İNSAN HAKKINDAKİ BAZI FELSEFİ GÖRÜŞLER ÜZERİNE - 3

Cassirer’e göre, filozof, yapay bir insan oluşturmayı kabul etmez, o gerçek bir insanı betimlemelidir. Sözüm ona, tüm insan tanımları bizim insanla ilgili deneyimlerimizle teyit edilmedikleri ve onlara dayandırılmadıkça, özsüz spekülasyondan başka bir şey olamaz. İnsanı anlamak için, onun tüm yaşamını ve tarihsel geçmişini anlamağa çalışmak diğer yol ve yöntemlerden daha verimli olmaktadır. Fakat, burada bulduğumuz; her girişimi tek ve yalın bir formül içine dahil etmeye karşı çıkan bir şeydir. Çelişme, insan varlığının asıl unsurudur. İnsan yalın ve ahenkli bir neliğe sahip değildir. O, var olan ile var olmayanın acayip bir halitasıdır.

Cassirer, insanı anlamak için; şu varsayımdan hareket eder: “İnsanın ‘özü’ ya da neliği ile ilgili herhangi bir tanım varsa bu, töze ait değil sadece ‘işlevsel’ bir şey olarak anlaşılabilir. İnsanı, ne metafizik özünü meydana getiren bir temel ilke ile, ne de tecrübî gözlem ile araştırılabilecek herhangi bir kalıtsal yeti veya içgüdü (instinct) aracılığı ile tanımlayabiliriz. İnsanın belirgin niteliği, onun ayırıcı işareti, metafizik ve fizik neliği değil, onun işlevidir. Bu çaba, insanlık dairesini tanımlayan ve belirleyen insan faaliyetlerinin bir sistemidir. Dil, efsane, din, sanat, bilim ve tarih bu dairenin çeşitli bölümleridir… Dil, sanat, efsane, din, -insan hayatından- soyutlanmış, rastlantısal yaratılar değildir. Onlar ortak bir bağ sayesinde korunmaktadırlar. Fakat bu bağ, skolastik düşüncede tasarım ve betimlendiği gibi ‘vinculum substantiale’, töze ait bir bağ değil, ‘vinculum functionale’ işlevsel bir bağdır. Bizim araştırmamız gereken şey; dilin, efsanenin, dinin sayısız biçimleri ve ifadelerinin çok gerilerinde kalan temel işlevleridir ki, son çözümlemede ortak bir ilk kaynağa ulaşmak için çaba göstermeliyiz.” Cassirer, bu düşüncesiyle ne rasyonalist ne amprist ne de dinsel dünya görüşlerinin insan yaklaşımına katılır. Onun, insanı belirginleştiren öğenin, insanın gerçekleştirdiği işlevselliği olduğunu savunması tüm klasik ve modern yaklaşımların birbiriyle kaynaştırılıp yeni bir insan anlayışının oluşturulmasına katkı yapacağı kanısındayım.

İnsan her nasılsa yükseklerden düşürülmüş, geldiği evrenden de tümüyle bağlarını koparmamış, ara sıra anımsıyor, bir şeylerin açlığını, eksikliğini ve hasretini duyuyor. Ancak, onun içinde yaşadığı fizik evren, ona iç dünyasını unutturmağa ve oyalamağa çalışıyor. Felsefi düşüncenin diyalektik farklılaşma süreci içerisinde, aslında temel bir yanlışı zıt iki gruptan birine çekerek insanın hakikati bilme merakı tatmine çalışıldı, ancak insanın anlaşılması biraz daha zorlaştırıldı ve insan bilmecesinin kördüğüm olmuş ilmekleri biraz daha katılaştırıldı. Bunlardan biri; insanın kendi dışında ama kendisiyle iç içe ve doğrudan bir temasla etkilenip etkilediği doğa ve doğal olaylar diğeri de kendi iç dünyasında, onunla doğayı ve kendisini tanımladığı zihin faaliyetlerinin ne olup olmadığı ile bunların nasıl gerçekleşebildiği ve bu faaliyetleri yapanın ne olduğu sorularının cevabını arayan bilme merakının –zihnin- kendisidir. Bu iki zıt ve farklı yönlerde seyreden felsefi faaliyet, her iki faaliyeti de yapan varlığın kim olduğu düşüncesine yönelik merak duygusunu gölgede bırakınca, insanın kendisi devre dışı kaldı. Başlı başına bir insan felsefesi zihinsel faaliyetlerin çok uzaklarına düştü. Göz kendi içini göremediği gibi insan, kendisi için olanların arasında kendisini unutuverdi. Oysa ki, hem dış dünya hem insanın iç dünyası, insanın kendisi tarafından inceleniyordu.

İnsanın yüceliği herhangi bir konuyu -felsefi, bilimsel sanatsal ve dinsel inceleme tutkusu ve kararlılığından değil bunları neden incelemesi gerektiğinin farkında olması gereken ahlâksal bilinç sahibi bir varlık olmasından gelmelidir. Araçların amaç yerine konulmasıyla insan anlayışları, insani dediğimiz çizgiyi tümden kaybedebilir.

Herakleitos’un ‘herşey, çelişkilerin ahenkli birliğinden doğar’ düşüncesi insan için tam anlamını bulur. Zıtların birliği, düşünce, davranış ve tutumlarındaki ahenk. İnsan, hem sevgi hem de nefret duygusu taşıyan bir canlıdır. Yine insan, hem madde hem anlam yönü olan bir varlıktır. İnsan hem geçmişe hem geleceğe ait olan bir varlıktır. İnsan, hem bireycilik hem de sosyallik yönü olan bir varlıktır. Hem savurganlık hem de cimrilik yanı olan bir varlıktır. İnsan hem cüretkar hem de korkak bir varlıktır. İnsanın neliğini kavramağa çalışan spiritüalistler onu maddesinden uzaklaştırıp göğe, materyalistler de manasından soyutlayarak yere çekerler ve insan birbirine zıt iki yaklaşım arasında çekiştirilip gerilerek neliğinden uzaklaştırılmış olur.

İnsan, incelemenin başlangıcında, nesnel bir varlık olması, yani uzayda yer kaplaması nedeniyle, cansız madde evreniyle, doğması büyümesi ve ölmesi yönüyle bitki evreniyle, bunlara ek olarak hareket ederek, yer değiştirerek beslenip yaşaması, acı duyması ve etki edip tepki göstermesi nedeniyle de hayvan evreniyle ve zihinsel ve gönül işlevleri yönüyle de aşkın evrenle ortak paydaya sahip bir varlıktır. İnsan organik yönden ve fiziksel bakımdan kendisine benzeyen hayvanlara kendisini daha yakın hisseder. Bunlar insanın kendi dışındaki nesnel ve ruhsal varlık evreniyle kurduğu bağıntılara girer. Acaba insan tüm bunların dışında nedir? Ne değildir. Cansız nesneleri, bitkileri ve hayvanları Ne, insanları ise Kim? sorusuyla belirliyoruz. ‘Kimse’, salt nesne olan ’Ne’den bilinç sahibi olan bir şahıs olmasıyla ayrılmıştır. Bilinçlilik ve bilinçsizlik canlılar evreninde önemli bir ayrımdır.

Cassirer’in, insanın belirgin karakterinin, onun ayırıcı işaretinin, metafizik ve fizik tabiatı değil, onun işlevidir, ifadesiyle insanın eylemlerinin tek başına ne fizik ne de aşkın bir gücün eseri olmadığını bunların ikisinin ortak eseri olduğunu anlarsak, bir eylemin (aksiyon) yani işlevsel olmanın fizikselliği ve ruhsallık yönünün olduğu sonucuna varabiliriz. İnsan, devamlı olarak kendini araştıran, varoluşunun her anında varoluşunun şartlarını incelemesi ve denetlemesi gereken bir yaratıktır. İnsan hayatının gerçek değeri, kendisiyle bu dikkatli hesaplaşmada, insan hayatına yönelen bu eleştirel tavırda bulunur. Sokrates, Savunma'sında ‘tecrübe edilmemiş bir hayat, yaşamağa değmez’ diyor. Sokrates’ın insan tanımını, kendisine aklî bir soru sorulduğunda ‘aklî bir cevap verebilen varlıktır’ diye yapabiliriz. İnsanın gerek bilgisi, gerekse ahlâklılığı bu dairede idrâk edilebilir. İnsan bu temel kâbiliyeti ile yani, kendine ve başkalarına cevap verebilme yetisi ile ‘sorumlu’ bir varlık, ‘ahlâki bir özne’ olur.

Cassirer, ideal anlamda tözsel bir birlik bulma eğiliminin insan incelemelerinin önünü tıkadığından söz ederek dogmatik tutumdan, yani varlıkların tümünü ortak bir cevhere indirgemek yerine, varlıkların birliğini fonksiyonel bağlama eğilimine yönelmek gerektiğini belirtir. Cassirer’e göre, insan kültürünün değişik şekilleri, neliklerindeki bir özdeşlikten dolayı değil, asıl görevlerindeki uyum sayesinde birbirinden ayrılmazlar. Eğer, insan kültüründe bir denge varsa bu, statik bir denge değil ancak dinamik bir denge olarak betimlenebilir. O, zıt güçler arasındaki mücadelenin bir sonucudur. O halde, tözsel anlamda değil de işlevsel anlamda metafiziği yeniden, yeni bir ışık altında görüp insanı, tabiatı ve hayatı varoluşundan itibaren inşa etmek gerekiyor. İnsan niçin önemli, insana yapılan yatırım neden yaşamsal? Bir Çin atasözünün soruna anlamlı bir ışık göndereceği kanısındayım. Bir yıl sonrasını düşünmek isteyen buğday eksin, on yıl sonrasını düşünen meyve ağacı diksin, yüz yıl sonrasını düşünen de insanı eğitsin. İnsan yalnızca kendi deneyim ve görgülerinin birikimiyle kendini biçimlendiren ve kişiliğini oluşturan varlık değildir. Bunların yanında onun ebeveynlerinden genetik ve kültürel nitelikli etkiler aldığı biyolojik ve sosyolojik verilerle belirlenmiştir.

Neliğini ve işlevselliğini kavrayan insanın, hür iradeli, güvenli ve esenlik içinde yaşaması için bir ‘insanî iklim’ ve ‘çevre’ oluşturacağı varsayılır. Kendi işlevselliğini anlayan, kavrayan ve keşfeden insan, kendini inşa edip büyük evren içinde konumlandırarak, ‘yaşadığım bu evrende, bu dünyada, bu dönemde ben de varım ve ben bu dünyada yeri ve değeri olan bir bireyim’ diyebilecek bir yetkin birey aşamasını yakalayacaktır. Toplumsal ve bireysel durum alışımızı belirlememiz gerekir. Dünyayı elde etmek yerine dünyaya kendinden bir şey katmak, dünyayı tüketip bitirmek yerine, onu, kendi emeği, zihni ve gönlüyle imar ve inşa etmek erdemli ve yetkin insanın hedefi olmalıdır. Merhum Akif’in de dediği gibi, ‘Yıkmak yapmak kadar insana hiç sürur mu verir/Onu en sunta adamlar bile becerir’.

Sonuç

Madde ile anlamın bütünleştiği bir varlık olma özelliğini neliğinde taşıyan insana, bütünsel bir yaklaşımla bakılmalıdır. İnsan, salt maddesel yaklaşımla maddeyi, salt ruhsal yaklaşımla hayatın maddesiz formunu yakalayabilir. Hayatı, tabiatla birlikte yakalayan yaklaşım, ancak evrensel bir bakışla gerçekleşebilir. İnsan, hayata salt maddesel yaklaşımla, tabiata da salt ruhsal yaklaşımla bakarak, varlığı ancak, resmin negatifi tarzında algılayabilir. İnsanı iyi tanımak, doğru bilmek tam anlamağa çalışmak gerekir. İnsanın hem maddesel hem de ruhsal gereksinimleri, ilgileri, eğilimleri, kapasitesi, direnci ve zaafları ortaya konmalıdır. İnsanın bu ilgi ve eğilimlerinden her biri, bir diğerinin önüne çıkarılmamalı ya da yok sayılmamalıdır. Bunların her birine, gereğince eğilim ve ilgi gösterilmelidir.

İnsanın zihinsel, duygusal ve ruhsal dinginlikle ilgili (kalbî) gereksinimlerini karşılayan çeşitli iş ve faaliyet alanları vardır. İnsan üzerine inceleme yapan ve onun üzerinde zihinsel spekülasyon yapan düşünürlerin çoğunun, bunlardan bazılarının ya da birinin, insanın tüm gereksinimlerini karşılayacağı görüşünden hareketle diğer alanları ya göz ardı ettikleri ya da yok saymağa çalıştıkları görülmüştür.

İnsanı bilmek ve anlamak hatta yorumlamak için o, hem sureti hem de siretiyle irdelenmelidir. Fiziğimizi korumak ve kollamağa yani, kendimize ait olan şeyleri titiz ve dikkatlice incelememize karşın, siretimizi yani kendi iç dünyamızda olanları incelemeğe zaman ayırmıyoruz Oysaki siret, insana, suretinin verdiklerinden daha fazlasını verir. Siyret bizim insanın kendisinde olup da her zaman göremediğimiz, ara sıra onun düşüncesinde, davranışında ve tutumlarında kendini açan bir olgudur.

KAYNAKLAR

Aslan, Ömer, Kur’an ve Hoşgörü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Kayseri 2002.
Capra, Fritjop, Batı Düşüncesinin Dönüm Noktası, Çev. Mustafa Armağan, İstanbul 1992.
Cassirer, Ernst, An Essay on Man, Yale University Pres, 21. Baskı, London and New
Haven, 1970. The Myth of State, Doubleday INC., Garden City, New York 1955. The Philosophy of Symbolic Forms III, New Haven and London, Yale University Press. 1985.
Erdem, H. Haluk, “Karl Jaspers’in Felsefesinde İnsanın Varoluşunu Gerçekleştirmesi
Olarak İletişim”, Felsefe Dünyası, Sayı: 35, 2001.
Gökberk,Macit, Felsefe Tarihi, Ankara 1974.
Heistermann,Walter “Kant’ın Felsefesinde İnsanın Yeri”, çev.: Tomris Mengüşoğlu, Felsefe Arkivi, Sayı 20, İstanbul 1968.
İbn Arâbî, Füsûsü’l Hikem, Çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 2003.
Jaspers, Karl, Felsefeye Giriş, çev. Mehmet Akalın, İkinci Baskı, İstanbul 1981.
Kavadarlı, Güngör, “Anlam Arayışı”, http://historicalsense.com/Archive/ Fener16_1.htm: 12.10.2001.
Keklik, Nihat, Sadreddin Konevi’nin Felsefesinde Allah- Kâinat ve İnsan, İstanbul 1967.
Laerce, Diogenes, Vie, Doctrines et Sentences des Philosophes İllustres, C. 2, Paris, 1965.
Mengüşoğlu, Takiyettin, İnsan Felsefesi, İstanbul 1988.
Celâleddin, Mevlânâ, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak, Cilt I, İstanbul 1988. Fihi Ma-Fih, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İst, 1959. Macalis-i Sab’a, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Turizm Derneği Yayını, Konya, 1965.
Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara 1987.
Scheler, Max, İnsanın Kozmozdaki Yeri, Çev. Harun Tepe, 3. Baskı, Ankara 1998.
Ülken, H. Ziya, İslâm Felsefesinin Kaynakları ve Tesirleri, Ankara 1967.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, İstanbul 1964.
Yakıt, İsmail “Türk-İslâm Düşünürü Mevlâna’ya Göre, İdeal İnsan Tasavvuru”, Felsefe Arkivi Dergisi, İstanbul 1987.
1 | 2 | 3

2 Yorumlar

21 Ekim 2008 04:03  

felsefe, herşeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. iman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.

Adsız
8 Ocak 2009 01:52  

İNSAN HAYATI BOYUNCA KENDİNİ TANIMAYA ÇALIŞIR ASLINDA.HEP PARÇALANDIĞINI DÜŞÜNÜR AMA YAŞLANDIĞINDA KARARLI BİR HALDEDİR ASLINDA.BUNU ODAYA SIKTIĞIMIZ PARFÜMÜN ODANIN HER TARAFINA YAYILMASI GİBİ DÜŞÜNÜYORUM.PARFÜMÜN DAĞILDIĞINI(DİFÜZYON) DÜŞÜNMEK ONUN KARARLI OLMAYA ÇALIŞTIĞINI YADSIMAK DEMEKTİR.SONUÇ OLARAK İNSAN NEDİR SORUSU İÇİN TEK TEK BÜTÜN İNSANLARI TANIMALIYIZ VE O İNSANIN KENDİNİ TANIDIĞINI DÜŞÜNEREK...SANIRIM ZOR GÖRÜNÜYOR..

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP