MODERN VE POSTMODERN DÜŞÜNCELERDE BİLİM (...devam )

Bunun—yani, hem obje ya da vâkıâya uygunluğu tespit etmenin hem de genele açık bir test ve doğrulamaya müsait olmanın—yolu ise deney ve gözlemden geçmektedir. Bundan sonra ‘hakikata götüren yol’ olan bilginin yeni tanımı, ‘deney ve gözlem yöntemlerinin hâkim olduğu objektif bilimsel bilgi’ şeklinde olacaktır.

18.19. ve 20. yüzyıllar boyunca, bir yanda kısaca ‘bilimsel bilgi’ şeklinde ifade edebileceğimiz bu yeni hakikat arama yönteminin teorik tanım ve belirlenimi yapılırken, diğer yanda da bunun pratiğe dökülmesi işlemi gerçekleştiriliyordu. Bu pratiğe dökülme işlemi, sözü edilen yüzyıllarda, özellikle de yeni teknoloji üretimi alanında, gittikçe artan bir ivme ile yeni başarılara imzalar atıyor ve bir bakıma kazandığı zaferler ile de özgüvenini sağlamlaştırıyordu.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, artık sarsılmaz hale geldiğini düşünen modern bilimsel düşünce, yavaş yavaş ekstremleşmeye ve daha gururlu ve kibirli bir hale gelmeye başlar. Bunun sonucu olarak, daha önce dile getirdiği ‘hakikata giden yol olduğu’ şeklindeki mütevazı söylemini, ‘hakikata giden tek yol olduğu’ şekline dönüştürür. Diğer bir deyişle, bilgiyi bilimsel bilgi ile özdeşleştirmekle kalmaz, daha da öteye giderek, bilimsel bilginin dışında kalan iddiaların bilgi bile olmadığını seslendiren inhisarcı ve dışlayıcı bir söylem geliştirir. Bilimci yaklaşımın bu ‘hakikata gitmeyi tekelinde tutma’ arzusu o kadar ileri bir düzeye ulaşır ki, ‘sadece bilimsel önerme ya da ifadelerin anlamlı olduğu, bunun dışındakilerin anlamlı bile olmadığı’ dahi söylenir. Ne ilginçtir ki bu söylem, âdetâ, Ortaçağın sonlarında modern düşüncenin kendisinin de karşı çıktığı “(hakikata giden) tüm yollar Roma’ya çıkar” ifadesinin, “(hakikata giden) tüm yollar bilime çıkar” şeklindeki bir ‘eko’su gibidir.

İşte tam bu noktada, başlangıçta dinî renkli düşünceye reaksiyon olarak doğan modern düşünce, aksiyon olma sürecinde zirvesine ulaşmış ve reaksiyonunu türetecek hale gelmiştir. Artık reaksiyonun doğma zamanıdır; yani, postmodern düşünce için zemin hazırdır. Şimdi konumuzun bu ikinci kısmına geçelim.

Postmodern Düşüncede Bilim

Araştırmamızın bu kısmında, ‘postmodern düşüncede bilimin yeri nedir?’ ya da ‘postmodern düşüncenin bilime yaklaşımı nasıldır?’ sorusuna cevap arayacağız. Ancak bu arayışa geçmeden önce, ‘postmodern düşünce’ veya ‘düşüncede postmodern dönem ya da kısaca ‘postmodernite’ kavramının ne ifade ettiğine bir göz atmamız gerekmektedir.

Sözcük anlamı itibariyle ‘post-modern düşünce’ kavramı, ‘modern-sonrası düşünce’yi ifade etmektedir. Bu, işin kolay tarafını oluşturmaktadır. Ancak, terim anlamı itibariyle ‘postmodern düşünce’ veya ‘postmodernite’nin neyi ifade ettiğini söylemek öyle kolay bir iş gibi görünmemektedir. Ancak biz yine de onun belli başlı bazı temel karakteristiklerini tespit ederek kabaca bir portresini çizmeye çalışacağız.

Peki, nedir postmodernite? Hemen belirtelim ki o, her şeyden önce bir reaksiyondur. Neye reaksiyon? Moderniteye, modern bilimciliğin tekelciliğine reaksiyon. Bunu biraz açalım. Nasıl modern düşünce ve genel anlamda modernite ilk başlangıçta ortaçağdaki dinî renkli düşünce geleneğinin hegemonik belirleyiciliğine bir tepki olarak ortaya çıktı ise, postmodernite de modern bilimci düşüncenin 20.yy.’daki hegemonik belirleyiciliği ve mutlakçı tekelciliğine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. O,modern bilimciliğin, başka yöntem, hakikat ve düşünme tarzlarına hayat hakkı tanımayan aşırılığına karşı bir reaksiyondur. Bu reaksiyon, modern bilimin bu iddiasının
meşruluğunu sorgulayan ve onu reddeden bir reaksiyondur. Modern düşünce perspektifinden bakılacak olursa, postmodern düşünce hareketi bir isyan ve bir başkaldırı hareketidir; fakat eğer postmodern düşünce perspektifinden bakılacak olursa, bu hareket, bir ‘hegemonyaya ve düşünce totaliterliğine başkaldırı’ ve bir ‘düşünce özgürlüğüne zemin hazırlama’ hareketidir.

Postmodernitenin bu özelliği şöyle de ifade edilebilir: Postmodern düşünce, öncelikli olarak ve ilk çıkış şekli itibariyle, hegemonik modern bilimci düşüncenin bir eleştirisidir. Bu eleştiri, kimi zaman ölçülü ve ılımlı, kimi zaman da aşırı ve sert şekillerde gerçekleşir. Ilımlı eleştiri eğilimleri, bilimci perspektifin hakikata götüren yegane yol ya da yöntem olduğu düşüncesini eleştirir ve bilimsel bilginin diğerleri arasında bir bilgi türü ve çeşitli perspektiflerden biri olduğunu söyler.

Postmodern bilim eleştirisinin bu versiyonu, ne bilimin değerini inkar eder ne de bilimsel yöntemin bizi hakikata götürdüğünü reddeder. Bu tür eğilimler, sadece onun tekelciliğini reddederler. Aşırı eğilimler ise, sadece bilimsel bilgiyi ve hakikati değil, genel anlamda bilgi ve hakikat kavramlarının kendilerine karşı çıkarlar. Hatta bu kavramların arka planında yer alan rasyonalite ve realizmi de eleştirirler.

Modern düşüncenin üzerine kurulduğu zemin olan rasyonalite ve realizmin eleştirilmesi, postmodern düşünceyi rölativizme götürmüştür. Rölativizmi temel kabul eden postmodern düşünceye göre bir hakikat ve onun bilgisinden (veya ona götüren yol ya da metottan) değil, hakikatlar ve onlar hakkındaki bilgilerden (veya onlara giden yol ya da metotlardan) sözedilebilir. Ayrıca, rasyonalite kavramı da bu rölativizmden nasibini alır. Artık rasyonellikten değil, rasyonelliklerden bahsedilir. Çünkü bu yaklaşıma göre neyin hakikat, bilgi veya rasyonellik olduğu, nereden bakıldığına ve hangi kriter(ler) ile ölçüldüğüne göre değişebilmektedir.

Postmodern düşüncenin bu özelliği, çağdaş felsefenin değişik gelenekleri içinde kabul gören ve farklı felsefî perspektiflerden temellendirmesi yapılan bir özelliktir. Bu tür temellendirme çabalarını, örneğin Analitik Felsefe geleneği, Pragmatizm, Bilim Felsefesi ve Felsefî Hermeneutik gibi çeşitli günümüz felsefe akımlarının canlı tartışmalarında görebilmekteyiz. Şimdi bu temellendirmelerden iki örneği burada zikredelim.

Analitik Felsefe geleneğine mensup olduğu kabul edilen L. Wittgenstein, ilk dönem düşüncelerini dile getirdiği Tractatus’ta modern bir dil felsefesi geliştirip sergilemiş, fakat daha sonra ikinci dönem düşüncesi çerçevesinde bu ilk dönem düşüncesini eleştirmiştir. İlk dönem düşüncesinde dil dünyanın aynası olarak kabul edilmekte ve bu dilin de ‘bilim dili’ olduğu düşünülmektedir. İkinci dönem düşüncesinde ise, dünyanın dil ile ifade edilmesi eylemi oyuna benzetilmekte ve ‘çeşitli dil oyunları’ndan söz edilmektedir. Bu ‘dil oyunları’ kavramıyla Wittgenstein, ‘dünyayı yansıtan bir dil’den sözetmek yerine, dünyanın değişik şekillerde dillendirilebileceğini ve hatta realitede de bu şekilde dillendirildiğini anlatmaya çalışır. Bu yaklaşıma göre, ‘bilim dili mi dünyayı doğru anlatmaktadır, din dili mi yoksa sanat dili mi?’ şeklindeki bir soru, ‘futbol mu daha iyi ve doğru bir oyundur, basketbol mu yoksa satranç mı?’ sorusuna benzer bir sorudur. Bu sorunun cevabı, hangi kriter ile değerlendirdiğinize ve hangi amaç açısından (nerede durup) baktığınıza göre değişecektir. Dolayısıyla, bilim dilinin doğruyu ve hakikati ifade ettiği iddiası, örneğin futbolun daha iyi ve doğru bir oyun olduğu iddiasına benzemektedir. Evet, terlemek ve kilo vermek vs. gibi amaçlar açısından futbol satrançtan daha iyi ve doğru bir oyun olabilir; fakat akıl yetimizi geliştirmek ve zihin gücümüzü artırmak vs. gibi amaçlar açısından da satranç daha iyi ve doğru (seçilmiş) bir oyun olacaktır. Tıpkı burada olduğu gibi, bilim dili, din dili ve sanat dili gibi dünyayı anlatan dil oyunlarının iyilik ve doğruluğu da izafîdir—yani, neyin amaçlandığı ve hangi bakış açısından değerlendirildiğine bağlıdır.

Hakikat, bilgi ve rasyonellik gibi kavramların izafî olduğu şeklindeki postmodern yaklaşımın bir temellendirmesi de Heidegger ve Gadamer’in başını çektiği Felsefî Hermeneutik geleneği tarafından yapılır. Bu temellendirme, anlamın tarihselliği zeminine dayalı bir objektiflik eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Buna göre, öyle modern bilimci düşüncenin iddia ettiği gibi her türlü önyargıdan uzak ve bağımsız olan objektif bir anlama ya da kavrayış mümkün değildir. Zira, insan tarihsel bir varlıktır ve onun anlaması da bu tarihselliğin dışında gerçekleşiyor değildir— yani, bir varoluş tarzı ya da unsuru olarak o da tarihsellikten nasibini almaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: İnsan aklı, kendisini içinde bulduğu şartlar çerçevesinde işlemektedir. Bu şartlar ise, gerek tarihsel açıdan ve gerekse toplumsal, coğrafî, ekolojik vb. bakımlardan çoğunlukla insanın iradesi dışında oluşmaktadır. Yani insan aklı, gerek oluşum ve şekillenişi ve gerekse işleyişi bakımından, iradesi dışında oluşan bu şartlara—özellikle de tarihsel olarak içinde bulunduğu devrin şartlarına —istese de istemese de bir bakıma mahkum ve mecburdur. Diğer bir metaforla ifade edecek olursak, insan ve onun aklı, içinde doğup büyüyerek geliştiği tarihsel şartların ürünü ve çocuğudur. Bu şartlar, bir bakıma anlamanın kendileriyle başladığı —zira onlar olmazsa anlam başlamayacaktır—ilk hammadde konumundadırlar. Dolayısıyla onlar, onun aklının şekillenmesi ve işleyişinde etkin rol oynayan faktörlerdir. Gerçekleşen herhangi bir anlama esnasında bu şartlar birer önanlama ya da önyargı işlevi göreceklerdir. Şu halde denebilir ki, insan anlayış ve bilgisi, en azından ‘kendisini içinde bulduğu tarihsel şartlar’ olarak ifade edebileceğimiz önyargıların kendisini etkilemesinden kurtulamamaktadır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her anlayış ve yaklaşımın, mutlaka bir duruş yeri ve bir bakış açısı vardır. Zaman ve mekan ile sınırlı olan—veya başka bir ifadeyle, tarihsel bir varlık olan—insan için, ‘hiçbir yerden’ bir bakış söz konusu olamaz.

Bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Her anlama ve yaklaşımın bir tarihsel birikim ve arkaplanı, bir duruş yeri ve başlangıç noktası olacağına göre, öyle modern bilimciliğin iddia ettiği gibi tam anlamıyla objektif, tarafsız ve her türlü önyargıdan uzak ve bağımsız bir anlayış, bilgi ya da yaklaşım olmayacaktır. Böyle bir şeyin gerçekleştiğini söylemek, bir anlamda insanın tarihselliğinin üstüne çıktığını ve âdetâ Tanrısal bir anlayış ya da bilgiye ulaştığını iddia etmek gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik bir hayal iddiası olacaktır. Şu halde, mantığı tersinden yürütecek olursak, her bilgi ve yaklaşım, kendi şartları ile bağımlı, sınırlı ve dolayısıyla da izafî olacaktır.

Postmodern düşüncenin bir diğer özelliği çoğulcu olmasıdır. Aslında bu özelliği,onun hakikat, yöntem (yani, bilgi) ve rasyonellik gibi konulardaki rölativist tavrının bir sonucudur. Çünkü eğer hakikati, ona götüren yol olan bilgiyi ve rasyonelliği belirlemenin kesin ve mutlak bir kriteri yoksa ve bunlar nereden bakıldığına ve hangi amaç açısından değerlendirildiğine göre değişebiliyor iseler, o zaman bunun doğal sonucu çoğulculuk olacaktır. Zira, örneğin bilim açısından hakikat, bilgi ya da rasyonel olan bir şey, estetik, estetik, etik veya din açısından böyle olmayabileceği gibi bunun tam tersi de olabilecektir. Bu durumda, birden fazla hakikat, bilgi ve rasyonellik ortaya çıkacaktır. Örneğin bilimsel bilgi, etik bilgi, estetiğin bilgisi ve dinin bilgisi gibi.

Postmodern düşünce sadece çoğulcu değil, aynı zamanda eşitlikçi bir düşüncedir de. Bu da aslında çoğulculuk niteliğinin doğal bir sonucudur. Çünkü çeşitli hakikat, bilgi ve rasyonellik iddiaları arasında bir yargıda bulunmak için herhangi bir kriter bulunmadığı için, bu iddialardan herhangi birinin üstünlüğünün temellendirilmesi imkânı yoktur. O halde ortada eşit üstünlüğe sahip hakikat, bilgi ve rasyonellikler ya da öyle olduğunu söyleyen iddialar vardır.

1 Yorum

5 Aralık 2019 11:38  

Değerli hocam, yazınızı okudum. istifade ettim. Duru,güzel ve konuyu net anlatan bir yazı. tebrik ederim.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP