DİN, BİLİM ve FELSEFE - 2

Aynı durum, insan hakkındaki biyolojik ifadeler ile, insan doğasına dair psikolojik ifadeler için de geçerlidir. Bunların hepsinde, eğer bilim, olgular ve onların ilişkileri hakkında doğrulanabilir ifadeler sahasında bulunursa o, herhangi böyle bir iddiayı reddetmelidir. Ve bu tarihî ifadeler için de geçerlidir. Tarihî araştırma, doğal bilimlerin sahip olduğu tecrübeler gibi kaynaklarla haşir neşir olmada, aynı sıkılık ve disiplinli kurallara haizdir ve onlar, diğerleri kadar ciddiye alınmalıdır. Her tarihî ifadenin az ya da çok olasılığı vardır ancak kesinliğe sahip değildir. Öte yandan bilim, ne dinî semboller sahasına müdahale etmeli ve ne de dini inkar etmelidir; çünkü pek çok dindar, sembolleri lafzî olarak alır ve daha sonra onları batıl inanç haline getirerek, bilimsel sonuçlarla ve süreçlerle çatışmaya sokar. Sembolik olan ve bu suretle de oldukça farklı bir dil boyutu olan şey, lafzî yapılmaya çalışılmamalı ve de bilimsel dünyaya karıştırılmamalıdır. Anti-teolojik meslektaşlarımın bazılarında ilginç bir fenomen var: Hile yaptıkları için onları eleştiriyorum: Benim tamamen reddettiğim şeylerin bazılarına, yani primitif teolojideki ya da primitif dinî sembollerdeki batıl inançların bazılarına saldırırlar. Ve ben o zaman evet diyorum, ancak sizin doğal biliminize, yıldızlar hakkında Kopernik öncesi fikirlerle ya da gel-git olayına
primitif olarak hatta daha önceki fikirlerle saldırmıyorum. (Eğer bir bilim adamı olsaydım), Kaliforniya Üniversitesinin bilimsel laboratuvarlarının en son verileriyle size saldırırdım. Size hücum etmek için beş yüzyıl geriye gitmezdim. Bu, teolojide her zaman yapılıyor. Teolojik primitivizm ya da çoğunlukla dinî pre-teolojik primitivizme –daha uygun– saldırılır. Ben buna karşı hiçbir şey söylemiyorum. Semboller içinde yaşayan insanların, sembollerde yaşaması gerekir. Eğer böyle sembollerin lafzî olarak alınması gerektiğini iddia ederlerse, onlara karşı yapacağım çok şey var. Tenkitçi meslektaşlarım, Hıristiyanlığın bu olduğu temeli üzerinde bana saldırırlarsa, o zaman onlara kızarım -ki bu sık değil. Kendi tartışmanızda bunu yapmamalısınız. İncil ve kilise doktrinlerinin kendi ukdenizde olduğunu, bilimin artık bunları icra ettiğini söylememelisiniz. Elbette bilimin üçlü bir dünyası yoktur: Aşağıda cehennem, ortada dünya ve sonra Tanrı’nın fevkindeki yıldızlara uzanan cennet. Bu bizim dünya görüşümüz değildir.

Onu daha doğru kılmayan kutsal kitaptır. Bu, bizim incelememizin daha önceki bir dönemine ilişkin gerçeklik yapısına aittir. Eğer onu daima “güneş doğması”, “güneş batması” olarak kullandığımız gibi semboller içinde kullanırsak güzel olur, ancak bu bizi, güneşin gerçekte dünyanın çevresinde döner şeklindeki Kopernik öncesi fikre geri götürmez.

Şimdi tablo bu. Din, temel anlamı içinde nihaî ilgiyi, bilimde, sonlu olguları ve onların birbiriyle ilişkisini inceleme olarak anlaşılırsa, bilimsel bir ifade ile dinî ifadelerin çelişmesi söz konusu değildir. Elbette benim boyutların karıştırılması dediğim hataya düşen teologlar her zaman olacaktır –ve meslekten teolog olmadıkları halde elli ile yüz yıllık teolojiyi üstlenen kişileri ilave etmeliyim. Çatışmanın gerçek temeli şudur: Kendine has dili olan nihaî boyut ile bilimsel dile haiz sonlu ilişkiler boyutunun karıştırılması. Temel tutumlara ve onların zıtlıklarına dair sorun hâlâ çözülmüş değil. Teologun tutumu ile bilim adamının ilişkisi sorunu, bugün daha derin ve daha önemli ancak eski değildir. Bilim adamı matematiksel terimler içinde hesaplamada, formül geliştirmede, gözlem ile pek çok olası hatayı hesaplamada, sadece başlangıç iddiaları kabul etmede, bilimsel ifadelerin yapımında ihtiyatlı davranmada, bilimsel çalışmayı duygu, irade, ahlakî gelenek ile dinî ya da politik sadakati ihtiva eden ilgilerden ayırmada farklılık gösterir. Diğer portre ise yani dindar, hayatın anlamının taşıyıcısı olan, şüpheye karşı direnen, kutsal kitap ya da kilise otoritesini kabul eden, onun özel dinî bir geleneğindeki kutsalın tezahürlerine şartsız sadakati veren belirli bir semboller geleneği içinde yaşar. Her iki portrenin içsel tutum
perspektifinden gözüken tablo budur. Ancak gerçek durum bu mudur? Bir şeyin ne olduğunun ve dolayısıyla kaçınılmaz olduğunun hakiki yansıması bu mudur? Bilim adamı olmadığını iddia eder. Pek çok konferansta bilim adamının konuşmasını dinledim. Teolog konuştuğu zaman, bilim adamı “anlamıyorum” diyor. Bu, teologun atomlara ilişkin matematiksel formülü anlamıyorum demesi anlamında değildir. Farklı bir anlayışla karşı karşıyayız. Söz konusu anlayış, dinin tutumu ve diline yabancıdır. Bu nedenle dindar insan, ateist bilim adamları hakkında konuşur –böyle bilim adamları ateistmiş gibi davransalar bile, dindarın hiç de gerekçesi yoktur; tıpkı dindar insanınki kadar onların da nihaî ilgisi vardır; ve ateizm bu anlama gelirse, onlar dindar insandan çok daha az ateisttirler. Onların nihaî ilgilerinin pek çok geleneksel formülü vardır ancak yaşamları pek azdır ve ben nihaî ilgileri oldukça canlı, nice sözde ateist bilim adamı tanıyorum.

Şimdi hâl bu mu?

Adamakıllı bir analiz, durumun bu olmadığını gösterir. İlkin, düşünen dindar insan ve teolog, imanın, üzerinde uyunabilecek rahat bir kesinlik olmadığını bilir; fakat iman sadece şartsız anlama sahip bir şeye dahil olduğumuz tecrübe çerçevesindeki kesinliktir. İman, cesaret ve riskin objesi olan belirli ifadelerdeki kesinlik değildir. O, Hıristiyan olmayan gerçekliğin hâkim olduğu bir dünyada, Hıristiyan olarak, cesaret ve risk meselesidir. Bu, başarısızlık olasılığıyla birlikte tekrar tekrar evet diyerek, cesaret kazanmanın gerekliliği anlamına gelir. Ve bundan dolayıdır ki, iman şüphe konusudur. Ben onu şu şekilde formüle ettim: İman, bizzat kendini ve kendi hakkındaki şüpheyi kucaklar. Bu, imanı canlı kılan onun içsel gerilimidir. Diğer bir iman türü, gelenek, otorite, uzlaşma ya da imanla hiçbir ilgisi olmayan gerekçeler esasına dayanarak kabul edilen inançtır.

Bilim adamının sadece insan olarak değil aynı zamanda bilim adamı olarak da, kendi nihaî ilgisi vardır. Öncelikle onlar bilimsel dürüstlük içinde inançlıdırlar; çünkü pek çok bilim adamı tıpkı Hıristiyanlıkta, diğer dinler ve sözde dinlerde olduğu gibi, eziyet çekmeyi göze almada gönüllüdürler. Bilim adamı, ayrıca bilimin, diğer bütün yaşamların üstünde nihaî anlamı olduğuna inanır. Ancak o böyle yaparsa, imanlıdır, lâkin o, tahrif geçirmiş imandır. Ona daha çarpıcı bir ifadeyle şeytanlaştırılmış iman diyeceğim; burada rölatif ve sonlu bir şey mutlak yapılır; tıpkı komünizmde sosyalizmin şeytanlaştırıldığı gibi; sosyal dönüşüm içindeki iman, nihaî ilgi yapılır ve bu suretle de şeytanlaştırılır ve yıkıcı hale getirilir. Aynı şey, bir milletin haklılığının nihaî yapıldığı milliyetçilik için de geçerlidir. Bizim de bu ülkede tecrübe ettiğimiz faşist ve faşist hararette olduğu gibi. Bilimin putlaştırılması oldukça önemli bir şeydir ancak bunun ötesine geçerek, şimdi belirli bir ölçüde bu bilimcilik problemini çözebileceğimiz saha olan felsefe ve bilimde ikinci bir problemi sormalıyız.

Din ve bilim ilişkisinde ilk adım atıldı. Sınır çizgisi çekildi, ki bu, benim yapmayı arzuladığım ilk şeydi. Bu, Galileo’dan Darwin’e ve Freud’a kadar çatışmalar tarihinde son derece önemlidir. Teolojide hâlâ önemlidir. Örneğin, meslekten olmayan Hıristiyanlar kadar kilise otoriteleri de kutsal kitaptaki tarihi araştırmalara karşı koyar ve bu araştırmada olanlara yani bu kitaplardaki tarihî, efsanevi ve mistik ögelerin karışımının keşfedilmesine de karşı direnir. Papazlar, kutsal kitaplardaki iki yüzyıllık bilimsel sonuçları gizlerlerse, bu oldukça tehlikelidir ve o zaman insanlar bu sonuçlarla ilgili kitaplarla rastgele karşılaşırlar ve çok şaşırırlar; çünkü bunun imanlarını sarstığını hissederler. Ben bunu, Edmund Reardon, New Yorker’da Ölü Deniz Yazmaları (Dead Sea Scrolls) hakkında hikaye yazdığı zaman tecrübe ettim ve bu hikayede Reardon, sanki yazmaların Hıristiyanlığın orijinalliğinin altını kesmiş gibi göründüğünü yazdı. John’un yandaşları ile böyle Ölü Deniz mezheplerinin ilişkisini iki yüzyıldan beri biliyoruz. Onların kutsal kitap kayıtlarında ortaya çıkan pek çok fikirlere tanık oluyoruz. Ancak bazı şekillerde bundan habersiz tutulan böyle insanlar, –ben keskin aldatılmış kelimesini kullanmıyorum, ancak kutsal kitaplardaki bilimsel araştırmalarda vuku bulanlardan çocuklar gibi habersiz tutulan– söz konusu şeyleri keşfetti ve sonra onlar “şimdi bu bizim inandığımız her şeyi temelden sarstı” hissine kapıldılar. İki yüzyıldan beri teologlar bunu anladılar ve tıpkı hiçbir bilimsel ifadenin imanın ve kutsal kitap mesajının dinî anlamının otoritesini sarsmadığı gibi, o bunun otoritesini sarsamaz ve de sarsmamıştır.

Ancak bir başka cihet daha var. Böyle tarih âlimleri, kendi çalışmalarından, Hıristiyan mesajın gerçekliği hakkında menfi ya da hatta müspet yargılar çıkarmaması gerekir. Tarih asla bunu yapamaz. Tarih sadece bunun nasıl vuku bulduğunu gösterebilir. Fakat buna yönelik tutum, varlığımızın, böyle şeylere ilişkin bir nihaî ilgi tarafından ele geçirilmesinden başka bir şey değildir. O, bir kişisel karar meselesidir. Fakat bütün söylenebilecekler bundan ibaret değildir. Harvard Üniversitesinde arkadaşlık kurduğum böyle bilim adamaları, ilişkilerimizin çok daha samimî olması gerektiğini belirttiler. Sebebini sorduğum zaman, kendi çalışmalarında dinî bir boyut gördüklerini defalarca ifade ettiler. Ve onlar bunun sadece hakiki bilim adamları için değil, aynı zamanda benim sürekli işbirliği içinde olduğum psikologlar ve doktorlar için de geçerli olduğunu düşündüler. Böyle yererde, –daha önceki New York’taki gibi– ve dini problemlerle, realitenin tıbbi anlayış meseleleri ilişkisini konuşmam ve tartışmam istenen pek çok yerde, söz konusu bilim adamları benim daha önce felsefî eros dediğim şeyle ve kendi felsefî önvarsayımlarının tam bir bilinci ile çalışmalarını icra ediyorlar.

Onlar, felsefî menşelerinden her ne kadar kaçmaya çalıştılarsa da, asla kaçamayacaklarını (bunu başaramayacaklarını) fark ettiler. Onlar daima bunu yapmaya çalıştılar ve yaptıkları şeyde –bunu hangi yolla yaparlarsa yapsınlar– onda mutlaka felsefî ögeler mevcuttu. Bilim, dünya, varlığın bütünü, bizzat-varlık hakkında soru soran felsefeyi teyit eder. Ve felsefe, her ne kadar farklı şekillerde ifade edilse de, hemen hemen her yerde, varlığın aynı evrensel karakteristiğini buldu. Örneğin, uzam, zaman, nedensellik kategorileri; madde ve form, özgürlük ve zorunluluğa dair kutupluluk; potansiyel-aktüel münasebeti; bilgide suje-obje ilişkisi; yapının mantık ve
linguistik ilişkisi; varlık ve olması gereken münasebeti; gerçekliğin farklı boyutları ve onların birbiriyle ilişkisi; doğa, hayat, tarih, kişi, zihin gibi kavramlar –bunların hepsi felsefenin konusudur. O ayrıca bilimsel olarak da düşünülebilir ancak arka plan felsefedir. Her bilimsel araştırmada felsefî tözü yapan şey budur. Bu durumda iki tutuma sahip olabilirsin. Ya onu
bastırırsın ve kendi yoluna bilimsel bir teknisyen gibi devam edersin. Ya da onu fark edebilirsin ve ondaki evrensel hakikat ögesi hakkında kendi yorumunun anlamını ve insan varoluşu için onun önemini, üstelik de teknik uygulanabilirliği sorabilirsin.

Hiçbir bilimsel inceleme, benim açık ya da gizli bir şekilde şimdiye kadar bahsettiğim bütün bu kavramları kullanmaksızın mümkün değildir. Dün katıldığım konferanstaki arkadaşlarımdan biri, mantıki hesapların ve sembolik mantığın rakamlarının, eski potansiyelliğe ve aktüelliğe, obje ve sujeye ilişkin metafiziksel problemlere nasıl geri döndüğünü ancak gizli yani üstü kapalı bir şekilde, büyük bir incelikle gösterdi. İnsanlar onu açıklamaya cesaret edemezler. Bu öge aksine, bütünün vizyonuna katkıda bulunan bilimsel prosedürlerde etkindir, onlar bütünün vizyonuna tecrübi çözüm sunarlar. Geçmişte ve şimdide yaratıcı bilim adamlarının pek çoğunun çalışmalarını, kendi sahalarındaki evrensele yönelik eros harekete geçirir. Onlar, bilimsel teknisyenlerden daha fazla bir şeydir. Yine yaratıcı bilim adamları, mantık bilmece çözümcülerinden kıyaslanamayacak derecede dikkate şâyandır.

Peki, acaba bütünle (whole) ne kast edilmektedir? Bunun hakkında birkaç şey söylemeliyim. Bütüne, kozmosa, evrene yönelik sevgi anlamına gelen eros, bütün cüzlerin tam toplamına doğru yönlendirilemez. Böyle bir toplam tam da hayal edildiğinde, zaten değişmiş olacağı için, var denilemez. Bütün terimi ile kast edilen şey, sonsuz farklılık ve değişimin içindeki asıl birliktir. Felsefe bu soruyu sorarken gerçek gibi görünen her şeyin gerçek olmadığı açıktır şeklindeki tecrübe tarafından yönlendirilmiştir. Böylece de bu soru realiteler dünyasına ortalama bir bakıştan daha gerçek, daha yeterli ve olmakta olan ve önceden görülebilenle daha uyumlu bir formülasyona yol açmıştır. Bu nedenle filozoflar adım adım realitenin daha derin seviyelerine sevk edildi. Nihayet –her felsefenin başlangıcında bile – onlar gerçekten, nihaî olarak gerçek yani gerçekmiş gibi gözüken her şeyin altında yatan ve onları aşan nihaî hakikat sorusunu sorar. Ancak buradaki her şey (hali hazırdaki her anda, zihninde, ruhunda ve bedeninde olan her şey gibi) varlık ve varlıktan daha fazla olmayan ya da varlık bile olmayan ikilem arasında gidip gelir. Ve böylece felsefe neyin nihaî gerçekliğe sahip olduğu sorusunu sorar.

1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP