TOPLUMSAL DÜZEN OLUŞTURMAYA İLİŞKİN ÜÇ YAKLAŞIM: KANT, POPPER VE SARTRE (... devam )

Kapalı toplum, dokunma, koklama ve görme gibi somut fizik ilişkilerden meydana gelen somut bireylerin somut bir grubudur. Bireylerin kişisel kararlarla karşı karşıya kaldıkları, birbiriyle bağı, işbölümü ve mal değiş tokuşu gibi soyut toplumsal ilişkilerden ibaret olan toplum ise açık toplumdur. Açık toplumun en önemli niteliklerinden biri, üyeleri arasında statü yarışmasına açık olmasıdır. Oysa, kapalı toplum, böyle eğilimleri tanımaz. Onun kurumları, kastları da dahil olmak üzere kutsanmıştır, tabudur (Popper, 1994; cilt I).

Dolayısıyla, Popper’a göre, insan kalmak istiyorsak tek yol açık toplumun yoludur. Açık toplumun yolunda ise “ne kadar akla sahipsek onun hepsini hem güvenliği, hem de özgürlüğü sağlamak için plân yapmakta kullanarak, bilinmeyene, belli ve güvenli olmayana doğru ilerlememiz gerekir” (Popper, 1994; cilt I, s.191). Akıl ise tıpkı dil gibi toplumsal yaşamın bir ürünüdür. Bu nedenle “dilimiz gibi aklımızı da başka insanlarla olan ilişkilerimize borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz” (Popper, 1994; cilt II, s.198).

Akla inanmak, insanın yalnız kendi aklına değil, aynı zamanda başkasının da aklına inanmak olarak ortaya çıkar (Popper, 1994; cilt II). Akılcı kişi, düşünce yetisi bakımından başkalarından üstün olduğuna inansa bile, bilir ki zekası başkalarınınkinden üstün ise, bu ancak kendinin olduğu kadar başkalarının hatalarından ve eleştirilerinden yararlanmasını bildiği içindir. “Bunun için akılcılık karşımızdakinin de düşüncelerini duyurmak ve savunmak hakkına sahip olduğu düşüncesiyle yakından ilgilidir” (Popper, 1994; cilt II, s.2).

Aklımızı başkalarına borçlu olduğumuzdan, akılcılık ile otoritecilik bağdaştırılamaz; “çünkü eleştiriyi de kapsayan usavurma ve görüşleri dinlemek akılcılığın temelidir” (Popper, 1994; cilt II, s.199).

Popper’a (2001; s.222) göre “aklın işlevi, eleştirel düşünceye, eleştirel tartışmaya yön vermektir”. Akıl ya da akılcılık, diğer kişilerle yürüttüğümüz eleştirel tartışmalarla ve özeleştiriyle bir şeyler öğrenebileceğimiz inancıdır. Akılcı kişi, diğer kişilerden bir şeyler öğrenmeye hazır olan biridir; söylenenleri öylesine kabul eden değil, tersine düşüncelerini eleştiriye açan, düşünceleri eleştiren kişidir (Popper, 2001).

Eleştirel yaklaşım, en iyi biçimde şöyle ifade edilebilir:

Belki sen haklısın ben de haksızım; eleştirel tartışmanın sonunda kimin haklı olduğunu belirleyemesek de, hiç olmazsa bazı şeyleri daha net görmeyi amaç edinebiliriz. İkimiz de birbirimizden bir şeyler öğrenebiliriz; yeter ki niyetimiz haklıyı ortaya çıkarmak değil, nesnel doğruya biraz daha yaklaşmak olduğunu unutmayalım (Popper, 2001; s.223).

Kısacası Popper, “kapalı toplum” olarak nitelendirdiği toplum anlayışı karşısına ideal bir toplumsal düzen olarak koyduğu “açık toplum”un olanaklılığının temeline aklı ve dolayısıyla da akılcılığı, eleştirel akılcılığı koyar. Onda akıl, birbirinden farklı yapıdaki tek tek akıllar olarak ortaya çıkar. Akıl, toplumsal akıl olarak hep bir başka aklı gerektirir. Bu da toplumsal eleştiri mekanizmasının, dolayısıyla açık toplumun varlığının temelidir.

Sartre’a gelince, Sartre ise strukturel ve tarihsel bir antropoloji kurma amacında olduğu “Dialektik Aklın Eleştirisi”nde, bu amaç doğrultusunda dialektik bir aklın olduğunu göstermeye, alanını ve sınırlarını çizmeye ve geçerliliğini temellendirmeye çalışır (Sartre, 1985; cilt I,). Çünkü ona göre, “dialektik akla meşruluk sağlamadığımız sürece, yani bir insanı, bir insanlar topluluğunu ya da insansal bir nesneyi inceleme hakkına sahip olmadığımız sürece, antropoloji karışık bir deneysel bilgiler ve pozitivist çıkarımlar yığını olarak kalacaktır” (Sartre, 1985; cilt I, s.15).

Sartre’a (1985; cilt I, s.14) göre, “akıl bilgiyle varlık arasında belirli bir ilgi” düşünceyle nesnesi arasında kurulan ilişkidir. Dolayısıyla, dialektik akıl, bir akıl ya da aklın bir türüdür; başka bir ifadeyle, bilgiyle varlık ya da düşünceyle nesnesi arasında kurulabilecek ilişkilerden bir tanesidir. Bu ilişkinin özelliğini belirleyen ise düşünce nesnesinin yapısıdır. Düşüncenin nesnesi insan ya da insan gerçekliği olduğunda, düşünceyle nesnesi arasındaki hareketli ilişkiye dialektik akıl demek gerekir. Sartre bu gerekliliğin temelini insanın özelliğinde görür:

Bu canlı evren içinde insanın bizim için ayrıcalıklı bir yeri vardır. Öncelikle, çünkü o tarihsel olabiliyor, yani kendi eylemiyle, uğradığı ve sebebiyet verdiği değişmeler ve bu değişmeleri kendine mal etmesi, arkadan da mal edilmiş ilişkileri aşması boyunca durmaksızın kendini tanımlıyor. Sonra da çünkü insan, olduğumuz varolan olma özelliğine sahiptir. Bu durumda soru soran, tam kendisi hakkında soru sorulan olarak kendini buluyor ya da...., insan gerçekliği, varlığı varolmasında söz konusu olan varolandır (Sartre, 1985; cilt I, s.124). Dolayısıyla, insanı anlamak için bilgiyle insan gerçekliği arasındaki ilgiyi, yani dialektik aklı kurmak, dialektiği antropolojinin evrensel metodu ve yasası olarak temellendirmek gerekir; başka bir ifadeyle, strukturel ve tarihsel bir antropoloji ortaya koymak gerekir (Sartre, 1985; cilt I).

İnsanı anlamak, içinde yaşanan anı ve geçmişi anlamak ve buna dayanarak dünyayı olması gerektiği gibi tanımlamaktır. Çünkü “gerçek, olmakta olan, olmuş olan ve olacak olan bir şeydir” (Sartre, 1985; cilt I, s.36). Dolayısıyla “insanın ne olduğunu söylemek, aynı zamanda onun ne olabileceğini de söylemek demektir” (Sartre, 1985; cilt I, s.77). Geçmişe ve şimdiye dayanarak dünyayı ya da toplumu olması gerektiği gibi tanımlayan ise dialektikçidir. Başka bir ifadeyle, dialektik metoda dayanarak her çağda içinde bulunduğu çağı geçmiş ve gelecekle ilişkisinde anlaşılır kılan, yani tarihle bilgi arasındaki hareketli ilişki olan dialektik aklı kuran dialektikçidir. “Dialektikçi, kendini bir sistem içine yerleştirir ve bir aklı tanımlar” (Sartre, 1985; cilt I, s.140) ya da dialektik aklı kurup ortaya koyar. Ortaya koyduğu bu düşüncelerden hareketle de Sartre, yaşadığı çağa bakarak toplum anlayışını ortaya koyar ya da dialektik aklı kurar.

Ona göre 20. yüzyılın aşılmaz tek felsefesi marksizmdir. Çünkü marksizmi doğuran koşullar daha aşılmamıştır. Dolayısıyla, düşüncelerimiz ne olursa olsun ancak marksizm denilen bu verimli toprak üzerinde biçimlenebilir. Bu çerçeve içine konamayacak düşüncelerimiz ya boşlukta kalırlar ya da gerilerler (Sartre, 1985; cilt I).

Sartre, marksizm olarak adlandırdığı bu verimli toprak üzerine kendi existence (varoluş) görüşünü koyar. Ona göre “varoluşçuluk (existentialisme) ve marksizm aynı şeyi amaçlarlar. Ancak marksizm insanı düşüncenin içine hapsederken varoluşçuluk, onu her yerde aramaya koyulur. Bulunduğu yerde, işinde, evinde, sokakta” (Sartre, 1985; cilt I, s.35).

Marksizm gibi varoluşçuluk da insanı üretim ilişkilerinde ve sınıf savaşımları içinde ele alarak konumlamak ister. Bir farkla ki, varoluşçuluk, söz konusu bu “konum” sorununa varoluştan hareketle varır. “Böylelikle varoluşun kavranması, marksist antropolojinin insansal temeli olarak ortaya çıkmaktadır” (Sartre, 1985; cilt I, s.129).

Dolayısıyla, Sartre (1985; cilt I, s.71) “insanı marksizm içinde yeniden ortaya çıkarma”yı, yani varoluşçuluk ile marksizmi biraraya getirerek marksizmi strukturel ve tarihsel bir antropoloji olarak ortaya koymayı amaçlar. Özetle, Sartre’a (1985; cilt I, s.151) göre “yalnızca tarih ve toplum dünyasında hakikaten bir dialektik akıl vardır”. Dialektik metoda dayanarak bu aklı her çağda kuran ise dialektikçidir.

Sonuç olarak şu soru sorulabilir: Serimlemesi yapılan bu üç farklı akıl anlayışı temelinde ortaya konan toplumsal düzen oluşturmaya ilişkin üç yaklaşımdan, üç toplum tasarımından hangisi bilgisel bir temelden hareket etmektedir? Bu sorunun cevabı, bu üç toplum anlayışının temeline de akıl konulduğu için, ancak bu filozofların aklı nasıl tanımladıklarına bakılarak verilebilir. Bu noktada, Kant’ın toplum anlayışının bilgisel bir temele sahip olduğu, bunu sağlayan şeyin ise Kant’ın, aklın ve onun bir ürünü olan ahlâk yasasının biçimsel bir niteliğe sahip olduğunu, dolayısıyla da ahlâk yasasının bütün akıl sahibi varlıklar için geçerli olabilecek, nesnel geçerliliğe sahip tek yasa olduğunu ileri sürmesidir. Çünkü Kant, ideal bir toplum arayışının ifadesi olarak ileri sürdüğü “amaçlar krallığı” düşüncesinin temelini ahlâk yasasında, dolayısıyla akılda görür.

Popper ve Sartre’dan farklı olarak, Kant’ta akıl ise, her insanda ortak olarak bulunan, insanı insan yapan biçimsel yapıdır. Başka bir ifadeyle Kant, nesnel geçerliliği, herkes için geçerliliği, toplum anlayışının merkezinde olan aklın temel özelliği olarak görür. Bununla da Kant, nesnel geçerliliği, bir varlık tarzı olarak düşüncede varolanlara ilişkin yargıların bilgiler olup olmadığının sınanabilmesi için bakılacak yer, temel yapar. Nasıl ki, belli bir yerde ve zamanda varolanlara ilişkin yargıların bilgiler ya da doğru bilgiler olup olmadığının sınanabilmesi için deneye bakılıyorsa, Kant da düşüncede varolanlara ilişkin yargıların bilgiler olarak geçerli olup olmadığını belirlemek için nesnel geçerliliğe bakar.

KAYNAKÇA

Kant, I. (1905). Critique de la raison pure. (Çev.A.Tremesaygues, B.Pacaud, De A.Hannequin) Paris: Librairie Félix Alcan.
Kant, I. (1984). Seçilmiş Yazılar. (Çev.N.Bozkurt). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kant, I. (1994). Pratik Aklın Eleştirisi. (Çev.İ.Kuçuradi, Ü.Gökberk, F.Akatlı). Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Kant, I. (1995). Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi. (Çev.İ.Kuçuradi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
Popper, K.R. (1994). Açık Toplum ve Düşmanları. cilt I. (Çev.M.Tunçay). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Popper, K.R. (1994). Açık Toplum ve Düşmanları. cilt II. (Çev.H.Rızatepe). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Popper, K.R. (2001). Daha İyi Bir Dünya Arayışı. (Çev.İ.Aka). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Sartre, J.P. (1985) Critique de la raison dialectique. Paris: Editions Gallimard.

1 Yorum

Adsız
24 Ocak 2009 18:03  

kantın toplumsal düzenin sağlanmasına yönelik tek geçerliğin ahlak yasası olduğu fikrine katılmıyorum.o zaman ahlaksızlık ahlak olursa nasıl düzen sağlanır tamam akıl buna karar verir ama akıl maddi dünya içerisinde ahlak yasalarını değiştirir düzenler bir amerikan toplumundaki ahlak anlayışı ile bir hindistanın ahlak anlayışı birliği akılla sağlanacak bir durum gibi görünmüyor.bu üç makaleye göre en somut görünen bana kalırsa satreninki.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP