FARABİ EPİSTEMOLOJİSİNDE AKIL
|
Mehmet Ali SARI
Bu çalışmada, Antikçağla batı Ortaçağı arasındaki geçişi gösteren düşünürlerden biri olan Farabi’nin “akıl anlayışı”, daha çok onun epistemolojisi içinde ele alınmıştır. Akıl anlayışında Farabi, her ne kadar Aristoteles’in etkisinde kalırsa da, Aristoteles’ten farklı olarak bir takım belirlemelerde bulunur. Akıl varlıksal ve bilgisel olarak bazı nitelemelere ve belirlenimlere sahiptir; akıl, bir tarafdan insanın ulaşması gereken bir amacı gösterirken, diğer taraftan, birbirinden farklı olan dünyaları birbirine bağlayan yönetici ve genel bir ilkedir. Bu yüzden akıl hem bir düşünme yetisi hem de bir ilkedir.
Ortaçağ islam ve batı felsefesine baktığımızda, Tanrı herşeyin ilkesidir; en gerçek, en yetkin ve en iyi varlıktır. Tanrı, varlığın bütün niteliklerini eksiksizlik ve tamlık içinde kendinde toplamıştır; herşeyi yaratan, kendisi yaratılmamış olan bir varlıktır. Dolayısıyla Tanrı, zorunlu varlıktır, onun dışında kalan hiçbir varlığın varoluşu ise zorunlu değildir. Bu durumda bir yaratan bir de yaratılan yani tek tek varolanlar vardır. Varlıkla Tanrı, varolanlardan ise Tanrı’nın yarattıkları kastedilir. Böylelikle varlığa ilişkin olarak bir hiyerarşi söz konusu olur; zorunlu varlık olarak Tanrı, bir de onun yarattığı varolanlar. Ne var ki, varolanların içinde oluş ve değişmeye uğrama olanağı bakımından da bir sıralama söz konusudur.
Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini gösterir, ona göre zorunlu varlık (vacib’ül-vücud) Tanrı’dır, ve Tanrı, tek gerçek ve nedendir. O, herşeyin ve bütün varlığın kaynağıdır. Tanrı, bütün kudret ve etkinliği ile, yokluğu hiç düşünülmeyecek tarzda ve ezelde vardır. O’nun ezeldeki bu “varlığı”nın, yine ezeli olarak “taşmasından” “mümkün” denen “dünyalar (alemler)” ortaya çıkar. Farabi bu “mümkünler aleminin” ilkini “yukarı dünya” veya “ay-üstü dünya” olarak adlandırır. Bu dünya cisimden, maddeden ve her türlü maddi şekilden uzaktır ve dolayısıyla bu dünyaya duyularla ulaşılamaz. Bu dünyaya ancak düşünme etkinliği ve bunu sağlayan “akıl” ile ulaşılabilir. Bu yüzden bu dünyaya “akıllar dünyası” da denilir.
Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında akıllar dünyasında da yukarıdan aşağıya doğru bir sıralanma söz konusudur; bunlar birinci, ikinci, üçüncü ve sırasıyla maddi dünyanın bulunduğu dünyaya doğru bir akıllar sıralaması söz konusudur. Ay-üstü dünyayı oluşturan her akla karşılık gelen bir “felek” söz konusudur ki, bunlar birer gök cismine karşılık gelir. Gök cisimlerinden bizim dünyamıza en yakın olanı nasıl “ay” ise, fizik-ötesi varlıklar olan “akıllar”dan da dünyamıza en yakın olanı ay feleğinin aklı olan “faal akıl”dır. Bu akıl, fizik dünya ile fizik-ötesi dünyanın sınırını ayıran ve aynı zamanda bu iki dünyayı birbirine birleştiren; fizik-ötesi etkileri, kendi üzerinden fiziki dünyaya aktaran bir merkezdir. Kısacası varlık sıralamasında maddi dünya ile maddi cisimlerden yoksun olan dünya yani akıllar dünyası arasındaki geçişi ve bağlantıyı sağlayan akıl “faal akıl” dır.
Farabi’nin felsefesine baktığımızda “akıl” kavramının farklı anlamlara geldiğini ve farklı boyutlarda olduğunu söyleyebiliriz. Akıl bir yandan dünyalar arasındaki geçişi sağlayan bir şey iken, bir yandan da akıl ve düşünme yetisi, başlangıçta bir tür ruh veya ruhun bir parçası veya ruhun yetkinliklerinden birisi ya da bütün varolanların mahiyetlerini ve formlarını maddelerinden ayrı olarak soyutlayıp kavrama yatkınlığına sahip olan bir şeydir. Bu durumda akıl maddi dünyadan maddi olmayan dünyaya insanın yükselmesini sağlayan bir yeti ancak kendisi de giderek etkinleşen ve etkinleştikçe form değiştirendir.
Farabi’ye göre ay-üstü dünya hiyerarşik olarak Tanrı ve kozmik akıllar olarak sıralanır. Ay-altı dünya ise varlık bakımından son derece eksik olan nesnelerin oluşturduğu dünyadır. Bu yüzden varlıklarında zorunlu olarak maddeye ve maddi olana muhtaç olmaları bakımından maddi tözler, özleri bakımından etkin halde bulunamazlar, böylelikle de etkinlikleri için dışarıdan bir nedene ihtiyaçları vardır ki, bu da “faal akıl”dır. Formun, ruhun yetileri tarafından soyutlanması sürecinde, imgelem yetisinde bulunan duyusal izlenimlerin, düşünülür (makul) formlar olarak akılda ortaya çıkması, bu dış etken yani faal aklın müdahalesini gerektirir. Dolayısıyla ay-üstü dünya ile maddi dünya arasında bağ kuran faal akıl bir yönüyle ruhun düşünen kısmının yetkinleşmesi ve insanın yüksek formları kavramasını gösterirken, bir yönüyle de varlıksal olarak ay-üstü dünyayı oluşturan akıllardan biridir.
Farabi’ye göre insani düşünmeyi olanaklı kılan veya başlatan ilk öncüller, bütün bilimsel faaliyetin başlangıçlarını oluşturan kanıtlamalarımızı, akli çıkarımlarımızı kendilerinden kalkarak yaptığımız ama kendileri kanıtlanamayan ve böyle bir şeye de gerek kalmaksızın herkes tarafından kabul edilen temel önermelerdir. İnsanda ilk düşünülürler ve ilk ilkelerin bulunması demek, insanın son yetkinliğini elde etme sürecinde kendileriyle iş göreceği “derin düşünme”, “düşünüp taşınma”, “pratik düşünme” gibi zihinsel oluşumların varlığa gelmesidir. Ancak, aynı zamanda Farabi’ye göre, insanda belli bir entelektüel unsurun ortaya çıkması, belli bir psikolojik altyapıyı gerektirir. İnsani varlıkta bu alt yapıyı, ruhun arzulayan tarafını oluşturan “duyum”, “arzu” ve “imgelem güçleri” oluşturmaktadır. Dolayısıyla ruhun düşünen kısmı, ancak böyle bir donanım üzerinde ortaya çıkabilir. Çünkü Farabi, ilk öncüllerle ilk düşünülürlerin ancak bu yetilerin oluşmasından sonra, faal akıl tarafından düşünen ruhta ortaya çıkarılacağını ifade etmektedir.
Ancak faal akla ulşamadan önce insan aklının etkinleşerek geçtiği evrelerin neler olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. çünkü bu etkinleşme süreci ilk ilkelerin ve formların kavranmasını gösteren bir şemadır. Farabi bilgisel gelişimi ve edimi gösteren aklın ne olduğuna geçmeden önce “Maan-ül Akl” adlı eserinde aklı şu şekilllerde belirler; İlk olark genellikle halkın konuşmasında akıllı ve erdemli insan derken kastettiği ve Aristoteles’in “Phronesis” dediği akıl; bu akıl kelimesiyle halk bir insanın akıllı olduğunu veya bir adamın aklı başında olduğunu kasteder. Bu akıl aynı zamanda erdemli olmayı da gösterir. Bu durumda akıllı denilince zekası, iyi ve akla uygun olduğu için yapılması gerekli olan şeyi, veya kötü olduğu için yapılması uygun olmayan şeyi yapana göre bir değerlendirme yapılmış olur. Aynı zamanda aklın bu anlamı kötülüğü oluşturan veya yapan kimseye hilekar, iki yüzlü ve bu türden nitelemeler yapılmasına, tersini yani bir zihnin iyi olan şeyi yapması ve kötü olanın kötülüğünü göstermek amacıyla ortaya koyma yeteneğini dile getirmeye geldiği de söylenebilir.
İkinci olarak ise kelamcıların akıl bunu emreder veya inkar (nehy) eder derken kastettikleri ve kısmen sağduyu ile aynı manada olan akıl. “Burada akıl şunu kabul eder veya rededer” ifadesi, herkesçe yalnız doğru diye kabul edilen şeyi gösterir. Bu durumda herkesçe veya insanların ekseriyetince bir “kanıya” akıl denilmektedir.
Üçüncü olarak Aristoteles’in Kitab el-Burhan (İkinci Analitikler)’da doğuştan ve sezgiyle, ilk ilkeleri kavrama yetisi olarak tanımladığı akıl. Burada akıl, insanın tümel, gerçek ve zorunlu akıl yürütmelerin kesinliğini, başka hiçbir kanıt olmaksızın, doğal bir durumda ve bir tür insanın kendisinden gelen bir yetenekle kazanmasına yardım eden ruhun yetisi olarak anlaşılır. İlk bilgi ve hiçbir şekilde kanıtlama yapmaksızın bahsettiğimiz akılyürütmelerin kesinliği ondan gelir.
Dördüncü olarak Aristoteles’in Kitab-el-ahlâk (Ethika)’nın altıncı kitabında, deneyimde kökleşen bir eğilim (habitus) olarak işaret ettiği akıl. Bu akıl eylemlerimiz alanında, bir çeşit seziş, doğru ve yanlışın ilkeleri hakkında yanılmadan hüküm vermemizi sağlar. Farabi’ye göre, buradaki akıl, ruhun parçası olarak anlaşılır ki, zamanla bütün cinslerin de dahil olduğu konular hakkında devamlı bir deney sayesinde, istemeden ortaya çıkan şeylere bağlı olan önermeler ve yargıların kesinliği ona bağlı olur. Bu ruhun özü öyledir ki onları ya ister ya da redder.
Farabi’ye göre bu durumda, insanın bu tarzda ve ruhun bu kısmı ile kazandığı erdemli insana, istemesinden dolayı ortaya çıkan eşya arasından kabulü gerekli olanlarla, kaçınması gerekenleri ayırmak için ilk işlevi görürler. Bundan dolayı, bu ilkelerin düşünce yardımı ile keşfedilebilecek olan şeylerle ilişkisi, ilk ilkelerle yapılan çıkarımda sonuç veren şeylerin ilişkisinin aynısıdır. Çünkü ilk öncüller bilimleri yapacak kişi için, yapılmış olmayan şeyleri keşfetmek işlevini gördükleri gibi, aynı biçimde, ahlaki ilkeler de erdemli insana yalnızca yapılması uygun olan istemeye dayalı şeyler arasından seçme için başlangıç görevini görürler. Bu akıl insanın hayatı uzadıkça artar, çünkü bu ilkeler onda kök salar ve onun henüz sahip olmadığı hükümler sayesinde insanlar birbirinden ayrılır.
Farabi beşinci anlamdaki aklı Aristoteles’in De Anima III’ (Ruh Üzerine) de dört anlamda kullandığı akıl biçiminde belirtir. Ona göre bu akıl, ilk olarak Edilgin akıl (Bil Kuvve Akıl- İntellectu Potentia), ikinci olarak Etkin Akıl (Bil Fiil Akıl- İntellectu Effectu), üçüncü olarak Kazanılmış Akıl (Müstefad Akıl-İntellectu Adeptus) ve dördüncü olarak ise Faal Akıl (İntelleigentia Agens) olarak ayrılır. İşte bu akıl insanın teorik bilmesini gerçekleştiren akıldır. Altıncı manada kullanılan akıl alma işini beşinci maddede belirtilen akılların bir değerlendirmesi ve açılımı olarak kabul eder ve onları açıklamaya çalışır.
Farabi’nin Aristoteles’in “De Anima”nın üçüncü kısmında bahsettiğini söylediği akıl(lar) ay altı aleme konu olan akıldır. Ona göre bu akıl bilgi ve ruhun yetilerinin zirvesini teşkil ederek teorik bilmeyi gerçekleştirir. Çünkü insani varlığın oluşum sürecinde zincirin en önemli ve en son halkasını oluşturan düşünme yetisi, teorik ve pratik olmak üzere iki asli yöne sahiptir. Farabi’ye göre pratik akıl daha çok teorik aklın amaçları doğrultusunda iş görür ve ona hizmetçi olarak vardır. Bu hizmetse onun varoluş gerekçesini oluşturur, bu da insanı mutluluğa ulaştırmaktır.
Teorik düşünmeyse, insanın yaptığı etkinliğin “akıl” aracılığıyla gerçekleşmesidir. Teorik düşünme cisimler dünyasının oluşturduğu dünyadan başlayıp maddi cisimlerden yoksun olan ay-üstü dünyaya ulaşmayı amaçlar. Buradaki amaç “ilk öncüller”in veya formların kavranmasıdır. Bu ise bir aşamayı gösterir ve bu süreçte teorik düşünmenin ilk halkasını duyumlar oluşturur. Çünkü maddi dünyayla bağlantı ancak duyumlar ve onların edimi olan algı sayesinde gerçekleşebilir. Duyumlama, duyular aracılığıyla duyulur nesnenin formunun, nesnenin maddesinden ayrılmasıdır. Ancak duyusal algı aşamasında, formun duyum yetisi tarafından algılanması, bir cismin başka bir cismin formunu almasında olduğu gibi, tam bir etkilenim içerisinde gerçekleşmez.
Duyumlama, duyulur formu, maddi yapısı ve maddi durumları içerisinde algılar ve bundan dolayı duyumlama hala cisimlerin maddeleriyle bir ilişki içerisindedir. Tek duyu organlarında oluşan çeşitli duyusal izlenimler kalpte bulunan ortak duyuda birleştirilerek, dış dünyayla direkt ilişki içerisinde bulunmayan hayaletme gücünün(imgelemin) altına alınır. İmgelem soyutlama sürecinin bir üst aşamasını oluşturur ve duyularla akıl arasında orta bir konumdadır.
Farabi bu aşamada duyumlara nesne olan maddi tözleri de, genel olarak akli olmaya yatkın olanlarla, böyle bir yatkınlığa asla sahip olmayanlar şeklinde ayırır. İnsani nefsler, tamamen maddi olan, maddede olan ya da madde olan taş, bitki ve benzerlerinden farklı olarak güç halinde akıllar ve güç halinde düşünülürler (makuller)dir. Dolayısıyla düşünme yetisi, işini, varolanların formlarını düşünülürler olarak kavramakla gerçekleştirir ve iki tarzda olan varolanların formları onun etkinlik alanını oluşturur. Bu durumda da, aklın tamamen uzak olan ve tözleri bakımından etkin akıl ve etkin düşünülürler olan varlıkların düşünülür formları ve tözler etkin olarak düşünülür olmayan varlıkların formları olarak ayrılır.
Bu yüzden düşünme yetisi de birbirinden farklı iki temel etkinlik gerçekleştirir; ilk olarak, ikinci tür düşünülür formlar, insan zihni tarafından, ruhun alt yetilerinin de aracı ve yardımcı olduğu bir soyutlama süreci içerisinde “çıkarsama” yoluyla kavranırlar. Bu soyutlama sürecinin çeşitli aşamalarında insani ruhun düşünen kısmı çeşitli durumlarda varolarak “kazanılmış akıl” (müstefad akıl) düzeyine ulaşır ki, bu düzeyde o, önceki düzeylerden farklı olarak, başka hiçbir yardımcı ve aracıya ihtiyaç duymaksızın, soyut bir töz olarak kendini veya aynı anlamda bütün etkin düşünülürlerin formlarını, düşünülür formlar olarak kavrar.
Aklın ikinci tür etkinliği ise, bir tür sezgisel etkinliktir ve bunun ilk deneyimi “kazanılmış akıl” düzeyinde yaşanmaktadır. Çünkü, bu noktadan itibaren akıl, artık maddede bulunmayan soyut varlıklarla yüzyüze gelmektedir. O, soyut varlıkları, maddeden soyutlamak suretiyle değil, “akılsal bir sezgi edimiyle” bilir. Bu nedenle, çıkarsamacı aklın konusu ve yardımcıları olarak nitelendirilen duyu ve imgelem yetileri bu türden bir kavrayışta söz konusu değildir.
Aklın bu tür etkinlikleri göstermesi bakımından düşünülürlerin formlarını alma olanağına sahip bir yatkınlık olarak, insan türünü diğer varlıklardan ayırteden temel özelliği gösteren “Edilgin Akıl” (Bi’l-Kuvve Akıl) dır. Bu akıl’a güç halinde yani potansiyel halde varolan akıl denilir. “Bu akıl ya bizzat ruhtur, ya da ruhun bir kısmıdır, veya ruhun yetilerinden herhangi biridir, veya mahiyeti bütün varolanlarda formlar veya özleri maddelerinden soyutlamak için ve hepsinde onun için veya bir çok form kılma gücüne sahip olan bir şeydir”. Burada formlar maddeden ayrılmış işlenmeye hazır hale gelmişlerdir. Buradaki akıl bir benzetme yapılırsa yeni doğan çocuğun ruhunda saklı bir güç, potansiyel olan bir akıl gibidir ve yoğrulup şekillenmeyi bekleyen bir tunç veya çamur nasıl potansiyel (kuvve) halinde bir heykel ise, şekillenip bilgi meydana getirecek olan çocuğun aklı da güç halinde bilici demektir.
Düşünen ruhta yerleşmiş bulunan veya mevcut olan düşünülürlerin bir kısım tözleri etkin akıldan ibaret olan düşünülürlerdir, bir kısmı etkin düşünülürlerden olup tamamen serbest bulunabilmektedirler. Bir kısmı ise, özleri itibarıyle etkin olarak varolmayan düşünülürlerdir. İnsanda bulunan akıl ise, düşünülürlerin resimlerini kabule hazır halde (müheyya) bulunan maddi bir yeti olup, hem edilgin olarak akıldır, hem de maddi (heyulani) bir akıldır. Fikir ve düşünme yetisi ve güçlerimizin davranışları etkin halde akıl olmayıp onların etkin akıl olmaları için edilginlikten etkinliğe yani güç halinden hareket haline, eylem haline geçmeleri gerekmektedir. İnsandaki ilk akıl da edilgin olarak varolan düşünülürlerdendir. Bu durumda edilgin akılda kavranılanlar veya düşünülürler olarak nitelendirilebilecek olan fikirler ve bilgiler mevcuttur. Bu evrede tecrübeleri ve bilimsel bilgiyi belirlemek ve bilimi oluşturmak insanın işi değil, insanın yüksek derecesinde olan ruhun bir görevidir. Şu halde insanın bilgisi yukarıdan gelmiş olup akli çalışma veya akıl yürütme ile elde edilmiş bir ilim olmayıp Tanrı tarafından yapılan bir lütuftur (atiyyedir) .
Ne var ki Farabi’ye göre duyumlar aracılığıyla maddeden soyutlanan formlar, özü kendileriyle varolan bu maddeden ayrılmış olmazlar; onlar sadece bu akıl için bir form olurlar. Ancak burada, maddelerinden soyutlanan ve bu mahiyet için form görevini gören form, eşyadan formları soyutlayan şeyin isminden türetilmiş bir isim olmak üzere düşünülürdür. Burada akıl formları üzerine alan bir cisim gibidir ve dolayısıyla burada akıl formlara göre maddeyken, formların araçlarına göre formdur.
Akıl edilgin haldeyken bir tür ruhtur veya daha doğrusu ruhun bir kısmıdır, bir parçasıdır, kısacası ruhun yetilerinden bir tanesidir. Bu yeti varlıkların özlerini ve formlarını kavramaya, onların örneklerini bürünmeye eğilimli ve müsaittir. Varlıkların formları maddelerinden sıyrılıp, bu aklın formları haline geldikleri zaman düşünülür hale getirilmiş olurlar. Ancak varlıkların formlarının maddeden sıyrılma işlevi ruhun bir takım yetileri neticesinde meydana gelmektedir.
Duyumlama ve algılama neticesinde hayal etme gücüne (imgelem) gelen birtakım resimler, formlar veya örnekler; bu seviyeden sonra imgelem yetisinin düşünülür kılma edimi sonucunda, formlar maddeden tamamen ayrılırlar. Ne ki bu bakımdan akıl, kendisinden formların çıkarılmış olduğu maddeye benzemektedir. Nasıl madde o şekle yani kendisini o yapan forma bürünmüşse, bu ruhun bu yanı da veya akıl da, onun şeklini alır, o şekle bürünür. Farabi bu görüşü şu örnekle açıklar; “Nasıl bir mum üzerine bir nakış yapılır, bu nakış o mum üzerinde sadece yüzeyde kalmayıp, içine işleyerek bütün muma formunu verecek şekilde onu kavradığı ve mumun o nakışın bütün formunu aldığı düşünülürse, işte düşünme kuvveti de eşyanın formunu bu tarzda kavrar”.
Bundan dolayı güç halindeki akıl, maddeye ve alacağı formun konusuna benzemektedir. Ancak burada edilgin aklın madde olmasıyla, diğer cisimlerin madde olması farklı farklı durumlardır. Halbuki edilgin aklın kendisi ile kavramın kendisi arasında bir fark yok gibi görünür. Edilgin aklın kendisi, o cismin özü ve formu olacak durumdadır. Ne var ki, henüz kendisi o şekle bürünmemiş, o formu ve içeriği kazanmamış durumdadır. Bundan dolayı o, yani akıl edilgin (Bil kuvve) ismini almaktadır; o form ve öz’ü kazanır kazanmaz etkin halde akıl haline gelecektir. Düşünülürler de henüz maddelerinden sıyrılmadıkları için işlek halde değil, güç halinde bulunan düşünülürlerdir. Maddelerinden sıyrıldıkları anda düşünülür, akılda işlek olarak meydana gelir ve etkin halde düşünülür haline gelir. Esasen güç halinde akıl etkin haldeki düşünülürle etkin akıl haline gelir ve etkin haldeki düşünülür ile etkin hâle getirilen akıl aynı şeyi ifade eder.
Bu çalışmada, Antikçağla batı Ortaçağı arasındaki geçişi gösteren düşünürlerden biri olan Farabi’nin “akıl anlayışı”, daha çok onun epistemolojisi içinde ele alınmıştır. Akıl anlayışında Farabi, her ne kadar Aristoteles’in etkisinde kalırsa da, Aristoteles’ten farklı olarak bir takım belirlemelerde bulunur. Akıl varlıksal ve bilgisel olarak bazı nitelemelere ve belirlenimlere sahiptir; akıl, bir tarafdan insanın ulaşması gereken bir amacı gösterirken, diğer taraftan, birbirinden farklı olan dünyaları birbirine bağlayan yönetici ve genel bir ilkedir. Bu yüzden akıl hem bir düşünme yetisi hem de bir ilkedir.
Ortaçağ islam ve batı felsefesine baktığımızda, Tanrı herşeyin ilkesidir; en gerçek, en yetkin ve en iyi varlıktır. Tanrı, varlığın bütün niteliklerini eksiksizlik ve tamlık içinde kendinde toplamıştır; herşeyi yaratan, kendisi yaratılmamış olan bir varlıktır. Dolayısıyla Tanrı, zorunlu varlıktır, onun dışında kalan hiçbir varlığın varoluşu ise zorunlu değildir. Bu durumda bir yaratan bir de yaratılan yani tek tek varolanlar vardır. Varlıkla Tanrı, varolanlardan ise Tanrı’nın yarattıkları kastedilir. Böylelikle varlığa ilişkin olarak bir hiyerarşi söz konusu olur; zorunlu varlık olarak Tanrı, bir de onun yarattığı varolanlar. Ne var ki, varolanların içinde oluş ve değişmeye uğrama olanağı bakımından da bir sıralama söz konusudur.
Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini gösterir, ona göre zorunlu varlık (vacib’ül-vücud) Tanrı’dır, ve Tanrı, tek gerçek ve nedendir. O, herşeyin ve bütün varlığın kaynağıdır. Tanrı, bütün kudret ve etkinliği ile, yokluğu hiç düşünülmeyecek tarzda ve ezelde vardır. O’nun ezeldeki bu “varlığı”nın, yine ezeli olarak “taşmasından” “mümkün” denen “dünyalar (alemler)” ortaya çıkar. Farabi bu “mümkünler aleminin” ilkini “yukarı dünya” veya “ay-üstü dünya” olarak adlandırır. Bu dünya cisimden, maddeden ve her türlü maddi şekilden uzaktır ve dolayısıyla bu dünyaya duyularla ulaşılamaz. Bu dünyaya ancak düşünme etkinliği ve bunu sağlayan “akıl” ile ulaşılabilir. Bu yüzden bu dünyaya “akıllar dünyası” da denilir.
Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında akıllar dünyasında da yukarıdan aşağıya doğru bir sıralanma söz konusudur; bunlar birinci, ikinci, üçüncü ve sırasıyla maddi dünyanın bulunduğu dünyaya doğru bir akıllar sıralaması söz konusudur. Ay-üstü dünyayı oluşturan her akla karşılık gelen bir “felek” söz konusudur ki, bunlar birer gök cismine karşılık gelir. Gök cisimlerinden bizim dünyamıza en yakın olanı nasıl “ay” ise, fizik-ötesi varlıklar olan “akıllar”dan da dünyamıza en yakın olanı ay feleğinin aklı olan “faal akıl”dır. Bu akıl, fizik dünya ile fizik-ötesi dünyanın sınırını ayıran ve aynı zamanda bu iki dünyayı birbirine birleştiren; fizik-ötesi etkileri, kendi üzerinden fiziki dünyaya aktaran bir merkezdir. Kısacası varlık sıralamasında maddi dünya ile maddi cisimlerden yoksun olan dünya yani akıllar dünyası arasındaki geçişi ve bağlantıyı sağlayan akıl “faal akıl” dır.
Farabi’nin felsefesine baktığımızda “akıl” kavramının farklı anlamlara geldiğini ve farklı boyutlarda olduğunu söyleyebiliriz. Akıl bir yandan dünyalar arasındaki geçişi sağlayan bir şey iken, bir yandan da akıl ve düşünme yetisi, başlangıçta bir tür ruh veya ruhun bir parçası veya ruhun yetkinliklerinden birisi ya da bütün varolanların mahiyetlerini ve formlarını maddelerinden ayrı olarak soyutlayıp kavrama yatkınlığına sahip olan bir şeydir. Bu durumda akıl maddi dünyadan maddi olmayan dünyaya insanın yükselmesini sağlayan bir yeti ancak kendisi de giderek etkinleşen ve etkinleştikçe form değiştirendir.
Farabi’ye göre ay-üstü dünya hiyerarşik olarak Tanrı ve kozmik akıllar olarak sıralanır. Ay-altı dünya ise varlık bakımından son derece eksik olan nesnelerin oluşturduğu dünyadır. Bu yüzden varlıklarında zorunlu olarak maddeye ve maddi olana muhtaç olmaları bakımından maddi tözler, özleri bakımından etkin halde bulunamazlar, böylelikle de etkinlikleri için dışarıdan bir nedene ihtiyaçları vardır ki, bu da “faal akıl”dır. Formun, ruhun yetileri tarafından soyutlanması sürecinde, imgelem yetisinde bulunan duyusal izlenimlerin, düşünülür (makul) formlar olarak akılda ortaya çıkması, bu dış etken yani faal aklın müdahalesini gerektirir. Dolayısıyla ay-üstü dünya ile maddi dünya arasında bağ kuran faal akıl bir yönüyle ruhun düşünen kısmının yetkinleşmesi ve insanın yüksek formları kavramasını gösterirken, bir yönüyle de varlıksal olarak ay-üstü dünyayı oluşturan akıllardan biridir.
Farabi’ye göre insani düşünmeyi olanaklı kılan veya başlatan ilk öncüller, bütün bilimsel faaliyetin başlangıçlarını oluşturan kanıtlamalarımızı, akli çıkarımlarımızı kendilerinden kalkarak yaptığımız ama kendileri kanıtlanamayan ve böyle bir şeye de gerek kalmaksızın herkes tarafından kabul edilen temel önermelerdir. İnsanda ilk düşünülürler ve ilk ilkelerin bulunması demek, insanın son yetkinliğini elde etme sürecinde kendileriyle iş göreceği “derin düşünme”, “düşünüp taşınma”, “pratik düşünme” gibi zihinsel oluşumların varlığa gelmesidir. Ancak, aynı zamanda Farabi’ye göre, insanda belli bir entelektüel unsurun ortaya çıkması, belli bir psikolojik altyapıyı gerektirir. İnsani varlıkta bu alt yapıyı, ruhun arzulayan tarafını oluşturan “duyum”, “arzu” ve “imgelem güçleri” oluşturmaktadır. Dolayısıyla ruhun düşünen kısmı, ancak böyle bir donanım üzerinde ortaya çıkabilir. Çünkü Farabi, ilk öncüllerle ilk düşünülürlerin ancak bu yetilerin oluşmasından sonra, faal akıl tarafından düşünen ruhta ortaya çıkarılacağını ifade etmektedir.
Ancak faal akla ulşamadan önce insan aklının etkinleşerek geçtiği evrelerin neler olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. çünkü bu etkinleşme süreci ilk ilkelerin ve formların kavranmasını gösteren bir şemadır. Farabi bilgisel gelişimi ve edimi gösteren aklın ne olduğuna geçmeden önce “Maan-ül Akl” adlı eserinde aklı şu şekilllerde belirler; İlk olark genellikle halkın konuşmasında akıllı ve erdemli insan derken kastettiği ve Aristoteles’in “Phronesis” dediği akıl; bu akıl kelimesiyle halk bir insanın akıllı olduğunu veya bir adamın aklı başında olduğunu kasteder. Bu akıl aynı zamanda erdemli olmayı da gösterir. Bu durumda akıllı denilince zekası, iyi ve akla uygun olduğu için yapılması gerekli olan şeyi, veya kötü olduğu için yapılması uygun olmayan şeyi yapana göre bir değerlendirme yapılmış olur. Aynı zamanda aklın bu anlamı kötülüğü oluşturan veya yapan kimseye hilekar, iki yüzlü ve bu türden nitelemeler yapılmasına, tersini yani bir zihnin iyi olan şeyi yapması ve kötü olanın kötülüğünü göstermek amacıyla ortaya koyma yeteneğini dile getirmeye geldiği de söylenebilir.
İkinci olarak ise kelamcıların akıl bunu emreder veya inkar (nehy) eder derken kastettikleri ve kısmen sağduyu ile aynı manada olan akıl. “Burada akıl şunu kabul eder veya rededer” ifadesi, herkesçe yalnız doğru diye kabul edilen şeyi gösterir. Bu durumda herkesçe veya insanların ekseriyetince bir “kanıya” akıl denilmektedir.
Üçüncü olarak Aristoteles’in Kitab el-Burhan (İkinci Analitikler)’da doğuştan ve sezgiyle, ilk ilkeleri kavrama yetisi olarak tanımladığı akıl. Burada akıl, insanın tümel, gerçek ve zorunlu akıl yürütmelerin kesinliğini, başka hiçbir kanıt olmaksızın, doğal bir durumda ve bir tür insanın kendisinden gelen bir yetenekle kazanmasına yardım eden ruhun yetisi olarak anlaşılır. İlk bilgi ve hiçbir şekilde kanıtlama yapmaksızın bahsettiğimiz akılyürütmelerin kesinliği ondan gelir.
Dördüncü olarak Aristoteles’in Kitab-el-ahlâk (Ethika)’nın altıncı kitabında, deneyimde kökleşen bir eğilim (habitus) olarak işaret ettiği akıl. Bu akıl eylemlerimiz alanında, bir çeşit seziş, doğru ve yanlışın ilkeleri hakkında yanılmadan hüküm vermemizi sağlar. Farabi’ye göre, buradaki akıl, ruhun parçası olarak anlaşılır ki, zamanla bütün cinslerin de dahil olduğu konular hakkında devamlı bir deney sayesinde, istemeden ortaya çıkan şeylere bağlı olan önermeler ve yargıların kesinliği ona bağlı olur. Bu ruhun özü öyledir ki onları ya ister ya da redder.
Farabi’ye göre bu durumda, insanın bu tarzda ve ruhun bu kısmı ile kazandığı erdemli insana, istemesinden dolayı ortaya çıkan eşya arasından kabulü gerekli olanlarla, kaçınması gerekenleri ayırmak için ilk işlevi görürler. Bundan dolayı, bu ilkelerin düşünce yardımı ile keşfedilebilecek olan şeylerle ilişkisi, ilk ilkelerle yapılan çıkarımda sonuç veren şeylerin ilişkisinin aynısıdır. Çünkü ilk öncüller bilimleri yapacak kişi için, yapılmış olmayan şeyleri keşfetmek işlevini gördükleri gibi, aynı biçimde, ahlaki ilkeler de erdemli insana yalnızca yapılması uygun olan istemeye dayalı şeyler arasından seçme için başlangıç görevini görürler. Bu akıl insanın hayatı uzadıkça artar, çünkü bu ilkeler onda kök salar ve onun henüz sahip olmadığı hükümler sayesinde insanlar birbirinden ayrılır.
Farabi beşinci anlamdaki aklı Aristoteles’in De Anima III’ (Ruh Üzerine) de dört anlamda kullandığı akıl biçiminde belirtir. Ona göre bu akıl, ilk olarak Edilgin akıl (Bil Kuvve Akıl- İntellectu Potentia), ikinci olarak Etkin Akıl (Bil Fiil Akıl- İntellectu Effectu), üçüncü olarak Kazanılmış Akıl (Müstefad Akıl-İntellectu Adeptus) ve dördüncü olarak ise Faal Akıl (İntelleigentia Agens) olarak ayrılır. İşte bu akıl insanın teorik bilmesini gerçekleştiren akıldır. Altıncı manada kullanılan akıl alma işini beşinci maddede belirtilen akılların bir değerlendirmesi ve açılımı olarak kabul eder ve onları açıklamaya çalışır.
Farabi’nin Aristoteles’in “De Anima”nın üçüncü kısmında bahsettiğini söylediği akıl(lar) ay altı aleme konu olan akıldır. Ona göre bu akıl bilgi ve ruhun yetilerinin zirvesini teşkil ederek teorik bilmeyi gerçekleştirir. Çünkü insani varlığın oluşum sürecinde zincirin en önemli ve en son halkasını oluşturan düşünme yetisi, teorik ve pratik olmak üzere iki asli yöne sahiptir. Farabi’ye göre pratik akıl daha çok teorik aklın amaçları doğrultusunda iş görür ve ona hizmetçi olarak vardır. Bu hizmetse onun varoluş gerekçesini oluşturur, bu da insanı mutluluğa ulaştırmaktır.
Teorik düşünmeyse, insanın yaptığı etkinliğin “akıl” aracılığıyla gerçekleşmesidir. Teorik düşünme cisimler dünyasının oluşturduğu dünyadan başlayıp maddi cisimlerden yoksun olan ay-üstü dünyaya ulaşmayı amaçlar. Buradaki amaç “ilk öncüller”in veya formların kavranmasıdır. Bu ise bir aşamayı gösterir ve bu süreçte teorik düşünmenin ilk halkasını duyumlar oluşturur. Çünkü maddi dünyayla bağlantı ancak duyumlar ve onların edimi olan algı sayesinde gerçekleşebilir. Duyumlama, duyular aracılığıyla duyulur nesnenin formunun, nesnenin maddesinden ayrılmasıdır. Ancak duyusal algı aşamasında, formun duyum yetisi tarafından algılanması, bir cismin başka bir cismin formunu almasında olduğu gibi, tam bir etkilenim içerisinde gerçekleşmez.
Duyumlama, duyulur formu, maddi yapısı ve maddi durumları içerisinde algılar ve bundan dolayı duyumlama hala cisimlerin maddeleriyle bir ilişki içerisindedir. Tek duyu organlarında oluşan çeşitli duyusal izlenimler kalpte bulunan ortak duyuda birleştirilerek, dış dünyayla direkt ilişki içerisinde bulunmayan hayaletme gücünün(imgelemin) altına alınır. İmgelem soyutlama sürecinin bir üst aşamasını oluşturur ve duyularla akıl arasında orta bir konumdadır.
Farabi bu aşamada duyumlara nesne olan maddi tözleri de, genel olarak akli olmaya yatkın olanlarla, böyle bir yatkınlığa asla sahip olmayanlar şeklinde ayırır. İnsani nefsler, tamamen maddi olan, maddede olan ya da madde olan taş, bitki ve benzerlerinden farklı olarak güç halinde akıllar ve güç halinde düşünülürler (makuller)dir. Dolayısıyla düşünme yetisi, işini, varolanların formlarını düşünülürler olarak kavramakla gerçekleştirir ve iki tarzda olan varolanların formları onun etkinlik alanını oluşturur. Bu durumda da, aklın tamamen uzak olan ve tözleri bakımından etkin akıl ve etkin düşünülürler olan varlıkların düşünülür formları ve tözler etkin olarak düşünülür olmayan varlıkların formları olarak ayrılır.
Bu yüzden düşünme yetisi de birbirinden farklı iki temel etkinlik gerçekleştirir; ilk olarak, ikinci tür düşünülür formlar, insan zihni tarafından, ruhun alt yetilerinin de aracı ve yardımcı olduğu bir soyutlama süreci içerisinde “çıkarsama” yoluyla kavranırlar. Bu soyutlama sürecinin çeşitli aşamalarında insani ruhun düşünen kısmı çeşitli durumlarda varolarak “kazanılmış akıl” (müstefad akıl) düzeyine ulaşır ki, bu düzeyde o, önceki düzeylerden farklı olarak, başka hiçbir yardımcı ve aracıya ihtiyaç duymaksızın, soyut bir töz olarak kendini veya aynı anlamda bütün etkin düşünülürlerin formlarını, düşünülür formlar olarak kavrar.
Aklın ikinci tür etkinliği ise, bir tür sezgisel etkinliktir ve bunun ilk deneyimi “kazanılmış akıl” düzeyinde yaşanmaktadır. Çünkü, bu noktadan itibaren akıl, artık maddede bulunmayan soyut varlıklarla yüzyüze gelmektedir. O, soyut varlıkları, maddeden soyutlamak suretiyle değil, “akılsal bir sezgi edimiyle” bilir. Bu nedenle, çıkarsamacı aklın konusu ve yardımcıları olarak nitelendirilen duyu ve imgelem yetileri bu türden bir kavrayışta söz konusu değildir.
Aklın bu tür etkinlikleri göstermesi bakımından düşünülürlerin formlarını alma olanağına sahip bir yatkınlık olarak, insan türünü diğer varlıklardan ayırteden temel özelliği gösteren “Edilgin Akıl” (Bi’l-Kuvve Akıl) dır. Bu akıl’a güç halinde yani potansiyel halde varolan akıl denilir. “Bu akıl ya bizzat ruhtur, ya da ruhun bir kısmıdır, veya ruhun yetilerinden herhangi biridir, veya mahiyeti bütün varolanlarda formlar veya özleri maddelerinden soyutlamak için ve hepsinde onun için veya bir çok form kılma gücüne sahip olan bir şeydir”. Burada formlar maddeden ayrılmış işlenmeye hazır hale gelmişlerdir. Buradaki akıl bir benzetme yapılırsa yeni doğan çocuğun ruhunda saklı bir güç, potansiyel olan bir akıl gibidir ve yoğrulup şekillenmeyi bekleyen bir tunç veya çamur nasıl potansiyel (kuvve) halinde bir heykel ise, şekillenip bilgi meydana getirecek olan çocuğun aklı da güç halinde bilici demektir.
Düşünen ruhta yerleşmiş bulunan veya mevcut olan düşünülürlerin bir kısım tözleri etkin akıldan ibaret olan düşünülürlerdir, bir kısmı etkin düşünülürlerden olup tamamen serbest bulunabilmektedirler. Bir kısmı ise, özleri itibarıyle etkin olarak varolmayan düşünülürlerdir. İnsanda bulunan akıl ise, düşünülürlerin resimlerini kabule hazır halde (müheyya) bulunan maddi bir yeti olup, hem edilgin olarak akıldır, hem de maddi (heyulani) bir akıldır. Fikir ve düşünme yetisi ve güçlerimizin davranışları etkin halde akıl olmayıp onların etkin akıl olmaları için edilginlikten etkinliğe yani güç halinden hareket haline, eylem haline geçmeleri gerekmektedir. İnsandaki ilk akıl da edilgin olarak varolan düşünülürlerdendir. Bu durumda edilgin akılda kavranılanlar veya düşünülürler olarak nitelendirilebilecek olan fikirler ve bilgiler mevcuttur. Bu evrede tecrübeleri ve bilimsel bilgiyi belirlemek ve bilimi oluşturmak insanın işi değil, insanın yüksek derecesinde olan ruhun bir görevidir. Şu halde insanın bilgisi yukarıdan gelmiş olup akli çalışma veya akıl yürütme ile elde edilmiş bir ilim olmayıp Tanrı tarafından yapılan bir lütuftur (atiyyedir) .
Ne var ki Farabi’ye göre duyumlar aracılığıyla maddeden soyutlanan formlar, özü kendileriyle varolan bu maddeden ayrılmış olmazlar; onlar sadece bu akıl için bir form olurlar. Ancak burada, maddelerinden soyutlanan ve bu mahiyet için form görevini gören form, eşyadan formları soyutlayan şeyin isminden türetilmiş bir isim olmak üzere düşünülürdür. Burada akıl formları üzerine alan bir cisim gibidir ve dolayısıyla burada akıl formlara göre maddeyken, formların araçlarına göre formdur.
Akıl edilgin haldeyken bir tür ruhtur veya daha doğrusu ruhun bir kısmıdır, bir parçasıdır, kısacası ruhun yetilerinden bir tanesidir. Bu yeti varlıkların özlerini ve formlarını kavramaya, onların örneklerini bürünmeye eğilimli ve müsaittir. Varlıkların formları maddelerinden sıyrılıp, bu aklın formları haline geldikleri zaman düşünülür hale getirilmiş olurlar. Ancak varlıkların formlarının maddeden sıyrılma işlevi ruhun bir takım yetileri neticesinde meydana gelmektedir.
Duyumlama ve algılama neticesinde hayal etme gücüne (imgelem) gelen birtakım resimler, formlar veya örnekler; bu seviyeden sonra imgelem yetisinin düşünülür kılma edimi sonucunda, formlar maddeden tamamen ayrılırlar. Ne ki bu bakımdan akıl, kendisinden formların çıkarılmış olduğu maddeye benzemektedir. Nasıl madde o şekle yani kendisini o yapan forma bürünmüşse, bu ruhun bu yanı da veya akıl da, onun şeklini alır, o şekle bürünür. Farabi bu görüşü şu örnekle açıklar; “Nasıl bir mum üzerine bir nakış yapılır, bu nakış o mum üzerinde sadece yüzeyde kalmayıp, içine işleyerek bütün muma formunu verecek şekilde onu kavradığı ve mumun o nakışın bütün formunu aldığı düşünülürse, işte düşünme kuvveti de eşyanın formunu bu tarzda kavrar”.
Bundan dolayı güç halindeki akıl, maddeye ve alacağı formun konusuna benzemektedir. Ancak burada edilgin aklın madde olmasıyla, diğer cisimlerin madde olması farklı farklı durumlardır. Halbuki edilgin aklın kendisi ile kavramın kendisi arasında bir fark yok gibi görünür. Edilgin aklın kendisi, o cismin özü ve formu olacak durumdadır. Ne var ki, henüz kendisi o şekle bürünmemiş, o formu ve içeriği kazanmamış durumdadır. Bundan dolayı o, yani akıl edilgin (Bil kuvve) ismini almaktadır; o form ve öz’ü kazanır kazanmaz etkin halde akıl haline gelecektir. Düşünülürler de henüz maddelerinden sıyrılmadıkları için işlek halde değil, güç halinde bulunan düşünülürlerdir. Maddelerinden sıyrıldıkları anda düşünülür, akılda işlek olarak meydana gelir ve etkin halde düşünülür haline gelir. Esasen güç halinde akıl etkin haldeki düşünülürle etkin akıl haline gelir ve etkin haldeki düşünülür ile etkin hâle getirilen akıl aynı şeyi ifade eder.