İNSAN BİLİMLERİNDE TEMELLENDİRME SORUNU - 1

Ömer Naci SOYKAN

Felsefenin bilimlerle ilgisinin başlıca bir tarzı, onun bilimleri temellendirme çabasıdır. Bilimin temellendirilmesi, onun nesne alanının betimlenmesi, bölümlenmesi, kavramlarının açık kılınması, kavramsal yapısının ortaya çıkarılması, yöntem, araç, erek, bakımından sorgulanması ve bu suretle bilimsel etkinliğin çepeçevre aydınlatılması çabası olarak anlaşılabilir. Kuşkusuz yapılmış her tek temellendirmenin tüm bu belirtileri yerine getirmiş olduğu söylenemez. Ama çizilen bu çerçeve, başarılı bir temellendirme için bir model oluşturabilir.

Gerçi felsefenin bir insan bilimi olan tarihe gösterdiği ilgi, Platon ve Aristoteles'ten günümüze dek süre gelmiştir. Ancak insan bilimlerinin diğer alanlarına da el atılması ve bu alanların bir bütün olarak çerçevelendirilmesi çabaları için l8.hatta 19.yüzyılı beklemek gerekti. Oysa doğa bilimleri, daha 17. yüzyılın başında felsefi temellendirmenin konusu olmuştu. Bu tarihte Bacon'dan beri bu bilimlerin temeli ve yöntemi üstüne araştırmalar yapıla geldi. Bunlar bir süreklilik ve tarih oluşturdu. Ama aynı şey, tarih, toplum, politika, hukuk, devlet, iktisat, teoloji, sanat gibi her biri insan başarısı ve insan tininin nesneleşmesi olan alanların bilgisinin bütünü üstüne yapılmadı. Doğa bilimlerinin konularının dışında ya da karşısında bulunan bu alanlar, ortak bir ad altında bile toplanamadı. Ancak 18.yüzyıldan beri karşısında bulunan bu alanlar, ortak bir ad altında bile toplanamadı. Ancak 18.yüzyıldan beri bilimlerin bu grubu için ortak bir ad bulma ihtiyacı doğdu. Bu konuda "sciences morales", "tin bilimleri", "kültür bilimleri", "insan bilimleri" gibi çeşitli adlar önerildi. Bugün bile bir ad üzerinde uzlaşma sağlanmış değildir.

Filozoflar, içinde bulundukları felsefi geleneklere ve kendi bakış açılarına göre bu adlardan birini seçmektedirler. Örneğin Alman düşünürleri, daha çoğu, "kültür bilimleri" adını yeğler. Bu tercih de bir temellendirmeye dayanır. Bu amaçla bir kültür tanımı verilir. Bu tanım, çoğunlukla "insan tininin nesneleşmesi" biçiminde olur. Böylece kültür bilimi, bu "nesneleşme"yi kendisine nesne olarak alan bilim diye anlaşılır. Ama bir tanımdan yola çıkan bir bilim kavramı, bu tanıma uymayan bir bilimle karşılaştığı zaman ne yapacaktır? Örneğin psikoloji, insanın kendisinden bağımsızlaşan insansal tinin nesneleşmssinin değil, doğrudan doğruya insanın kendisinin bilimidir.

Buna göre o, kültür bilimieri içine giremeyecektir. Ama kuşkusuz her seçme edimi, yine de bir temellendirmeyi birlikte getirir. Buna göre bizim buradan "insan bilimleri" adını kullanmamız, bizden de bir temellendirmenin beklendiğini düşündürebilir. Fakat biz daha başlangıçta bir kavram tanımlaması yapıp. bundan tümdengeljmsel çıkarımlar yaparak işe koyulmak istemiyoruz.

Öte yandan bu grup bizim için bir ad kullanma ihtiyacı, geçici de olsa temellendirilmemiş bir adı seçmeye bizi kaçınılmaz biçimde götürmektedir. "İnsan bilimleri" adı da tam uygun değildir.
Örneğin, bir insan bilimi olan psikoloji gibi insanın kendisine ilişkin olan fizyoloji, histoloji, patoloji, psikiyatri ve benzer tıp bilimleri, doğa bilimleri içinde yer alır. Ama biz tanımdan yola çıkmadığımız için, temellendirmemiz herhangi bir tanıma dayanmayacağından, bu eksiklik, yalnızca pratik bir uzlaşımla giderilebilir.

Bir ad fetişizmine saplanmanın hiçbir anlamı yoktur. "Doğa", en geniş bir kavram olduğu ve "insanı da içine aldığından, onun karşısında, dışında herhangi bir kavram bulunamaz. Buna rağmen doğanın içinde,de bulunsa insanın, insan basanlarının, insan tininin nesneleşmelerinin alam bir bütün olarak çerçevelendirilmek istendiğinde, bu çerçevenin dışında kalan alanın asıl "doğa" olarak adlandırılması, hangi kültür çevresinden olursa olsun belki de tüm filozofların paylaştığı ve ya paylaşabileceği bir kamdır. Bu bakımdan doğa ile insan daima bir karşıtlığı ortaya koymuştur. Ayrıca bir tanım olmakla birlikte, "kültür"ü en geniş çerçevede betimleyen "Kültür, insanın doğa karşısına koyduğu her şeydir." sözünde de bu "doğa-insan" karşıtlığı açıkça görülür. Tüm bu nedenlerle, doğa bilimlerinin karşısında yer alan ve hepsi de insana ilişkin olan bu bilimlerin tümünün "insan bilimleri" adıyla gösterilmesine biz de katılıyoruz.

Kant, "İnsana gerçekten gereken bir biîim, bir insan olmak için ne olmak gerektiğini insanın ondan öğrenebileceği kimdi"' diye dursun, insan bilimlerinin tarihi, günümüzde doğa bilimlerinin temel çizgilerde sahip olduğu açıklık ve belirlilikten yoksundur. Bu, neden böyle olmuştur? Bu soru, bizim burada bir çözüme kavuşturmayı deneyeceğimizi asıl ödevdir. Biz. doğrudan doğruya insan bilimlerinin bir temellendirmeini yapmayı değil, fakat öncelikle neden böyle bir çabanın şimdiye dek başarılı bir biçimde gerçekleştirilemediği sorusunun bir yanıtını, bu konuda karşılaşılan başlıca güçlüklerin neler olduğunu betimleyici ve çözümleyici bir tarzda dile getirmeyi diliyoruz.

Batı'da 19. yüzyıla gelindiğinde tarihsel-toplumsal gerçekliğin bütününün bir bilgisi olma savında olan iki görüş vardı: Almanya'da, kökleri Hristiyan Örtaçağ'ına dayanan "tarih felsefesi" ile Fransa ve İngiltere'de "sosyoloji". Gerçi daha 14. yüzyılda İslam dünyasında İbni Haldun tarih felsefesinin temellerini atmıştı; ama batı düşüncesi onu ancak 19. yüzyılın sonlarında tanımıştı. Fakat bu tanıma da sınırlı ölçüde daha çoğu marksçi düşünürlefce olmuştu. Bir tarih teolojisi ve felsefesi olarak Augustinus'la başlayan tarih felsefesini, başlıca olarak Vico, Humboldt, Kant, Herder ve Hegel geliştirdi. Tarihsel gerçeklik, bu tarih felsefesi geleneğinden bazen bir temel düşünceyle, bir ide ile, bazen tanrısal olan ile bazen gelişme yasası gibi bir bağıntı kavramı ya da daha başka formüllerle açıklanmak istendi. Ve her zaman teolojik metafizik öğeleri içinde taşıdı. Kant bile bunun dışında değildir. Kant, "Doğanın kullandığı, onun tüm oluşumlarının gelişimini meydana getiren araç toplumdaki aynı karşıtlıktır." demekle doğa gibi toplumu da aynı
teolojik karşıtlık ilkesinin belirleyiciliği altına sokar. Çünkü ona göre "Doğanın en yüksek nedeni (...) Tanrı'dır" . Böylece, toplumdaki karşıtlık da yine aynı en yüksek nedenin şemsiyesi altına girmiş olur. Hegel'in tarihi Tanrı nın kendini açması ve Tin'in özgürlüğünün bilincine varma yolu olarak görmesi, tarihsel dünya sürecinin dinsel-metafizik tarzda bir soyutlaması olmanın ötesinde tek tek insan bilimleri için bir temellendirme olmadı. Böylece tarih felsefesi, tarihsel sürecin bir yasasını tarihsel-toplumsal gerçeklikten çıkarma başarısını gösteremedi.

Marx'in ve marksçıların tarih anlayışı ise kendisini bir tarih felsefesi diye sınırlandırmanın dışında tutarak kendine uygun gördüğü "tarihsel" ya da "diyalektik materyalizm" adını benimsedi, hem tüm tek tek bilimleri içinde barındıran bir genel bilim hem de tıpkı bir doğabilim gibi "yasa keşfeden" bilim olma savını güttü. O, bu tutumuyla bir "dünya-görüşü" olmanın ötesine ana çizgilerde geçemedi.

Tarih felsefesinin karşı yanında, kaynağını 18. yüzyüm son çeyreğinden beri Avrupa toplumunda ortaya çıkan sarsıntılarda bulan sosyoloji yer alır. Toplumu yeniden bir örgenleşmesi ihtiyacına yanıt arayan bu bilimin kurucusu Comte, mantıkçısı Mill'dir. Comte doğabilimin yönteminin sosyolojiye uygulanırlığını savunurken ve sosyolojiyi bilimler sıradüzeninde (hiyerarşisinde) en üste koyarken Mill, doğa bilimleri ile insan bilimlerini birbirinden ayınr, Comte'un bilimden bile saymadığı psikolojiyi toplumbiliminin de içinde yer aldığı insan bilimlerinin temeline koyar, tarih bilimini ise doğa bilimleri katına yükseltmek ister.

Comte'un bilimleri sıralamasında doğabilim-toplumbilim biçiminde bir ikili ayrım yoktur, Ona göre bütün bilimler, bir "doğal sıradüzen" içinde yer alır. Sosyoloji, insan toplumunda bulunan her şeyi kendisinde biricik bilim olarak toplar. Sosyoloji, tarih, iktisat gibi diğer insan bilimlerine hiçbir yer vermez. Tüm tek tek insan bilimlerini bir bilim içinde eritmek, bu bilimlerin her birinin kendine özgü özellikler gösteren nesnelerini de bir ve aynı türden nesne olarak görmek demektir. Hiçbir biçimde kabul edilemez olan bu durum, doğa bilimleri için de geçerli olamaz. Orada da tüm fiziksel, kimyasal, dirimsel süreçlerin hepsini birden içine alacak tek bir bilimden söz edilmez. "Doğabilim" diye ne tek tek doğa bilimlerinden ayn genel bir bilim ne de tek bir bilim vardır. O, bilimlerin bir sınıfını bir araya toplayan yalnızca bir bakış açısını gösterir.

Pozitivist sosyolojinin ikinci bir temel yanlışı, onun doğabilimsel yöntemi insan toplumuna uygulamak istemesidir. Comte, bu uyguJamann yapılabilmesi için kendi kurama uygun olarak istemesidir. Comte, bu uygulamanın yapılabilmesi için kendi kuramına uygun olarak tek insant bireyi yok saydı. O şöyle der: "Pozitivizmin tini için asıl (bireysel) insan yoktur; tersine yalnızca insanlık vardır." Bireyi yok sayıp, yalnızca toplumu var sayan bu düşüncenin yalnızca bir soyutlama olduğunu bizim düşüneceğimizi de Comte düşünmüş olmalı ki bu sözlerini böyle sürdürür. "Şayet toplum düşüncesinin hâlâ (daima) bizim tinimizin bir soyutlaması olduğu görülüyorsa, bu, herşeyden Önce eski felsefi düşünme tarzında yatar; çünkü bu niteleme, gerçekte -en azından bizim türümüzde- birey düşüncesine uygun düşer."

Tek insanı bir soyutlama olarak gören Comte pozitivizminin biricik hedefi, tıpkı fizik, kimya, biyoloji gibi genel yasalara varan bir toplum bilimidir Bu noktada Dilthey, Comte'u şöyle eleştirir:

"Bilimlerin sıradüzenin bu bağınüsmda Comte, kendisine toplumu gütme iîkesi olarak hizmet edecek olan insansal gelişmenin tüm bağıntısının zorunlu yönünü tarihsel dünya süreci algısından çıkarır ve onu biyoloji yoluyla doğrular. -Biyolojik doğrulamada onun sosyolojisinin yaşamsal noktalarına açıkça dokunuyoruz. O halde, yapımı, sosyolojinin yaratılmasını ilkin olanaklı kılan biyolojik temel nedir? Comte yanıtlıyor; Sosyolojinin kullandığı yöntemin önce doğa-araştırması alanında oluşması gerekiyordu. İnsanın içinde bulunduğu ortam ilkin cansız doğa bilimlerinde bilinmeliydi. Böyle olsa da biz yine sosyolojinin kendisinin orta noktasına erişen bir bağıntıdan söz ederiz. "

Comte'un bu açıklamasına gülmemek için kendisini güç tuttuğunu söyleyen Dilthey, bu sosyolojinin gerçek temelinin naturalist metafizik olduğunu sözlerine ekler. Doğal olayı açıklamak amacıyla bir hipotezin kabulü, deney yoluyla hipotezin doğrulanması, bu suretle elde edilen sabit olan şeyin genel yasa olarak ortaya konması, doğabilimsel yöntemin esasını oluşturur. Burada deney doğa olayım temsil eder, onun yerine geçer ve bu yolla doğa olayı hipoteze tabi kılınmış olur. Kuşkusuz, eğer deney hipotezi doğrulanuyorsa, bu kez başka bir hipotez alınır ve aynı şey onun için yapılır.

Doğabilimde amaç, doğaya egemen olmak olduğu için, doğa olaylarını, onlara egemen olacak bilimin hipotezlerine tabi kılmak suretiyle onlar üzerinde egemenlik sağlanır. Teknik-teknolojik uygulamalar ve bunların sonuçlan bir yana, doğabilimin kendisi için doğa olaylarına egemen olmak, o olayların önceden beklendiği gibi vuku bulduğunu görmek demektir. Zaten sözü geçen uygulamalar da bu beklentiye göre gerçekleştirilir. Ama aynı şeyin insan bilimleri alanında yapılması söz konusu olamıyacağı kendiliğinden yeterince açıktır. Ancak yalnızca şu anda var olan topluma öyle bir yöntemin uygulanabileceği kuramsal olarak söylense bile insan bilimlerinin önemli bir alanım oluşturan tarih için bunun hiçbir biçimde olanaklı olmadığı ortadadır. Kaldı ki, şu an karşımızda olan toplum öyle bir deney için kullanmanın, insanları önceden kabul edilen bir hipoteze tabi kılmanın insanlık için ne derdi büyük tehlike olduğunu görmemek olanaksızdır.

İnsan bilimlerinin sağın (kesin) olmaması, onlar için bir eksiklik değildir. Tersi olsaydı, o zaman söz konusu tehlike ile karşı karşıya kalınırdı. Eğer toplumu elinde tutan güç odaklan, toplum için önceden belirlenen bir hipoteze toplumu tabi kılmak üzere onu biçimlerse, -bu, en azından kuramsal olarak olanaklıdır- o zaman bu toplumbilim, sağın bir bilim olurdu.

Kavram oluşumu, bilimlerin kavram oluşumları arasındaki aynm, doğa ve insan bilimleri ayrımının yükünü tek başına taşıyamamasına karşın, yine de örneğin fizik ile tarih bilimlerinin başlıca bir ayırıcı özelliğidir. Buna bir örnek olarak, "zaman" kavramının bu iki bilimde farklı kavranıştnı Heidegger'in düşünceleri çerçevesinde göstermek istiyoruz. Heidegger, tarih biliminin zaman kavramı ile fiziksel zaman kavramının bu iki bilimde hangi yapıya sahip olduğunu sorar ve yapıdan da- kavramın bu bilimlerinin ereğine uygun işlevlerde ortaya çıkışını anlar.
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP