İNSAN BİLİMLERİNDE TEMELLENDİRME SORUNU - 2

Ona göre, fiziki nesneleri olarak hareketler, zaman yardımıyla ölçülürler. "Zamanın işlevi ölçmeyi olanaklı kılmaktır." Oysa tarih bilimi insanı biyolojik nesne olarak almaz ki, onun için zaman, bu "nesnelerin hareketini ölçmede yardımcı bir kavram olsun. "Tarihsel nesne olarak tarihsel nesne, daima geçmiştir. (...) Onun ile tarihçi arasında bir zaman aralığı bulunur. (...) Zaman, tarihte büsbütün özgün bir anlama sahiptir. (...) Eğer tarihçi zamansal aralığı betimlemek isterse, nesneyi herhangi bir tarzda kendi önüne koymalıdır."

"Tarihsel dönemler, niteliksel olarak aynmianırlar. (...) Tarih bilimindeki zaman kavramı, böylece, doğabilimsel zaman kavramının eş-türlü niteliğinden asla hiçbir şeye sahip değildir. Tarihsel zaman, bundan dolayı, bir dizi yoluyla matematiksel olarak da dile getirilemez. (...) Fiziksel zamanın zaman momentleri yalnızca onların dizideki yerleri yoluyla aynmlanır. Tarihsel dönemler de gerçi ard arda gelirler -aksi halde onlar hiçbir dönem olmazdı-; ama her biri kendi içeriksel yapısında başka bir dönemdir. Tarihsel zaman kavramının niteliksel olması, tarihte ortaya konmuş bir yaşam nesneleşiminin yoğunlaşmasından -kristalleşmesinden- başka hiçbir şey demek değildir. Tarih bilimi, demek ki niteliklerle iş görmez."

Heidegger'in tarihsel ile fiziksel zaman kavramtan arasında bulduğu ve belirttiği bağlamda haklılığı açıkça görülen bu niteliksel-niceliksel ayrımı, kuşkusuz tarihçinin niceliksel zaman kavramını kallanmıyacağı anlamına gelmez; örneğin o, "Peloponnes Savaşı 27 yıl sürdü." dediğinde, burada niteliksel değil, fakat niceliksel bir deyimle iş görmüştür. Biz burada insan bilimlerinin doğabilimden sayılması amacıyla doğabilimsel kavram ve yöntemleri kullanmak istemelerinin açmazlarını göstermeye çalışıyoruz. Yoksa hiçbir tek insan biliminde hiçbir doğabilimsel kavram ve yöntem kullanılmamalıdır gibi bir savda bulunuyor değiliz. Örneğin bir insan bilimi olan iktisatta matematiğin, istatistiğin iş görmesi, önceden belirlenen beklentinin belli koşullar altında, belirli marjlar içinde gerçekleşmesi gibi doğabilimsel yöntemlere benzer yöntemlerin kullanılması ve benzer sonuçlar alınması, iktisadı ne doğabilim katına çıkarır ne de o, bu yöntemleri kullandı ve başanlı oldu diye suçlanır. Aynca iktisadın "arz ve talep" yasasının geçerliliğinin bir fizik yasasınınkinden daha az olduğu bir gerçektir. Öte yandan, metodoloji bir yana doğa bilimlerinin ideal olanı sayılan fiziğin sağınlığı da bugün tartışma konusudur. Ancak bu tartışmanın yeri burası değildir. Yöntem için bu söyldiklerimiz, kavram için de geçerlidir. Zaman kavramının Heidegger yorumu bir yana yine doğabilimsel bir kavram olan "nedensellik" de aşağıda gösterileceği gibi belli sınırlar içinde insan bilimlerinde de kullanılabilirdir. Şu da var ki iktisat için burada söylediklerimizi diğer insan bilimlerinde aynı ölçüde geçerli saymak olanaksızdır. Üstelik bu durumun o bilimlerin daha az gelişmiş olduğundan kaynaklandığını, gelecekte onlann da iktisatın konumuna ulaşacağını söyliyemeyiz.

Tarih, toplumbilim, psikoloji, antropoloji, dilbilim, sanat bilimi gibi insan bilimlerinin her birinin nesne alanı, bu alana uygun uygulanan yöntemeler, oluşturulan kavramlar, alana uygun uygulanan yöntemler, oluşturulan kavramlar, politik, etnik, estetik gibi kaygıların etkileri, o denli çeşitlilik gösterir ki, bu çeşitliliğe her bilimin ortak olacağı bir payda göstermek olanaksız olur. Ancak ister doğabilim olsun, ister insan bilimlerinden herhangi biri olsun bilimin nesnesi nesne olmak bakımından aynıdır. Dolayısıyla bilmler, ne onların kullandıkları kavram ve yöntem ne de nesneleri açısından bir sınrflamaya tabi tutulamaz. Gerçi doğabilim, nesnesinin doğal olay olması yönünden insan bilimlerinden ayrılır, fakat bir doğa olayı ile bir toplumsal veya psişik olay, olay olmak bakımından birbirinden ayrılamaz. Ne var ki onların onları bilen özneye veriliş tarzı yer yer ayrı olabilir. Örneğin, kendi tinbilimsel temelîendirmesini yaparken bu noktaya ağırlıklı bir önem veren Dilthey şöyle der: "Doğa bize yabancıdır." "Tinsel olan", bizde olan ayırdında olduğumuz bir şeydir. Buna karşın Dilthey, tüm tin bilimlerinde fiziksel olayların tinsel olaylarla bağıntılı olduğunu, ikincilerin birincilere katıldığını da söyler." Ama bunlar, yine de tin bilimlerinin nesnesi olarak algılanır. Bu durumda, yine Dilthey'e göre, tinsel bilimlerin bir başka ayına özelliği olan içeriksel ayranın da bir önemi kalmamış olur. Bir başka deyişle, bilimler içeriklerine göre örgenleşecekse, tinsel bilimlerin içeriklerinde fiziksel olana birinciye tabidir, bundan dolayı olay, bütün olarak tinsel olan sayılır dersek, o zaman bu tabi olmanın ölçüsünü nasıl bulacağız? Ne dereceye kadar tinsel olana tabi olan fiziksel olan, tinsel olanın içinde görülecektir ve tersi?

Dilthey'in doğa ve tin bilimleri ayrışımda kullandığı en ünlü ölçüt, "açıklama" ve "anlama" kavram çiftidir. O. üstüne basa basa "Doğayı açıklarız, ruhyaşamını anlarız." der. Eğer tüm tek tek insan bilimlerinin nesneleri "ruh-yaşamı" olsaydı, o zaman bu ölçüt, bu bilimleri ayıran ölçüt olarak kullanılabilirdi. Ama örneğin, yine iktisadi bir olay olan eflasyonun oluşmasının ya da aşağıya çekilmesinin bilinmesinin Dilthey'gil bir anlamaya dayandığını ve enflasyonun bir "ruh-yaşam olgusu olduğunu söyleme olanağı yoktur. Ve yine örneğin, çağdaş dilbilimde, bu bilimin dizgeci, çözümleyici ve açıklayıcı tutumu, öyle bir anlama'ya yer vermez.

Dilthey'in tin bilimlerini temellendirmesinde bir eleştirimiz de onun bu bilimlerin temeline psikolojiyi, daha doğrusu, kendi tanımlamasıyla "betimleyici ve çözümleyici psikolojiyi" koyması ve diğer tin bilimlerini bu temel üzerinde sıralamasıdir. Adını tinsel ve ruhsal olandan alan bir temellendirmenin psikolojiyi temel bilim olarak görmesi, ona doğa bilimlerinde matematiğin aldığı yeri tın bilimlerinde vermesi anlaşılırdır. Ancak bu tutumun bir tür psikolojizme varması, psikolojinin bazı doğa bilimleri, örneğin bazı tıp bilimleri ile arasında olan uzaklıktan çok daha fazlasına tarih, iktisat, dilbilim gibi insan bilimleri karşısında sahip olmasına karşın, tin bilimleri arasında yer alması, psikolojiye biçilen rolün onun sınırlarını çok aşması, Dilthey'ın temellendirmesini sakatlar.

Gerçi Dilthey'ın doğabilim-tinbilim ayrımı için kullandığı "açıklama" ve "anlama" yöntemlerinin özellikle insan bilimleri bakımından güçlükler taşıdığını söylemiştik. Bu güçlükler, bazı insan bilim alanlarında anlama yönteminin sağlıklı bir uygulama bulamazken burada açıklama yönteminin uygulanabilir olmasının doğurduğu karışıklıktan kaynaklanıyordu. Fakat örneğin tarih, toplumbilim, estetik gibi diğer bazı insanbilim alanlarında "anlama" yaklaşımının başarılı sonuçlar verdiği veya verebileceği kabul edilebilir. Ama bu da anlama yönteminin bu bilimlerde bile biricik, tüketici yöntem olduğu göstermez. Örneğin Dilthey ve Rickert gibi anlama yönteminin savunucusu düşünürlerden önemli etkiler almakla birlikte Comte sosyolojisine de büsbütün uzak durmayan Max Weber'in tarih ve sosyoloji anlayışını anlatırken Raymond Aron'un şu sözleri "anlamacı" yaklaşımın bu bilimlerde bile tek başına yeterli olmadığını haklı olarak dile getirir:

"Tarihsel ve sosyolojik bilimler sadece davranışların öznel anlamlarının anlaşılır yorumlan değil, aynı zamanda nedensel bilimlerdir. Sosyolog inançlar sistemini ve topluluğun davranışını anlaşılır kılmakla yetinmez, olayların nasıl cereyan ettiğini, belirli bir inanma biçiminin belirli bir davranış biçimini nasıl belirlediğini, siyasetin belirli bir örgütlenmesinin ekonomik örgütlenme üzerinde nasıl etkili olduğunu belirtmeye çalışır. Başka bir deyişle, tarihsel ve sosyolojik bilimler, anlaşılır biçimde yorumlarken aynı zamanda nedensel olarak açıklamak isterler."

Kuşkusuz anlama kuramını belli insan bilimlerinde, onların belirli sınırlan içinde yaymak olasıdır. Ama Gadamer, "Doğruluk ve Yöntem" (Wahrheit und Methode) adlı başyapıtında, filoloji, teoloji ve hukuk bilimindeki klasik hermeneutik'in metin, yazı ve yasa yorumunu bir "evrensel hermeneutik"e götürmek istedi. Böyle bir "hermeneutik", insan bilimleriyle yetinmeyip doğa bilimlerini de içine alarak tüm bilimler için bir temel olma savını taşır. Gadamer şöyle diyor: "Anlaşılabilir olan varlık dildir. " Hermeneutik fenomen, burada sanki kendisinin kendine özgü evrenselliğini anlaşılmış olanın varlık koşullanna geri atar; bu suretle o, bu aynı varlık koşullarını evrensel bir anlamda dil olarak ve varolan hakkında kendisinin kendine özgü ilgisini yorumlama olarak belirler. Böylece biz elbette yalnızca sanatın dilinden değil, aynı zamanda doğanın bir dilinden, nesneleri sevk eden genellikle bir dilden bile söz ediyor." " Vaktiyle Schelling. "Her mineral halis dilbilimsel bir sorudur." : "Doğa dediğimiz şey bir şiirdir: gizemli, mucizevi yazının içinde saklı bulunan şiir." derken ya da Galilei, "doğa kitabı"nın abc'sinin üçgenlerden, karelerden, daireierden, kürelerden vb. oluştuğunu söylerken, buradaki "doğa dili", "mucizevi yazı", "doğa kitabı" gibi deyimler, daha çok bir iğretüeme kullanımında anlaşılır. Oysa dili "bir hermeneutik varlık bilimin ufku" olarak anlayan Gadamer'in doğabilim-insanbilim ayrımı olmaksızın genel bir temellendirme yapmak amacıyla kullandığı dil sözcüğünde öyle bir iğretileme yoktur.

Gadamer'den daha önce "Dil varlığın evidir." diyen Heidegger'in varlık bilimi de her ne kadar insan yaşamından yola çıkarsa da varolanın bütününü kapsama savındadır. "Yaşamın varlıkbilimsel temelden çözümlemesi, gerçekliğin çözümlemesini verir ve belirler." Buna karşın Heidegger, Gadamer gibi "fiziksel nesneleri sevk eden" bir dilden söz etmez. Çünkü onun burada "gerçeklik" dediği şey yine de insansal bir gerçekliktir.

Aynı dönemin ve aynı kültür çevresinin bir başka filozofu, Nicolai Hartmann'ın "varlıkbilimi" de tüm bilimler için bir temelbilim olma savıyla ortaya çıkar. Söz buraya gelmişken Gadamer, Heidegger ve Hartmann'ın da ardında bulunan, aşağıda kendisinden yine söz edeceğimiz Husserl'i anmadan geçmemelidir. Husserl, ister doğal ister tinsel otsun, doğal tavıra ihtiyaç duyan ve temelden yoksun olan tüm tek tek deney bilimlerinin temeli olarak kendi fenomertolojisini öne sürmüştür. Esasen bu tür çabalar, Aristoteles'ten günümüze dek daima felsefenin gündeminde kalmıştır. Biz burada sınırlı olarak İnsan bilimleri temellendirmesi iie ilgilendiğimiz için söz konusu çabaların belli başlılarına yalnızca değinme ile yetiniyoruz.

Dilbilim, başka bir deyişle yapısal dilbilim ile yine aynı çerçevede görülen göstergebilim, yüzyılımızda insan bilimleri alanında öne çıkmış disiplinlerdir. Birincisi dilsel, ikincisi hem dilsel hem dilsel olmayan göstergeleri birer dizge (sistem) olarak yapı bakımından eie alır. Bu yaklaşım psikoloji, antropoloji ve sosyoloji gibi öteki insan bilim alanlarında da karşılık buldu. Örneğin. Claude Lévi-Strauss toplumda dil yapısına koşut yapılar olduğunu bulguladı; akrabalık terimleri dizgesi ile akrabalık dizgesi arasındaki bağın evlilikte insest yasağına dayandığını ve bunun evrensel bir yasa niteliğinde olduğunu ortaya attı. O, dilbilimin sosyoloji, antropoloji ve etnoloji île olan ilgisinin iktisat bilimiyle de olduğunu şu sözieriyie dile getirir "Evlilik ve akrabalık kuralları, aynen ekonomi kurallarının mal ve hizmet iletişimini sağladıktan veya dilbilim kurallarının ileti iletişimini güvenceye aldıkları gibi. topluluklar arasındaki kadın iletişimin güvence altına almayı sağlıyorlar.

Yabanıl toplumlarda kabileler arası kadın alış verişi ile mal değiş tokuşunun aynı kurallıgı, yani verme ve karşılığında alma kurallılığını göstermesinin ve bunun dilde ileti alıp verme biçimindeki iletişim olayı ile benzerliği olmasından dolayı, dilbilimin, en azından, antropoloji ve iktisat için temel bilim olarak öne sürülmesi anlaşılır gibi değildir. Bu, her şeyden önce, antropoloji bir yana iktisadi esas bakımdan ilkel bir ticaret biçimi olan trampaya indirgemek anlamına gelir.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP