TÜRKİYE'DE FELSEFENİN ÖYKÜSÜ - 4
|
Lukacs, Garaudy, Lefebvre, A. Schaff, Althusser gibi gündeş marksistlere kadar birçok felsefecinin - kitapları bu yıllarda okuyucunun yararlanmasına sunulabilmiştir. Georges Politzer'in Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri çevrilip yayınlanmıştır. Marksist sanat felsefesiyle yabancılaşma kuramının yazarlarımızla sanatçılarımızın büyük ölçüde ilgisini çektiğini söylemeliyim. Ayrıca Selâhattin Hilâv ve Sencer Divitcioğlu gibi düşünürler Marksçılıktaki «Asya tipi üretim tarzı» kavramını açıklamak için çalışmalar yaptılar. Burada Sencer Divitçioğlu'nun Asya Tipi Üretim Tarzı ile Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı İmparatorluğu adlı eserlerini anmak isterim.
Diyalektik, kavram olarak eski Yunandan bu yana birçok filozofta görülmekte ve bir düşünce yöntemi olarak Herakleitos' daki biçimiyle ilgi çekmektedir. Bizde de az yazı yazılmamıştır di¬yalektik için. Selâhattin Hilâv'm Diyalektik Düşüncenin Tarihi (1966) bu konuda yazılmış önemli bir kitaptır. (Hilâv'ın üç baskı yapan Felsefe El Kitabı'nı da burada analım.) Daha önce bu konuda yayımlanan kitaplar çeviriydi. Diyalektiğe ilişkin son çeviri L. Goldmann'nın kitabıdır: Diyalektik Araştırmalar (1976). Füsun Akatlı (Altıok)'nın Niçin Diyalektik?"ine gelince bu kitap, diyalektik yanında felsefenin öteki konularına da değinen bir deneme kitabıdır. Diyalektik ile ilgilenenlere son olarak bir makalenin sözünü edeceğim: Çeşitli Diyalektik Kavramları, Metot ve Görüş başlığını taşıyan bu makale 1974'de Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Dergisi'nde çıktı ve Ioanna Kuçuradi yazdı. Yazar bu makalesinde, düşünce tarihi boyunca Platon ve Aristoteles'ten bu yana, diyalektik sözcüğüne verilen anlamlar üzerinde durmakta bunlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymak istemektedir. Ona göre bu sözcüğü kimin, ne anlamda kullandığı belli olmadıkça kavram karışıklığı olacaktır. Kuçuradi genelde haklı. Ama ben de diyeceğim ki, maddeci diyalektik açık bir kavramdır, onun anlamında bir karışıklık söz konusu olamaz.
Felsefeler durmuyor, yorumlar bitmiyor: Marksçılığa yeni bir yorum getiren Herbert Marcuse'ün felsefesi 1960'larda Avrupa'da büyük etki yapmıştı. Devrimci öğrenci hareketleri onun görüşlerine yakınlık gösterdi, sözlerini slogan olarak kullandı. «Hipi»lik dediğimiz bir yaşama felsefesi ondan kaynaklandığını öne sürdü. Özellikle gençlerin bu derecede ilgi duyduğu Herbert Marcuse'ün kitapları kıse zamanda dilimize çevrildi. Marcuse'ün ve öteki yeni düşün adamlarının görüşlerini tanıtan güzel bir kitap da yayımlandı (1979). Yeni Düşün Adamlar'ını o zamanki Milli Eğitim Bakanlığı çıkardı. Kitap İngiliz televizyonunun felsefe konusundaki 15 programlık bir dizisini içeriyordu.
Yazımda baştan beri bizdeki felsefe akımlarının sözünü ettim, üniversitelerdeki felsefe bölümlerinin serüvenini anlattım. Felsefenin öyküsü yine de bitmedi. Üç «felsefe cemiyeti» denemesi olmuştur Türkiye'de, bugün de bir «Felsefe Kurumu» var; onları da anlatmalıyım:
Felsefe, üniversitelerde, okullarda, hatta kitaplarda kaldıkça,etkisinden kaybettiği gibi yozlaşabiliyor da. Giderek yararsız, ya da lüks bir şey gibi gözükmeye başlıyor. Böyle durumlarda felsefenin kendini savunması güçleşiyor. O başkalarını eleştireceği yerde herkes onu eleştirmeye başlıyor. Bu nedenle felsefeciler seslerini daha geniş bir alanda duyurmak, felsefenin işlevini belli etmek istemişlerdir. Aynı amaçla felsefe cemiyeti kurmayı düşündüler. İlk Felsefe Cemiyeti 1927 yılında kuruldu. Cemiyete katılanların bir de dergisi vardı: Felsefe ve İçtimaiyat Dergisi.
Bu dergi aynı zamanda Cumhuriyet dönemi gençliğinin felsefede ilk ortak çalışmasıdır. Felsefe Cemiyeti'nde birkaç kez toplanan bu gençler, bildiriler okumuşlar, ortaya koydukları sorunları halka açık olarak tartışmışlardır. Başta oldukça hızlı giden çalışmalar, yazık ki sonradan yavaşladı ve Cemiyet kapandı.
Felsefe Cemiyeti ikinci kez Mustafa Sekip Tunç'un başkanlığında 1931'de kuruldu. Gene tartışmalı toplantılar yapılıyor, Peyami Safa'dan İsmayıl Hakkı Baltacıoglu'na, Ahmet Hamdi Başar'dan Ahmet Ağaoğlu'na kadar o dönemde Türk düşün hayatında etkili olmuş kimseler çeşitli felsefe konulannda hazırladıkları bildirileri okuyorlardı. Yayın organı bu kez, Hilmi Ziya Ülken'in çıkardığı Felsefe Yıllığı'ydı. Bu ikinci cemiyetin çalışmaları 1933'e dek sürdü. Hilmi Ziya Ülken 1934'deki yeni bir cemiyet girişiminden söz ediyor. Girişim yazık ki, bir yangın yüzünden, daha başlamadan bitmiş. Bütün belgeler yanmış.
Türkiye'nin, çoktan beri gereksinmesini duyduğu Felsefe Kurumu'nun çalışmaya başlayabilmesi için 1974 yılım beklemek gerekmiştir. Başkan Ioanna Kuçuradi Kurum'un amacım şöyle belirtiyor: «Felsefeyi dar akademik çevrelerin dışına çıkarmak, ülkenin sorunlarına eğilen ve toplumsal yaşamın gerçek gereksinmelerine karşılık veren bir uğraş haline getirmek.» Türk Felsefe Kurumu'nun etkinlikleri bugüne dek aralıksız sürdü. Kurum 1974 ve 1975 yıllarında üç seminer düzenledi. Ülkemizdeki bilgisel ve toplumsal sorunlar, felsefe öğretimi ve eğitiminin bugünkü durumu, bizdeki tarih- öğretimi ve eğitimi, felsefi bakışla ele alınıp değerlendirildi, önerilerde bulunuldu. İzleyebildiğim kadarıyla daha sonra şu etkinlikleri oldu Türk Felsefe Kurumu'nun: 1978'de «Özgürlük Sorunu ye Türkiye», «Türkiye'de Felsefenin Dünü, Bugünü, Yarını», «İnsan Haklarının Felsefi Temelleri». 1981'de de «Çeviri Değerlendirmesi» ye «Hegel'in 150. Ölüm Yıldönümü» dolayısıyla iki açık oturum. İlk üç seminerin tutanakları yayımlandı. Tutanakları okuduğumuzda edindiğimiz ilk izlenim, felsefecilerimizin topluma hesap verme çabası içinde olduklarıdır. Ve çok önemli bir şey, felsefecilerimizin seminerlerde kendilerini kıyasıya diyebileceğim bir biçimde eleştirmiş olmalarıdır. Bu arada, mantık, felsefe tarihi, metodolojinin gereksizliği gibi düşünceleri öne sürenler olmuşsa da genel belirlemeler ve öneriler açısından sonuç çok olumludur. Konuşmalarda fazla akademizme kaçmadan üstün bir düzeye erişilmiş ve bu düzey seminerlerin sonuna kadar korunabilmiştir. Bu konuya değinmişken bir öneride bulunmak istiyorum, belki yararlı olur: Kurum bir yıllık çıkarırsa bir bakıma yayın sorununu çözümleyecek aynı zamanda bütün etkinliklerini gecikmeden ve düzenli olarak açıklayabilecektir. Türk Felsefe Kurumu Uluslararası toplantılara temsilci göndermekte ve yurt dışındaki felsefe etkinliklerine katılmaktadır.
Türkiye'de felsefenin öyküsü burada bitiyor. Yazımı okuyanlar eksik yönler bulacaklardır. Hemen söyleyelim ki burada amaçlanan şey, Türkiye'deki felsefeye çok genel bir bakıştır. Geniş bir inceleme değil, küçük sayabileceğim bir özet yapmak istedim. Tanzimat'dan bugüne Türkiye'de felsefenin geçirdiği değişmeleri bir derginin dar ölçüsünde de olsa sergileyebildim sanıyorum. Yapmak istediğim şey felsefecilerin ve felsefe kitaplarının tam bir listesini vermek değildi. Öyle bir çalışma bu yazının çapını kat kat aşardı.
Kuşkusuz bizdeki felsefe çalışmalarının üzerinde durulacak daha nice yönleri vardır. İslâm felsefesi konusunda özellikle durmak isterdim. Süreli yayınların ayrıntılarına inmek iyi olurdu. Dünya felsefe kongrelerine katılmalara yer verilebilirdi vb. Bunları ilerdeki yazılarıma bırakıyorum. Önemle belirtmek istediğim bir şey var: Felsefenin Türkiye'deki bütün boyutlarını geçmişten bugüne iyice araştırabilmek için, bir kaynakça (bibliyografya) çalışması zorunludur. Bu kaynakça, felsefe kavramına neler giriyorsa onların hepsine yönelmeli; kitapları olduğu kadar süreli yayınlardaki makaleleri de içine almalıdır. Öyle sanıyorum ki, nasıl bir «yazın toplumbilimi» varsa, «felsefe toplumbilimi» de olmalıdır. Düşünce tarihi çalışmaları için olduğu kadar bu türden toplumbilim çalışmaları için de güvenilir bir kaynakça ve yaşam-öyküsü (biyografya) çalışmasına hemen başlanmalıdır.
Çapı, ele aldığı konuya göre küçük olan bu yazıda görüleceği gibi ülkemizde hiç de azımsanmayacak bir felsefe birikimi bulunmaktadır. Gerçi sentezlere gidilememiş, özgün eserler verilememiştir ama, yine de, Hilmi Ziya Ülken, Ismayıl Hakkı Baltacioğlu, Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Nusret Hızır, Nermi Uygur gibi felsefeye bir ömür vermiş, onun çilesini çekmiş insanlar yetişmiştir Türkiye'de.
Ülkemizde felsefeye duyulan ilgi azalmamış, giderek çoğalmış, felsefi eleştiri tavrı oluşmuş ve şu anda sayısı oldukça çok aydınlarımız dünyadaki felsefi dinamizmin içine girebilmiştir. Sorunlara felsefi bir bakışla bakmanın, felsefi eleştirinin önemi hergün daha çok anlaşılmaktadır. Felsefe ve felsefi düşünce öyle bir şeydir ki, içinde özgürce yaşanılan toplumlar ister. Elbette ki -bütün kültür çalışmaları gibi felsefe çalışmaları da toplumun bütününden, eğitim düzeyinden, ülkedeki güçler dengesinden soyutlanamaz. Felsefenin özgürce üretilmesi, ortaya çıkan düşüncelerin uygulanabilmesi için gerçek demokrasi ortamı zorunludur. Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de felsefi görüş sahibi herkes düşüncelerini korkusuzca, etki altında kalmadan, ödün vermeden söyleyebilmen, eleştiri yapabilmelidir. Doğru, güzel ve iyi olana ancak böyle ulaşılır. Ne var ki çağımızın felsefecisi, özgür ortam oluşsun diye eli bağlı bekleyecek bir insan değildir. Bu ortamın oluşmasında onun da görevi vardır. Günümüzde yalnız evimizin, kentimizin çevresi, topraklar, denizler hava kirlenmiyor. Beyinler de kirleniyor, duygular da kirleniyor, kültür kirleniyor. Bütün bu kirlenmelerin hepsinde insanın ve insanlığın yazgısı söz konusudur. Kültürel çevre kirlenmesi ancak felsefeyle önlenebilir. Hattar fiziksel çevre kirlenmesi de...
Diyalektik, kavram olarak eski Yunandan bu yana birçok filozofta görülmekte ve bir düşünce yöntemi olarak Herakleitos' daki biçimiyle ilgi çekmektedir. Bizde de az yazı yazılmamıştır di¬yalektik için. Selâhattin Hilâv'm Diyalektik Düşüncenin Tarihi (1966) bu konuda yazılmış önemli bir kitaptır. (Hilâv'ın üç baskı yapan Felsefe El Kitabı'nı da burada analım.) Daha önce bu konuda yayımlanan kitaplar çeviriydi. Diyalektiğe ilişkin son çeviri L. Goldmann'nın kitabıdır: Diyalektik Araştırmalar (1976). Füsun Akatlı (Altıok)'nın Niçin Diyalektik?"ine gelince bu kitap, diyalektik yanında felsefenin öteki konularına da değinen bir deneme kitabıdır. Diyalektik ile ilgilenenlere son olarak bir makalenin sözünü edeceğim: Çeşitli Diyalektik Kavramları, Metot ve Görüş başlığını taşıyan bu makale 1974'de Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Dergisi'nde çıktı ve Ioanna Kuçuradi yazdı. Yazar bu makalesinde, düşünce tarihi boyunca Platon ve Aristoteles'ten bu yana, diyalektik sözcüğüne verilen anlamlar üzerinde durmakta bunlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymak istemektedir. Ona göre bu sözcüğü kimin, ne anlamda kullandığı belli olmadıkça kavram karışıklığı olacaktır. Kuçuradi genelde haklı. Ama ben de diyeceğim ki, maddeci diyalektik açık bir kavramdır, onun anlamında bir karışıklık söz konusu olamaz.
Felsefeler durmuyor, yorumlar bitmiyor: Marksçılığa yeni bir yorum getiren Herbert Marcuse'ün felsefesi 1960'larda Avrupa'da büyük etki yapmıştı. Devrimci öğrenci hareketleri onun görüşlerine yakınlık gösterdi, sözlerini slogan olarak kullandı. «Hipi»lik dediğimiz bir yaşama felsefesi ondan kaynaklandığını öne sürdü. Özellikle gençlerin bu derecede ilgi duyduğu Herbert Marcuse'ün kitapları kıse zamanda dilimize çevrildi. Marcuse'ün ve öteki yeni düşün adamlarının görüşlerini tanıtan güzel bir kitap da yayımlandı (1979). Yeni Düşün Adamlar'ını o zamanki Milli Eğitim Bakanlığı çıkardı. Kitap İngiliz televizyonunun felsefe konusundaki 15 programlık bir dizisini içeriyordu.
Yazımda baştan beri bizdeki felsefe akımlarının sözünü ettim, üniversitelerdeki felsefe bölümlerinin serüvenini anlattım. Felsefenin öyküsü yine de bitmedi. Üç «felsefe cemiyeti» denemesi olmuştur Türkiye'de, bugün de bir «Felsefe Kurumu» var; onları da anlatmalıyım:
Felsefe, üniversitelerde, okullarda, hatta kitaplarda kaldıkça,etkisinden kaybettiği gibi yozlaşabiliyor da. Giderek yararsız, ya da lüks bir şey gibi gözükmeye başlıyor. Böyle durumlarda felsefenin kendini savunması güçleşiyor. O başkalarını eleştireceği yerde herkes onu eleştirmeye başlıyor. Bu nedenle felsefeciler seslerini daha geniş bir alanda duyurmak, felsefenin işlevini belli etmek istemişlerdir. Aynı amaçla felsefe cemiyeti kurmayı düşündüler. İlk Felsefe Cemiyeti 1927 yılında kuruldu. Cemiyete katılanların bir de dergisi vardı: Felsefe ve İçtimaiyat Dergisi.
Bu dergi aynı zamanda Cumhuriyet dönemi gençliğinin felsefede ilk ortak çalışmasıdır. Felsefe Cemiyeti'nde birkaç kez toplanan bu gençler, bildiriler okumuşlar, ortaya koydukları sorunları halka açık olarak tartışmışlardır. Başta oldukça hızlı giden çalışmalar, yazık ki sonradan yavaşladı ve Cemiyet kapandı.
Felsefe Cemiyeti ikinci kez Mustafa Sekip Tunç'un başkanlığında 1931'de kuruldu. Gene tartışmalı toplantılar yapılıyor, Peyami Safa'dan İsmayıl Hakkı Baltacıoglu'na, Ahmet Hamdi Başar'dan Ahmet Ağaoğlu'na kadar o dönemde Türk düşün hayatında etkili olmuş kimseler çeşitli felsefe konulannda hazırladıkları bildirileri okuyorlardı. Yayın organı bu kez, Hilmi Ziya Ülken'in çıkardığı Felsefe Yıllığı'ydı. Bu ikinci cemiyetin çalışmaları 1933'e dek sürdü. Hilmi Ziya Ülken 1934'deki yeni bir cemiyet girişiminden söz ediyor. Girişim yazık ki, bir yangın yüzünden, daha başlamadan bitmiş. Bütün belgeler yanmış.
Türkiye'nin, çoktan beri gereksinmesini duyduğu Felsefe Kurumu'nun çalışmaya başlayabilmesi için 1974 yılım beklemek gerekmiştir. Başkan Ioanna Kuçuradi Kurum'un amacım şöyle belirtiyor: «Felsefeyi dar akademik çevrelerin dışına çıkarmak, ülkenin sorunlarına eğilen ve toplumsal yaşamın gerçek gereksinmelerine karşılık veren bir uğraş haline getirmek.» Türk Felsefe Kurumu'nun etkinlikleri bugüne dek aralıksız sürdü. Kurum 1974 ve 1975 yıllarında üç seminer düzenledi. Ülkemizdeki bilgisel ve toplumsal sorunlar, felsefe öğretimi ve eğitiminin bugünkü durumu, bizdeki tarih- öğretimi ve eğitimi, felsefi bakışla ele alınıp değerlendirildi, önerilerde bulunuldu. İzleyebildiğim kadarıyla daha sonra şu etkinlikleri oldu Türk Felsefe Kurumu'nun: 1978'de «Özgürlük Sorunu ye Türkiye», «Türkiye'de Felsefenin Dünü, Bugünü, Yarını», «İnsan Haklarının Felsefi Temelleri». 1981'de de «Çeviri Değerlendirmesi» ye «Hegel'in 150. Ölüm Yıldönümü» dolayısıyla iki açık oturum. İlk üç seminerin tutanakları yayımlandı. Tutanakları okuduğumuzda edindiğimiz ilk izlenim, felsefecilerimizin topluma hesap verme çabası içinde olduklarıdır. Ve çok önemli bir şey, felsefecilerimizin seminerlerde kendilerini kıyasıya diyebileceğim bir biçimde eleştirmiş olmalarıdır. Bu arada, mantık, felsefe tarihi, metodolojinin gereksizliği gibi düşünceleri öne sürenler olmuşsa da genel belirlemeler ve öneriler açısından sonuç çok olumludur. Konuşmalarda fazla akademizme kaçmadan üstün bir düzeye erişilmiş ve bu düzey seminerlerin sonuna kadar korunabilmiştir. Bu konuya değinmişken bir öneride bulunmak istiyorum, belki yararlı olur: Kurum bir yıllık çıkarırsa bir bakıma yayın sorununu çözümleyecek aynı zamanda bütün etkinliklerini gecikmeden ve düzenli olarak açıklayabilecektir. Türk Felsefe Kurumu Uluslararası toplantılara temsilci göndermekte ve yurt dışındaki felsefe etkinliklerine katılmaktadır.
Türkiye'de felsefenin öyküsü burada bitiyor. Yazımı okuyanlar eksik yönler bulacaklardır. Hemen söyleyelim ki burada amaçlanan şey, Türkiye'deki felsefeye çok genel bir bakıştır. Geniş bir inceleme değil, küçük sayabileceğim bir özet yapmak istedim. Tanzimat'dan bugüne Türkiye'de felsefenin geçirdiği değişmeleri bir derginin dar ölçüsünde de olsa sergileyebildim sanıyorum. Yapmak istediğim şey felsefecilerin ve felsefe kitaplarının tam bir listesini vermek değildi. Öyle bir çalışma bu yazının çapını kat kat aşardı.
Kuşkusuz bizdeki felsefe çalışmalarının üzerinde durulacak daha nice yönleri vardır. İslâm felsefesi konusunda özellikle durmak isterdim. Süreli yayınların ayrıntılarına inmek iyi olurdu. Dünya felsefe kongrelerine katılmalara yer verilebilirdi vb. Bunları ilerdeki yazılarıma bırakıyorum. Önemle belirtmek istediğim bir şey var: Felsefenin Türkiye'deki bütün boyutlarını geçmişten bugüne iyice araştırabilmek için, bir kaynakça (bibliyografya) çalışması zorunludur. Bu kaynakça, felsefe kavramına neler giriyorsa onların hepsine yönelmeli; kitapları olduğu kadar süreli yayınlardaki makaleleri de içine almalıdır. Öyle sanıyorum ki, nasıl bir «yazın toplumbilimi» varsa, «felsefe toplumbilimi» de olmalıdır. Düşünce tarihi çalışmaları için olduğu kadar bu türden toplumbilim çalışmaları için de güvenilir bir kaynakça ve yaşam-öyküsü (biyografya) çalışmasına hemen başlanmalıdır.
Çapı, ele aldığı konuya göre küçük olan bu yazıda görüleceği gibi ülkemizde hiç de azımsanmayacak bir felsefe birikimi bulunmaktadır. Gerçi sentezlere gidilememiş, özgün eserler verilememiştir ama, yine de, Hilmi Ziya Ülken, Ismayıl Hakkı Baltacioğlu, Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Nusret Hızır, Nermi Uygur gibi felsefeye bir ömür vermiş, onun çilesini çekmiş insanlar yetişmiştir Türkiye'de.
Ülkemizde felsefeye duyulan ilgi azalmamış, giderek çoğalmış, felsefi eleştiri tavrı oluşmuş ve şu anda sayısı oldukça çok aydınlarımız dünyadaki felsefi dinamizmin içine girebilmiştir. Sorunlara felsefi bir bakışla bakmanın, felsefi eleştirinin önemi hergün daha çok anlaşılmaktadır. Felsefe ve felsefi düşünce öyle bir şeydir ki, içinde özgürce yaşanılan toplumlar ister. Elbette ki -bütün kültür çalışmaları gibi felsefe çalışmaları da toplumun bütününden, eğitim düzeyinden, ülkedeki güçler dengesinden soyutlanamaz. Felsefenin özgürce üretilmesi, ortaya çıkan düşüncelerin uygulanabilmesi için gerçek demokrasi ortamı zorunludur. Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de felsefi görüş sahibi herkes düşüncelerini korkusuzca, etki altında kalmadan, ödün vermeden söyleyebilmen, eleştiri yapabilmelidir. Doğru, güzel ve iyi olana ancak böyle ulaşılır. Ne var ki çağımızın felsefecisi, özgür ortam oluşsun diye eli bağlı bekleyecek bir insan değildir. Bu ortamın oluşmasında onun da görevi vardır. Günümüzde yalnız evimizin, kentimizin çevresi, topraklar, denizler hava kirlenmiyor. Beyinler de kirleniyor, duygular da kirleniyor, kültür kirleniyor. Bütün bu kirlenmelerin hepsinde insanın ve insanlığın yazgısı söz konusudur. Kültürel çevre kirlenmesi ancak felsefeyle önlenebilir. Hattar fiziksel çevre kirlenmesi de...