DİN, BİLİM ve FELSEFE - 1

Paul TILLICH
Çev: Aliye ÇINAR

ÖZET

Bu makale, din, bilim ve felsefe arasındaki ilişki meselesini tartışır. Tillich, iki tür din kavramı arsında ayrım yapar. Temel ve evrensel olan ilk kavram, basit iki kelimeli nihaî ilgi ibaresi ile ifade edilebilir. İkincisi ya da daha dar anlamdaki din kavramı yani somut tarihi din ise, kendine has düşünce ve eylem sembolleri olan toplumsal bir gruptur. Tillich’e göre felsefe, bütüne (whole) yönelik bilişsel erostur. Bilim ve felsefenin din ile ilişkisi hakkında onun burada söylemek istediği her şeyin altında felsefenin bu anlamı yatar. Son olarak din ile bilim arasındaki çatışmanın gerçek temeli şudur: Kendine has dili olan nihaî boyut ile bilimsel dile hâiz sonlu ilişkiler boyutunun karıştırılması.

İki Tür Din Kavramı

İlk konferansımda, iki tür din kavramı (concept) arasındaki ayrıma dikkat çekmiştim. Söz konusu ayrım, bu konferansımda söylemem gereken her şey için temel olacaktır; öyle ki, muhtelif sahalarda din-kültür ilişkisi hakkında her ne söylenirse bu ayrıma dayanır.

Temel ve evrensel olan ilk kavram, benim tarafımdan ve farklı terimlerle başkalarınca ifade edilmiştir. Kendinizde mevcut olanı açıkladığını düşündüğünüz terimlerden hangisini seçerseniz seçin, tercih size kalmış. Örneğin, “bir şahsın varoluşunun anlamı hakkında şartsız bir şekilde ilgili olma.” Temel din anlayışına dâir tanımlardan biri budur. Ya da “bir şeyi mutlak surette ciddiye almak.” Bu da, dinin diğer bir olası ifadesidir. Veya “sonsuz ilgi ya da sınırsız tutku tarafından ele geçirilmiş olmak (grasp)”. Bu, on dokuzuncu yüzyılın Danimarkalı teolog ve filozofu Kierkegaard’ın çizgisidir. Ya da “hayat tecrübesinin kendini aşması”, nihaî olarak yüce olan uğruna bizzat kendini aşma veya nihaî olarak yüce, kutsalla kastedilen şeye tekabül ettiği için bunun yerine ona, kutsal da denilebilir. Şu durumda ben, bütün bunların bir özeti mesabesindeki sadece iki kelimeli nihaî ilgi (ultimate concern) ibaresini kullanıyorum. Bu anlamda din, nihaî olarak ilgili olmaktır. Şimdi bu, temel anlayıştır ve bütün somut dinin yargıcıdır ve o, ikinci din anlayışı için esastır.

İkincisi ya da dar anlamdaki din kavramı, (kendine has) “düşünce ve eylem sembolleri bulunan sosyal bir gruptur”. Örneğin, düşüncenin sembolleri, mitler, litürjik ifadeler, teolojik formülasyonlar ve hatta metafizik kavramlardır. Eylemin sembolleri ise, ritüel aktiviteler ve onların ahlakî sonuçlarıdır. Bütün bunlar, bizi nihaî olarak ilgilendiren, ancak özel bir formda açıklanan bir şeyin yani nihaî ilgimizin belirli bir yönünü ifade eder. Böyle bir şey, kiliseyi veya mezhebi, ya da monistik bir grubu (başlangıçtaki Budizm ve elbette Katolik Hıristiyanlıkta hayli bol) ya da, bir tür irrasyonal sınır çizgisi üstündeki –genellikle oldukça değerli–fanatik bir hareketi oluşturur.

Din–Kültür Çatışması

Genel olarak din ve kültür arasındaki –ya da din ile onun özel kültürel işlevi arasındaki– bütün çatışmalar dinin, daha dar anlamdaki tanımına indirgenmesinden kaynaklanır ki bu, benim temel tezimdir. Eğer dini sadece daha dar anlamda anlarsanız, o zaman elbette çatışma kaçınılmazdır. Göstermeye çalışacağım gibi, prensip itibariyle kaçınılabilse de, somut dinlerin hepsinde, somut dinden ziyade bir şeyin olduğunu yani temel din konsepti ya da dinin anlamının mevcudiyetini fark ederseniz, söz konusu çatışmaların üstesinden gelmek için bir silahınız var demektir Daha dar anlamdaki yani somut tarihî dinlerle kültürel aktiviteler arasındaki çatışmanın sebebi aşikârdır. Her somut din bizatihi kültürel bir fenomendir.

O, toplumun kültür hayatının bütününde ortaya çıkar. Temel din anlayışı, hem daha dar anlamdaki dini, hem de kültürü aşarken, somut din bugün bile kültürel hayatta önemli rol oynar; o, kültürün bir parçasıdır ve onun bir ögesidir. Örneğin, kilise sosyal bir gruptur ve her sosyal grubun, daha büyük ya da daha küçük ölçüde gücü vardır. Çatışmaların kilise diyebileceğimiz grubun gücü ile devlet diyebileceğimiz bünyenin gücü arasında cereyan etmesi olasıdır. Şu halde bunun dışında onlar arasında çatışma ve ayrılma, iki bünye arasında yarıklar ve de savaşlar zuhur edebilir. Bu durumdaki tehlike şudur: Kilise benim nihaî ilgi dediğim şeyi temsil eder ve insanî varoluşun anlamında nihaîyi temsil gücünde o, ailenin, devletin ve bizzat her şeyin üstüne çıkmaya çalışır. Elbette bunun dışında, her ikisi ile de çatışma olabilir. Bu ülkedeki [Amerika] ayrılma ve çatışmaların sebebi budur. Aynı çatışmalar diğer sahalarda hukuk, politik amaçlar, sanatsal sitil sahasında ve özellikle çatışmaların eksik olmadığı eğitim sahasında da olabilir.

Bu nedenle, şimdi temel bir husus ile karşı karşıyayız: Din ile kültür arasındaki bütün çatışmalar, kültürden daha fazla bir şey olduğunu iddia eden –kültürün bir parçası olan– ve bu nedenle de diğer kültürel realiteler ile çatışmaya giren dar anlamdaki dinle, dinin özdeşleştirilmesinden kaynaklanır. Aynı şey, hakikatin tasarrufunu ya da yöntemlerini onayladığı zaman hem din hem de kültür için geçerlidir –kültür, bilim ve felsefe sayesinde; din ise, mit, sembol ve dogma sayesinde. O zaman da çatışma, kültürün bu yanı ile diğer yanı arasında zuhur eder. Belki de bu, –bugün en azından bu ülkede ve modern dünyada– böyle çatışmaların en ciddisidir. Bu çatışmanın çözümü bizim hep teşebbüs ettiğimiz bir şeydir (her zaman bu tür problemler üzerinde kafa yormalıyız), ancak bunu özellikle şimdi denemek istiyorum.

Bu, bizi doğrudan doğruya konumuza getirir, hatta çatışmanın üstesinden gelecek silahı verdiğine inanıyorum ve bunu yapmayı deneyeceğim. Bu gerekçenin ötesinde o, insan tininin işlevleri ile hali hazırdaki durumuzdaki bilim, felsefe ile dinin yeniden ahenkli bir birleşim tarzını verir. Söz konusu üniteler birbirine dahildir; ancak, insanın asıl varlığından yabancılaşmış olma durumundan dolayı bunlar ayrıdırlar.

BİLİM ve DİN

İlk mütalaada bilim ve din hakkında konuşmak istiyorum. Bilim terimi doğal bilimlerle sınırlanmamalıdır, örneğin psikoloji, sosyoloji ve tarih gibi metodolojik olarak her bilimsel araştırma disiplinini içine almalıdır. Felsefeye diğer bilimler yanında müstakil bir bilim olarak muamele edilmemelidir. Kültürümüzün ayrıyeten dinî bir bölümünün oluşu bir şanssızlıktır –gerçi mevcut felsefe şubelerinde ona yardım edemiyoruz. Ancak felsefe her bölümde şekillenmelidir ve din, kültürün her dalında ve hayatın her anında cisimleşmeli yani somutluk kazanmalıdır. Fakat realite hiç de böyle değildir. Kendilerinin neşet ettiği kaynağı yani felsefeyi dikkate almaksızın yollarına devam eden disiplinlerimiz var. Öte yandan hayatın nihaî anlamını dikkate almaksızın yoluna devam eden gündelik hayatımız var. Bu tam da benim insanın asıl varlığından yabancılaşması dediğim şeyin bir ifadesidir. Bu nedenle felsefeye, bütüne yönelik bilişsel (cognitive) eros olarak muamele edilmelidir. İyiye, doğruya ve güzele yönelik sevgi anlamına gelen Grekçe eros kelimesinin, asıl olarak ve muhteşem bir şekilde Platon’da geliştirildiğini söyleyebilirim. Bilim ve felsefenin din ile ilişkisi hakkında benim burada söylemek istediğim her şeyin altında felsefenin bu anlamı yatar. Yine tekrar ediyorum felsefe, bütüne yönelik bilişsel erostur.

Ayrıca bir de, sanatta tatmin olan estetik eros vardır. Kişisel eros ise kişiliğin gelişmesinde ifâ edilir. Bir de toplumsal hayatta icra edilen toplum erosu vardır. Bunların hepsinde bütünden kopmadan ancak onunla birlik içinde olan, bütüne, nâiliyete yönelik, dinamik insan zihni ya da insan tini –tercihim- ile karşı karşıyayız. Dikkatli bir şekilde baktığın zaman, bütün (whole) realitenin her ögesinde etkindir. Felsefî eros, hayatın ve kültürün bütün bölümlerine nüfuz eder.

Teoloji ve Bilim

Bu bizi, felsefe ile bilim ilişkisi ve de mevcut durumumuzda, insan varoluşunun bütününde, özellikle bilim adamının yeri meselesine götürür. Geçmişin büyük problemi yani teolojik ifadeler ile bilimsel ifadelerin birbirleriyle ilişkisi sorunu artık büyük ölçüde demode olmuştur. Ben şahsen bu problemin artık çözülmüş olduğuna inanıyorum. Bugün en ileri felsefe ve teolojide devam eden şeyi bilirsek, o zaman hâlâ ruhumuzun derinliklerinde silinmeyen izler bırakan şu çatışmaları görmek kolaylaşır: Galileo ile kilise arasındaki çatışma; kilisenin Newtoncu evren anlayışına karşı mücadelesi; Batı insanının entelektüel hayatına oldukça derinlemesine nüfuz eden, dünya yüzündeki hayatın gelişmesinin Darvinci yorumuna yönelik mücadele. Tıpkı benim söylediğim gibi, yani çatışmanın sebeplerinin aşılabilir olduğu ve bu nedenle bizzat bu çatışmanın geçersiz olduğu şeklinde, bir ifade ortaya konduğu zaman bile belli ölçüde kuşkuyla bakılacaktır. Artık bu söz konusu değildir. Burada, örneğin felsefede, felsefenin yaptığı dil analizi ile teolojik kanadın ifâ ettiği tamamen sembolik olan dinî dil ya da dinî semboller yorumu, çatışmaların üstesinden gelindiğini göstermiştir. Bilimsel dil ağırlıklı olarak hesapçı ve çıkarımsal iken, din dilinin varoluşsal ya da kuşatıcı olduğu –bunlar farklı şeyler kast etmez– gözden kaçmamalıdır. Analitik felsefenin yakın geçmişteki okullarında bu durumun bir farkındalığının nasıl zuhur ettiğini belirtmek, benim için son derece memnuniyet vericidir. Bundan dinî ifadelerin tamamının analojik ya da sembolik olduğu sonucu çıkar. Katolik analoji teolojisi ona daima “analoji (analogous)” demişti ve biz sadece Tanrı hakkında böyle konuşurken o, varlığın analojisi (analogia entis=benzerlerin özdeşliği) hakkında konuşmuştu. Belirli sebeplerden dolayı sembolik terimini tercih ediyorum.

Bütün dinî ifadeler eğer lafzî olarak alınırsa, tahrif edilir ve putlaştırılır. Bu iki ifade tarzının farklı boyutlara ait olduğu doğrudan doğruya söylenebilir. Sonlu, karşılıklı ilişkiler boyutu bilim iken, varlığın anlamı yani sonsuz ilgiler boyutu dindir. Bu boyutlardan biri içinde konuşmak, diğerinden farklıdır. Elbette bu durum her iki tarafta da unutulabilir; bu hususun dikkatten kaçmasından dolayı özellikle kampüslerde pek çok tartışma devam etmektedir.

Sembolik ve Lafzî İfadeler

Teoloji, teologlara göre dinen onaylanmış eşya ve olaylar hakkında, kilise ve Kitabı Mukaddes otoritesinin beyanlarını üstlenir. Teolojinin bizzat arkasında nihaî ilgi otoritesi vardır. Demek ki, fizikî, biyolojik, psikolojik ya da tarihî ifadeler, fizikte, hayat bilimlerinde, tarihte ya da psikolojide, şeyler hakkında güvenilecek şekilde doğrulanan ifadeler olarak alınır. Mesela dünyanın başlangıcı ve sonu ile ilgili Hıristiyan kurtuluş dramasının büyük sembolleri olarak yaratılış” veya “nâiliyet” sembollerini alırsanız, ve daha sonra fundamentalistlerin dediği gibi, yaratılışın altı bin yıl önce vuku bulduğunu ya da önceki Papa’nın söylediği gibi, beş milyar yıl önce meydana geldiğini hesaplarsanız, o zaman iki boyutu birbirine karıştırmış olursun. Yaratılış sembolü, fiziksel bedenin oluşumu ya da meydana gelmesi periyodunun hesaplanması ile ilgili hiçbir şey söylemez. Ya da diğer mitler lafzî olarak alınırsa, onlar batıl inanç olurlar. Şu halde, herhangi bir bilimsel ifadeden daha büyük olan kendi güçlerini, anlamlarını kaybederler. Dinî ifadeler, bilimsel ifadenin yapamadığı, ancak ondan daha fazla bir şey olan hayat boyutlarından söz açarlar. Onları bilimsel ifadeler seviyesine getirirseniz, batıl inanç olurlar ve bilimin reddetmesi gerekir ya da çok geçmeden batıl inanç olarak reddedilebilir.

Aynı şey tamamen eski dünya ve Ortaçağ çizgisinde olan, kutsal kitap yazarlarının astronomi görüşleri için de geçerlidir. En büyük fundamentalistlere bile, Kopernik ya da Galileo astronomisini, reddedip reddetmediği sorulduğunda bunları iddia etmezler. O zaman onlar sessiz
kalırlar. İsa’nın iyileştirici gücünün yani Tanrı’nın gücünün gerçeklikteki her şeyin üstünde olduğunun ifadeleri olan bazı mucize kıssaları lafzî olarak alınırsa –oldukça fakir ve tahrif edilmiş bir mucize kavramı (onda nihaî anlam boyutu açımlandığı için hayret uyandıran şeydir, mucize)– ve fotoğrafa dökülmüş açık olaylar olursa, (bir Times fotoğrafçısının çekebileceği) o zaman biz saçmalık ve batıl inanç sahası içinde oluruz.

1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP