MODERN VE POSTMODERN DÜŞÜNCELERDE BİLİM
|
Ramazan ERTÜRK
Giriş
Düşünce tarihi aslında bir bakıma insanoğlunun hakikati arama çabalarının tarihidir. İlk çağlardan beri hakikatin ve ona götüren yolun ne olduğu konusunda çeşitli düşünce jimnastikleri yapılagelmiş ve insan düşüncesi bu arama çabaları çerçevesinde kendisini ‘hakikata götüren yol’ olarak nitelediği bir takım metodolojik yaklaşımlar üretmiştir. Ürettiği bu yaklaşımlar arasından ‘bilgi’ye özel bir önem vermiş, son olarak da onun doğru ve gerçek yol ve metod olduğu konusunda karar kılmıştır. Ancak en genel anlamda ‘bilgi’ olarak nitelenen bu ‘yol’ veya ‘yöntem’in içi de değişik zamanlarda farklı şekillerde doldurulmuştur. Örneğin, bununla kimi zaman mitoloji ve ona dayalı bilgi, kimi zaman dine dayalı bilgi—yani, dinî bilgi— kimi zaman da bilim (veya bilimsel bilgi) kastedilmiştir. Kısacası, ‘bilgi’ kavramının içi farklı şekillerde doldurulmuştur.
İşte 17.yy.’dan itibaren yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan modern düşüncenin ‘hakikata giden yol’ veya ‘hakikata götüren metod’ olarak sunduğu şey, bilim olmuştur. Başlangıçta böyle mütevâzî bir iddia ile yola çıkan modern düşünce, öngördüğü bilim anlayışının zaman geçtikçe artan bir ivme ile—alternatif olabilecek diğer adayların aleyhine olarak—kazandığı başarı ve zaferlerin sağladığı özgüven sayesinde daha gururlu ve kibirli bir şekilde “hakikata ancak bilimsel bilgiyle —başka herhangi bir bilgiyle değil, ancak ve ancak bilimsel yöntemle elde edilen bilgiyle— ulaşılabileceği” şeklinde meydan okumaya başlamıştır.
Diğer yandan, son zamanlarda paradigmaların değiştiği, modern paradigmanın yerini postmodern paradigmanın aldığı ve artık modern dönemin sona erip postmodern dönemin başladığı söylemini sıkça duyar olduk. Her şeyden önce, ne değişmiştir de modern dönem bitmiş ve postmodern dönem başlamıştır? Modernitenin bilgi paradigması ne idi ve bunda ne tür bir değişiklik oldu? Hatta, bundan da önce, modern dönemin bilgi paradigmasında herhangi bir değişiklik olmuş mudur? Eğer postmodernite söylemi doğru ise, postmodern düşüncenin, modern düşüncenin bilgi paradigması olarak sunduğu bilim—veya bilimsel yöntem—karşısında bir tavıralış sergilemesi gerekmektedir. Bu tavıralış ne tür bir tavıralıştır? vs. Bu sorular daha da çoğaltılabilecektir. İşte bu araştırmamızda bu ve benzeri sorulara cevap aramaya çalışacağız; yani kısacası, modern ve postmodern düşüncelerin bilim paradigması—veya diğer bir deyişle, bilim denilen (ve hakikata götürdüğü ileri sürülen) yönteme—yaklaşımlarını inceleyeceğiz. Bunu, tarihsel gelişim sürecini de göz önünde tutan, analitik ve diyalektik bir bilim hermeneutiği yaparak gerçekleştireceğiz. Yani burada sizlere, bir anlamda ‘bir bilim hikayesi ya da okuması’ sunacağız. Ancak, daha öteye gitmeyip bununla yetineceğiz. Yani, anlattıklarımızdan bir sonuç çıkarma ya da bir değerlendirme yapma yoluna gitmeyeceğiz. Bunu sizlere bırakacağız.
Modern Düşüncede Bilim
Bilindiği gibi ‘modern düşünce’ terimi, 17. yy.’da Batıda Rönesans ile başlayıp 18.yy. Aydınlanma çağıyla pekişen, 19. yy. pozitivizmi sayesinde yaygınlaşarak globalleşme eğilimi gösteren ve nihayet 20. yy. Mantıkçı pozitivizmiyle zirve noktasına ulaşan ve son zamanlara kadar da etkisini sürdüren düşünceyi ifade eder. Terimin ilk kelimesi olan ‘modern’ sözcüğü, ‘yeni, çağdaş (veya çağcıl)’ anlamlarına gelen bir sıfattır. Buradan da anlaşılacağı üzere ‘modern düşünce’ terimi, ilk bakışta ve doğrudan doğruya, sözü edilen düşüncenin ‘yeni ve çağcıl’ bir düşünce olduğunu söyler. Bunun anlamı şudur: 17. yy.’da ortaya çıkmaya başlayan bu düşünce, artık ‘geleneksel eski’ düşünce değildir; bu, yeni—yani, eskisinden farklı—bir düşüncedir. Peki, nedir bu düşüncede yeni olan (ve onu eskisinden farklı kılan)? Zannediyorum bu soruyu cevaplamanın en iyi yollarından biri, eski ve yeni düşüncelerin temel karakteristiklerini tespit edip göz önüne sermek olacaktır. Böylece modern düşüncenin ne olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Ortaçağ Batı dünyasında düşünce, ağırlıklı olarak dinî renkli idi. Ontoloji, ahlak, siyaset ve sanat gibi farklı düşünce alanlarında bu rengin hakimiyeti rahatlıkla görülüyordu. Doğal olarak, hakikate götürdüğü düşünülen ‘bilgi’ anlayışı da bu dinî renkten nasibini almıştı. Yani din ve onu temsil ettiği düşünülen kilise, ahlak, siyaset ve sanatın değer ölçütlerini belirleyen bir otorite ve kaynak olmanın yanı sıra hakikatin (ontolojik anlamda realitenin) ve ona götüren yolun (yani, bilginin) ne olduğunu da tayin eden bir kurum olma niteliğine haizdi. Bu, bir anlamda ‘bütün yollar Roma’ya çıkar’ demek oluyordu. Böylece, yüzyıllar boyu gelişen ve gittikçe de katılaşan dinî renkli bir düşünce geleneği oluşturulmuştu. Bu geleneğe göre, Tanrı evreni yaratmış ve ona yerleştirdiği kanunlar aracılığıyla onu idare etmektedir. Bilimsel faaliyet ise, evrene konulan değişmez kanunları keşif ve tespit etmek ve ona göre kendimize çeki-düzen vermektir. Örneğin, doğada işleyen kanunlar iyi bilinirse, oradan varlığımıza gelebilecek—yangın, sel felaketi, deprem, yanardağ patlaması ve günlük hayattaki diğer kazalar vs. gibi—tehditler önlenir ve doğadan daha iyi yararlanma yoluna gidilebilirdi. Tabii bu bilimsel faaliyetin mahiyet ve sınırları da din ve onu temsil ettiğini söyleyen kilise tarafından belirleniyordu.
Fakat bu arada, kilisenin hakikatin ne olduğu ve ona nasıl (hangi yolla) ulaşılacağı konularındaki otoriter, hegemonik ve tavizsiz belirleyiciliğine rağmen—başta akıl olmak üzere—kendi doğal bilgi yetileri ve epistemik donanımını kullanarak hakikati arayan ve bulgularını çevresiyle paylaşan kişiler de yok değildi. İşte bu kişilerin söyledikleriyle kilise ve din adamlarının söyledikleri zaman zaman çatışıyor, bu da halkın kafasında kilise ve din ile ilgili kuşkular uyandırıyordu. Bu kuşkular, kilise ve din adamlarının şüpheci bir gözle daha yakından incelenmeleri eylemini doğuruyor, bu da onların dini suistimal (ve istismar) ettiklerinin açığa çıkmasını sağlıyordu. Bu durum, bir yandan kilise ve din adamlarının, kendilerinden bağımsız ve hatta onlara rağmen hakikat arayan ve bunu çevrelerine anlatan kişilerin—ki bunlardan bazıları daha sonra Galileo, Kopernikus, Bruno, Kepler vb. adlarla modern bilim tarihine geçen meşhur bilim adamlarıdır— üzerindeki baskısını artırması; diğer yandan da bu kişilerin düşünce ve yaklaşımlarının yavaş yavaş toplumda yaygınlık ve geçerlilik kazanması sonuçlarını doğuruyordu. Böylece, Ortaçağ boyunca oluşan dinî renkli eski (geleneksel) düşünce, kendisini din ve onun oluşturduğu geleneğin etki alanından kurtarmaya ve bir anlamda bağımsızlığına kavuşmaya başlayan yeni (modern) bir düşünceye yol veriyordu.
Bu yeni düşünce, kendisinden önceki geleneksel düşüncenin sahip olmadığı bir takım özelliklere sahiptir. Bu özellikler, onu önceki düşünceden ayırmanın yanı sıra aynı zamanda bir bakıma onun temel karakteristikleri olma niteliğine de sahiptir. Bunların başında, dinin şekillendirmesinden kendini kurtarması ve bir anlamda bağımsız işleyebilmesi gelir. Burada hakikatin ne olduğu veya ona nasıl (hangi yol ya da metotla) ulaşılacağı artık kiliseye veya din adamlarına sorulmamakta, bunun yerine, doğal bilgi yetileri ve epistemik donanım kullanılarak hakikat aranmaktadır.
Kazanılan bu özgürlüğün yanı sıra bilimsel faaliyetin (yani, hakikati aramanın) telos’u da değişmiştir. Tanrı’nın evrene koyduğu kanunları keşfederek onu tanımak ve buna göre kendimize çeki düzen vererek varlığımızın devamını sağlamak şeklindeki geleneksel mütevazı amacın yerine burada ‘doğanın efendisi olmak ve ona şekil vermek’ temel amaç olmuştur. Bu düşüncede insan, doğaya konulmuş olan değişmez kanunlar karşısında kendisine çeki düzen veren edilgen bir varlık konumundan kurtulmuş ve doğaya çeki düzen—ve hatta şekil—veren etkin bir varlık (efendi) konumuna gelmiştir. Buna ‘yeniyi ve daha iyi olanı arama’ şeklinde özetleyebileceğimiz ilerlemeci anlayışı da eklersek, modern bilimsel düşünce ve yaklaşımın gerisindeki en güçlü motivasyon kaynağına ulaşırız.
Kazandığı bağımsızlığa paralel olarak, hakikati arama faaliyeti (bilme eylemi)nin amacındaki bu değişmeye ilaveten, hakikatin (veya doğru ve kabul edilebilir olmanın) ölçütünde de değişme olmuştur. Artık kriter dinin dogmaları veya (kilise ve) din adamlarının sözleri değil, rasyonelliktir. Bu yeni yaklaşımda bir düşünce ya da fiil, ilmîlik vasfını, dinin dogmaları ve kilise tarafından onaylanmış olmaktan değil, akla yatan (mâkul) bir şey olmaktan alır. Ancak, ‘bilimsel olmak için rasyonel olmak gerektiği’ni söylemenin de tek başına yeterli olmadığı kısa sürede anlaşılır. Çünkü bu kez karşımıza çıkan sorun, ‘rasyonellik’ ile neyin kastedildiği (veya onun nasıl anlaşılacağı) sorunudur. Zira kimi insana mâkul gelen bir şey, kimisine mâkul gelmemekte ve bunun tersi de olabilmektedir. Hatta ilk anda mâkul gibi görünen bir hususun, daha derinlemesine bir araştırma yapıldığında hiç de mâkul olmadığı anlaşılabilmekte ve bunun tam tersinin olduğu da görülebilmektedir.İşte bu durum, metodik kuşkuculuğun bilimsel yöntem ve faaliyetin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bir bilim adamı, duyduğu, bildiği veya yeni öğrendiği bir şeyi önce kuşkuyla karşılayacak ve onun doğruluğu konusunda kanıt arayacaktır. Ancak burada şunu hemen belirtmeliyiz ki, kuşkuculuk benimsenirken rasyonellikten vazgeçilmiş değildir. Kuşkuculuğun benimsenmesiyle aslında bir anlamda rasyonelliğin içi doldurulmaya çalışılmaktadır. Ya da şöyle de denebilir: Dogmatikliğin sonucu olarak geçmişte yaşanan yanlışlıklara tekrar düşülmemesi için, bilimsel düşünce ve faaliyetin ayaklarının yere sağlam basmasının yolu aranmaktadır. Böylece, kuşkuculuk rasyonelliğin bir gereği olarak algılanmaya başlanır. Ancak bu ‘rasyonalist kuşkuculuk’ o derece ileriye gider ki, tıpkı aklımız gibi doğal epistemik donanımımızın bir parçası olan ‘duyu ve algı’ yetimizi sorgulamaya başlar ve hatta sonuçta onu güvenilmezliğe mahkum eder.
Burada önemli bir noktayı daha tespit etmeliyiz. Yaptığı bu son iş ile modern düşünce, aslında sadece yeni karşılaştığı, duyduğu ve öğrendiği şeylere kuşku ile yaklaşma noktasında kalmamış, bunun bir adım ilerisi olan ‘eleştirel olma’ vasfını da kazanmıştır. Çünkü, yeni karşılaştıklarımız ve o güne kadar öğrendiklerimizin yanı sıra, epistemik yetilerimizin önemli bir bölümünün—ve bir süre sonra da tamamının— eleştirisini de gerçekleştirmiştir. Artık bu anlamda eleştirellik, modern bilimsel düşünce ve yaklaşımın en temel özelliklerinden biri olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Eleştirellik yaygınlık kazanıp kimi zaman birbirinden farklı kimi zaman da birbirinin tam aksi iddialarla birbirini eleştiren çeşitli yaklaşımlar ortalıkta dolaşmaya başlayınca, rasyonellik odaklı hakikat arayıcılığı, bu çeşitlilik ve anlaşmazlığı ortadan kaldırmak üzere yeni bir ölçüt ya da metod arayışına koyulur. Çok geçmeden bu ölçüt ya da metod bulunur ve ilan edilir: Objektiflik. Bundan sonra ‘objektiflik’, bilimsel düşünce ve faaliyetin vazgeçilmez niteliği olacaktır. Peki, bu ‘objektiflik’ ile ne kastediliyordu? Şimdi bunun analizini yapalım.
Bilimde aranan objektiflik ile temelde üç şey kastediliyordu:
a) Hakikat ve makûllük konusunda yapılan eleştiri ve tartışmalar ile her kafadan bir ses çıkmasının yol açtığı kargaşaya son verecek bir ‘kişilerarası kabul edilirlik’;
b) kişisel ya da yanlı değer yargılarından ve her türlü önyargıdan uzak bir ‘tarafsızlık’;
c) görelilik ve tartışmaya açık olmaktan uzak bir ‘objeye uygunluk’. Diğer bir deyişle, bilimselliğin bu temel özelliği, subjektiflik ve değerselliğin işe karışmasından uzak durup, objeye uygunluk anlamında objektiflik ve olgusallığı esas almayı ifade eder.
Bu durumda, objektif olduğunu söyleyen (bilimsel) bir metod, hem sosyolojik hem de ontolojik açılardan sağlam temeller üzerine oturduğunu söyleyen bir metod olacaktır. Yani, objektifliğin içi bu şekilde doldurulurken, aslında, bilimselliğin belirleyicisi olarak sosyolojik ve ontolojik kriterler sunulmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: Bilimsel oluş, objeye ya da vâkıâya uygun oluşu ifade eder; objeye ya da vâkıâya uygun oluş ise topluma (veya genele) açık bir test edilebilirlik ve doğrulanabilirliğe haiz olmayı gerektirir. İşte bu iki özelliği de taşıyan yöntemdir bilimsel objektiflik.
Giriş
Düşünce tarihi aslında bir bakıma insanoğlunun hakikati arama çabalarının tarihidir. İlk çağlardan beri hakikatin ve ona götüren yolun ne olduğu konusunda çeşitli düşünce jimnastikleri yapılagelmiş ve insan düşüncesi bu arama çabaları çerçevesinde kendisini ‘hakikata götüren yol’ olarak nitelediği bir takım metodolojik yaklaşımlar üretmiştir. Ürettiği bu yaklaşımlar arasından ‘bilgi’ye özel bir önem vermiş, son olarak da onun doğru ve gerçek yol ve metod olduğu konusunda karar kılmıştır. Ancak en genel anlamda ‘bilgi’ olarak nitelenen bu ‘yol’ veya ‘yöntem’in içi de değişik zamanlarda farklı şekillerde doldurulmuştur. Örneğin, bununla kimi zaman mitoloji ve ona dayalı bilgi, kimi zaman dine dayalı bilgi—yani, dinî bilgi— kimi zaman da bilim (veya bilimsel bilgi) kastedilmiştir. Kısacası, ‘bilgi’ kavramının içi farklı şekillerde doldurulmuştur.
İşte 17.yy.’dan itibaren yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan modern düşüncenin ‘hakikata giden yol’ veya ‘hakikata götüren metod’ olarak sunduğu şey, bilim olmuştur. Başlangıçta böyle mütevâzî bir iddia ile yola çıkan modern düşünce, öngördüğü bilim anlayışının zaman geçtikçe artan bir ivme ile—alternatif olabilecek diğer adayların aleyhine olarak—kazandığı başarı ve zaferlerin sağladığı özgüven sayesinde daha gururlu ve kibirli bir şekilde “hakikata ancak bilimsel bilgiyle —başka herhangi bir bilgiyle değil, ancak ve ancak bilimsel yöntemle elde edilen bilgiyle— ulaşılabileceği” şeklinde meydan okumaya başlamıştır.
Diğer yandan, son zamanlarda paradigmaların değiştiği, modern paradigmanın yerini postmodern paradigmanın aldığı ve artık modern dönemin sona erip postmodern dönemin başladığı söylemini sıkça duyar olduk. Her şeyden önce, ne değişmiştir de modern dönem bitmiş ve postmodern dönem başlamıştır? Modernitenin bilgi paradigması ne idi ve bunda ne tür bir değişiklik oldu? Hatta, bundan da önce, modern dönemin bilgi paradigmasında herhangi bir değişiklik olmuş mudur? Eğer postmodernite söylemi doğru ise, postmodern düşüncenin, modern düşüncenin bilgi paradigması olarak sunduğu bilim—veya bilimsel yöntem—karşısında bir tavıralış sergilemesi gerekmektedir. Bu tavıralış ne tür bir tavıralıştır? vs. Bu sorular daha da çoğaltılabilecektir. İşte bu araştırmamızda bu ve benzeri sorulara cevap aramaya çalışacağız; yani kısacası, modern ve postmodern düşüncelerin bilim paradigması—veya diğer bir deyişle, bilim denilen (ve hakikata götürdüğü ileri sürülen) yönteme—yaklaşımlarını inceleyeceğiz. Bunu, tarihsel gelişim sürecini de göz önünde tutan, analitik ve diyalektik bir bilim hermeneutiği yaparak gerçekleştireceğiz. Yani burada sizlere, bir anlamda ‘bir bilim hikayesi ya da okuması’ sunacağız. Ancak, daha öteye gitmeyip bununla yetineceğiz. Yani, anlattıklarımızdan bir sonuç çıkarma ya da bir değerlendirme yapma yoluna gitmeyeceğiz. Bunu sizlere bırakacağız.
Modern Düşüncede Bilim
Bilindiği gibi ‘modern düşünce’ terimi, 17. yy.’da Batıda Rönesans ile başlayıp 18.yy. Aydınlanma çağıyla pekişen, 19. yy. pozitivizmi sayesinde yaygınlaşarak globalleşme eğilimi gösteren ve nihayet 20. yy. Mantıkçı pozitivizmiyle zirve noktasına ulaşan ve son zamanlara kadar da etkisini sürdüren düşünceyi ifade eder. Terimin ilk kelimesi olan ‘modern’ sözcüğü, ‘yeni, çağdaş (veya çağcıl)’ anlamlarına gelen bir sıfattır. Buradan da anlaşılacağı üzere ‘modern düşünce’ terimi, ilk bakışta ve doğrudan doğruya, sözü edilen düşüncenin ‘yeni ve çağcıl’ bir düşünce olduğunu söyler. Bunun anlamı şudur: 17. yy.’da ortaya çıkmaya başlayan bu düşünce, artık ‘geleneksel eski’ düşünce değildir; bu, yeni—yani, eskisinden farklı—bir düşüncedir. Peki, nedir bu düşüncede yeni olan (ve onu eskisinden farklı kılan)? Zannediyorum bu soruyu cevaplamanın en iyi yollarından biri, eski ve yeni düşüncelerin temel karakteristiklerini tespit edip göz önüne sermek olacaktır. Böylece modern düşüncenin ne olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Ortaçağ Batı dünyasında düşünce, ağırlıklı olarak dinî renkli idi. Ontoloji, ahlak, siyaset ve sanat gibi farklı düşünce alanlarında bu rengin hakimiyeti rahatlıkla görülüyordu. Doğal olarak, hakikate götürdüğü düşünülen ‘bilgi’ anlayışı da bu dinî renkten nasibini almıştı. Yani din ve onu temsil ettiği düşünülen kilise, ahlak, siyaset ve sanatın değer ölçütlerini belirleyen bir otorite ve kaynak olmanın yanı sıra hakikatin (ontolojik anlamda realitenin) ve ona götüren yolun (yani, bilginin) ne olduğunu da tayin eden bir kurum olma niteliğine haizdi. Bu, bir anlamda ‘bütün yollar Roma’ya çıkar’ demek oluyordu. Böylece, yüzyıllar boyu gelişen ve gittikçe de katılaşan dinî renkli bir düşünce geleneği oluşturulmuştu. Bu geleneğe göre, Tanrı evreni yaratmış ve ona yerleştirdiği kanunlar aracılığıyla onu idare etmektedir. Bilimsel faaliyet ise, evrene konulan değişmez kanunları keşif ve tespit etmek ve ona göre kendimize çeki-düzen vermektir. Örneğin, doğada işleyen kanunlar iyi bilinirse, oradan varlığımıza gelebilecek—yangın, sel felaketi, deprem, yanardağ patlaması ve günlük hayattaki diğer kazalar vs. gibi—tehditler önlenir ve doğadan daha iyi yararlanma yoluna gidilebilirdi. Tabii bu bilimsel faaliyetin mahiyet ve sınırları da din ve onu temsil ettiğini söyleyen kilise tarafından belirleniyordu.
Fakat bu arada, kilisenin hakikatin ne olduğu ve ona nasıl (hangi yolla) ulaşılacağı konularındaki otoriter, hegemonik ve tavizsiz belirleyiciliğine rağmen—başta akıl olmak üzere—kendi doğal bilgi yetileri ve epistemik donanımını kullanarak hakikati arayan ve bulgularını çevresiyle paylaşan kişiler de yok değildi. İşte bu kişilerin söyledikleriyle kilise ve din adamlarının söyledikleri zaman zaman çatışıyor, bu da halkın kafasında kilise ve din ile ilgili kuşkular uyandırıyordu. Bu kuşkular, kilise ve din adamlarının şüpheci bir gözle daha yakından incelenmeleri eylemini doğuruyor, bu da onların dini suistimal (ve istismar) ettiklerinin açığa çıkmasını sağlıyordu. Bu durum, bir yandan kilise ve din adamlarının, kendilerinden bağımsız ve hatta onlara rağmen hakikat arayan ve bunu çevrelerine anlatan kişilerin—ki bunlardan bazıları daha sonra Galileo, Kopernikus, Bruno, Kepler vb. adlarla modern bilim tarihine geçen meşhur bilim adamlarıdır— üzerindeki baskısını artırması; diğer yandan da bu kişilerin düşünce ve yaklaşımlarının yavaş yavaş toplumda yaygınlık ve geçerlilik kazanması sonuçlarını doğuruyordu. Böylece, Ortaçağ boyunca oluşan dinî renkli eski (geleneksel) düşünce, kendisini din ve onun oluşturduğu geleneğin etki alanından kurtarmaya ve bir anlamda bağımsızlığına kavuşmaya başlayan yeni (modern) bir düşünceye yol veriyordu.
Bu yeni düşünce, kendisinden önceki geleneksel düşüncenin sahip olmadığı bir takım özelliklere sahiptir. Bu özellikler, onu önceki düşünceden ayırmanın yanı sıra aynı zamanda bir bakıma onun temel karakteristikleri olma niteliğine de sahiptir. Bunların başında, dinin şekillendirmesinden kendini kurtarması ve bir anlamda bağımsız işleyebilmesi gelir. Burada hakikatin ne olduğu veya ona nasıl (hangi yol ya da metotla) ulaşılacağı artık kiliseye veya din adamlarına sorulmamakta, bunun yerine, doğal bilgi yetileri ve epistemik donanım kullanılarak hakikat aranmaktadır.
Kazanılan bu özgürlüğün yanı sıra bilimsel faaliyetin (yani, hakikati aramanın) telos’u da değişmiştir. Tanrı’nın evrene koyduğu kanunları keşfederek onu tanımak ve buna göre kendimize çeki düzen vererek varlığımızın devamını sağlamak şeklindeki geleneksel mütevazı amacın yerine burada ‘doğanın efendisi olmak ve ona şekil vermek’ temel amaç olmuştur. Bu düşüncede insan, doğaya konulmuş olan değişmez kanunlar karşısında kendisine çeki düzen veren edilgen bir varlık konumundan kurtulmuş ve doğaya çeki düzen—ve hatta şekil—veren etkin bir varlık (efendi) konumuna gelmiştir. Buna ‘yeniyi ve daha iyi olanı arama’ şeklinde özetleyebileceğimiz ilerlemeci anlayışı da eklersek, modern bilimsel düşünce ve yaklaşımın gerisindeki en güçlü motivasyon kaynağına ulaşırız.
Kazandığı bağımsızlığa paralel olarak, hakikati arama faaliyeti (bilme eylemi)nin amacındaki bu değişmeye ilaveten, hakikatin (veya doğru ve kabul edilebilir olmanın) ölçütünde de değişme olmuştur. Artık kriter dinin dogmaları veya (kilise ve) din adamlarının sözleri değil, rasyonelliktir. Bu yeni yaklaşımda bir düşünce ya da fiil, ilmîlik vasfını, dinin dogmaları ve kilise tarafından onaylanmış olmaktan değil, akla yatan (mâkul) bir şey olmaktan alır. Ancak, ‘bilimsel olmak için rasyonel olmak gerektiği’ni söylemenin de tek başına yeterli olmadığı kısa sürede anlaşılır. Çünkü bu kez karşımıza çıkan sorun, ‘rasyonellik’ ile neyin kastedildiği (veya onun nasıl anlaşılacağı) sorunudur. Zira kimi insana mâkul gelen bir şey, kimisine mâkul gelmemekte ve bunun tersi de olabilmektedir. Hatta ilk anda mâkul gibi görünen bir hususun, daha derinlemesine bir araştırma yapıldığında hiç de mâkul olmadığı anlaşılabilmekte ve bunun tam tersinin olduğu da görülebilmektedir.İşte bu durum, metodik kuşkuculuğun bilimsel yöntem ve faaliyetin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bir bilim adamı, duyduğu, bildiği veya yeni öğrendiği bir şeyi önce kuşkuyla karşılayacak ve onun doğruluğu konusunda kanıt arayacaktır. Ancak burada şunu hemen belirtmeliyiz ki, kuşkuculuk benimsenirken rasyonellikten vazgeçilmiş değildir. Kuşkuculuğun benimsenmesiyle aslında bir anlamda rasyonelliğin içi doldurulmaya çalışılmaktadır. Ya da şöyle de denebilir: Dogmatikliğin sonucu olarak geçmişte yaşanan yanlışlıklara tekrar düşülmemesi için, bilimsel düşünce ve faaliyetin ayaklarının yere sağlam basmasının yolu aranmaktadır. Böylece, kuşkuculuk rasyonelliğin bir gereği olarak algılanmaya başlanır. Ancak bu ‘rasyonalist kuşkuculuk’ o derece ileriye gider ki, tıpkı aklımız gibi doğal epistemik donanımımızın bir parçası olan ‘duyu ve algı’ yetimizi sorgulamaya başlar ve hatta sonuçta onu güvenilmezliğe mahkum eder.
Burada önemli bir noktayı daha tespit etmeliyiz. Yaptığı bu son iş ile modern düşünce, aslında sadece yeni karşılaştığı, duyduğu ve öğrendiği şeylere kuşku ile yaklaşma noktasında kalmamış, bunun bir adım ilerisi olan ‘eleştirel olma’ vasfını da kazanmıştır. Çünkü, yeni karşılaştıklarımız ve o güne kadar öğrendiklerimizin yanı sıra, epistemik yetilerimizin önemli bir bölümünün—ve bir süre sonra da tamamının— eleştirisini de gerçekleştirmiştir. Artık bu anlamda eleştirellik, modern bilimsel düşünce ve yaklaşımın en temel özelliklerinden biri olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Eleştirellik yaygınlık kazanıp kimi zaman birbirinden farklı kimi zaman da birbirinin tam aksi iddialarla birbirini eleştiren çeşitli yaklaşımlar ortalıkta dolaşmaya başlayınca, rasyonellik odaklı hakikat arayıcılığı, bu çeşitlilik ve anlaşmazlığı ortadan kaldırmak üzere yeni bir ölçüt ya da metod arayışına koyulur. Çok geçmeden bu ölçüt ya da metod bulunur ve ilan edilir: Objektiflik. Bundan sonra ‘objektiflik’, bilimsel düşünce ve faaliyetin vazgeçilmez niteliği olacaktır. Peki, bu ‘objektiflik’ ile ne kastediliyordu? Şimdi bunun analizini yapalım.
Bilimde aranan objektiflik ile temelde üç şey kastediliyordu:
a) Hakikat ve makûllük konusunda yapılan eleştiri ve tartışmalar ile her kafadan bir ses çıkmasının yol açtığı kargaşaya son verecek bir ‘kişilerarası kabul edilirlik’;
b) kişisel ya da yanlı değer yargılarından ve her türlü önyargıdan uzak bir ‘tarafsızlık’;
c) görelilik ve tartışmaya açık olmaktan uzak bir ‘objeye uygunluk’. Diğer bir deyişle, bilimselliğin bu temel özelliği, subjektiflik ve değerselliğin işe karışmasından uzak durup, objeye uygunluk anlamında objektiflik ve olgusallığı esas almayı ifade eder.
Bu durumda, objektif olduğunu söyleyen (bilimsel) bir metod, hem sosyolojik hem de ontolojik açılardan sağlam temeller üzerine oturduğunu söyleyen bir metod olacaktır. Yani, objektifliğin içi bu şekilde doldurulurken, aslında, bilimselliğin belirleyicisi olarak sosyolojik ve ontolojik kriterler sunulmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir: Bilimsel oluş, objeye ya da vâkıâya uygun oluşu ifade eder; objeye ya da vâkıâya uygun oluş ise topluma (veya genele) açık bir test edilebilirlik ve doğrulanabilirliğe haiz olmayı gerektirir. İşte bu iki özelliği de taşıyan yöntemdir bilimsel objektiflik.