Ancak kendisi bu olguyu reddeder.
Sartre'a göre, cogito'nun transendental beni gerideki zihnî bir töz'ün adı olmadığı gibi, bilincin kendisi de değildir. O halde "ben" bilincin ifade edilemezliğinin ve içselliğinin bir ifadesi olabilir.
Kısacası Sartre, fenomenolojik bilinç anlayışının ben'in birleştirici ve tikelleştirici rolünü gereksiz kıldığı inancındadır. O'na göre, benim "ben"imin birliğini ve birleştiriciliğini olanaklı kılan tam tersine bilinçtir. Öyleyse transendental ben'in varlık sebebi yoktur .