HEİDEGGER'DE "DAS MAN" KATEGORİSİ - 3

«Günü gününe yaşıyordum, ben-ben-ben'den başka bir süreklilik tanımadan. Günü gününe kadınlar, güriü gününe erdem ya da kötülük, günü gününe, köpekler gibi, ama benliğim her gün sapasağlam iş başında. Böylece yaşamın yüzeyinde, bir çeşit sözcüklerin içinde, hiçbir zaman gerçeğin içinde değil... İşte böyle yaşayıp gidiyordum. Şöyle bir okunan kitaplar, şöyle bir sevilen dostlar, şöyle bir gidilen kentler, şöyle bir elde edilen kadınlar. Tüm yaptıklarımı sıkıntıyla, dalgınlıkla yapıyordum. Ardımdan geliyordu kişiler, tutunmak istiyorlardı, hiçbir şey yoktu bende, mutsuzluk buydu işte onlar için. Çünkü ben unutuyordum. Kendimden başka ansıdığım birşey yoktu.

Yavaş yavaş geri döndü belleğim. Daha doğrusu ben ona doğru gittim, orda buldum beni bekleyen anıyı....»

Clamence belleğinin derinliklerine doğru çıktığı yolculukta yaşamını yeniden değerlendirirken bu kez bir komedyen olarak görür kendisini. Ona iyi,ve haklı olduğu kuruntusunu veren önceki etkinliklerini farklı bir öz içinde görmeye başlar:

«Kaldırıma ulaşması için yardım ettiğim bir körden ayrılırken selâmlıyordum onu. Bu şapka çıkarma gerçekte onun için değildi, göremezdi o bunu. Peki, öyleyse kimin içindi? Halk için. Oyundan sonra selâmlar. Hiç de kötü degil ha? Gene o günlerden birinde yardım ettiğim için teşekkür eden bir şoföre 'Hiç kimse bunu yapmazdı' dedim. Tabiî 'Kim olsa yapardı' demek istemiştim. Ama, bu berbat sürçme yüreğime oturdu. Alçakgönüllülükte gerçekte yoktu üstüme.»

Söz konusu kahkahadan sonra Clamence erdemlerinin altında yatanın ne olduğunun bilincine varacaktır:

«Elbet benim de kendimce ilkelerim vardı, örneğin dostlarımın karıları kutsaldı benim için. Tam bir özdenlik içinde kocalarıyla dostluğa başlamadan birkaç gün önce keserdim ilgimi»

Artık Clamence kendi kapısının üstüne ancak şöyle bir tabelanın yakışacağını düşünmektedir:

«İki yüzlü, bir sevimli Janus, altında evin arması: 'Güvenmeyin buraya.' Kartlarımın üstüne: 'Jean Baptiste Clamence, oyuncu'»

Camus Düşüş'te, «Das Man» tarzında bir yaşam üslûbuna, böyle bir yaşam seçildiğinde değerler ile değerii ilkelerin ne denli yozlaşabileeeğine bir ayna tutmaktadır. Öte yandan, sadece bir çeşit günah çıkarma ile de insanın bu yüzeysellik alanından, genel bir yabancılaşmadan kurtulmasının imkânsız olduğu yine Clamence'in kişiliğinde göz önüne serilmektedir.

Kahkaha, Clamence'a «Das Man»ı göstermiştir göstermesine, ama bir imkânı yakalaması için yeterli değildir bu kadar. Clamence'in bu kez Amsterdam'da başka bir rolü oynadığı görülmektedir. Clamence, kahkaha olayından iki-üç yıl önce, bir gece yarısı Seine nehri kıyısında dolaşırken genç, ince bir kadının kendisini suya attığını görmüştü. Bir yandan, yardım etmek için elini çabuk tutması gerektiğini düşünürken, diğer yandan da kımıldamadan durmuş ve «Çok geç, çok uzak...» diye kendi kendisini aldatmaya çalışmıştı. Daha sonra (kahkaha olayını yaşadıktan sonra) bu tutumunun iyice farkında olmuş ise de Düşüş, Clamence'in aynı konu ile ilgili şu sözleriyle bitmektedir:

«Oy genç kız, at kendini bir kez daha suya, ikimizi birden kurtarmak talihi edimde olsun bir ikinci kez, ha, ne sakıncasızlık. Bir de, baktınız, inandılar sözümüze, Eee? yerine getirmek gerek değil mi? Brr!... Su soğuk. Ama tasalanmayın. Geç oldu artık. Her zaman çok geç olacak. Ne mutlu bize!»

Herşeye rağmen, Clamence'm kendi kişiliğinde «günün adamı» nı ve «herkesi içine alan bir portre» görmüş olması dolayısıyla bir bakıma bir üstünlüğe ve özel bir yere sahip olduğu söylenebilir:

«Ortak çizgileri alıyorum: ikimizin de acı çektiği deneyler, paylaştığımız güçsüzlükler, en sonunda bende ve başkalarında şiddetle kendini gösteren günün adamı... Bununla herkesi içine alan bir portre çiziyorum. Daha doğrusu bir maske, yeterince karnavallardakine benzeyen, hem sadık hem de iyicene basitleştirilmiş: önünde herkesin kendi kendine «Bir yerde karşılaşmıştım bununla dediği bir maske. Portre bittiğinde tıpkı bu akşamki gibi, tam bir perişanlık içinde gösteriyorum onu: 'İşte! Ne yazık ki bu benim işte!' Savlama (İddianame) bitmiştir. Ama çağdaşlarıma sunduğum bu portre birden Mr ayna oluyor.»

Daha önce de görüldüğü gibi, «das Man»in asıl özelliği bu portreyi hiçbir zaman bilinç yüzeyine çıkaramamasıdır. Bu farkında olamayışın en güzel örneklerinden birine Sait Faik'in "Sinağrit Baba" adlı öyküsünde Taşlanmaktadır: Sinağrit Baba, «ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamış», türlü denizleri dolaşmış, diğer balıkları çeşitli tehlikelere karşı uyarmış, onları eğitmiş bu «muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil» derya filozofu, artık yaşamının son demlerinin gelip çattığını düşünmektedir. Sinağrit Baba ki, «ne facialar seyretmiş, ne oltalar kopartmıştır» henüz elden ayaktan düşmeden, «pis bir 'Vatos'un, ... bir canavarın dişine bir tarafını» kaptırmadan kendi yaşamına özgürce bir son vermek ister. Şimdi onun yalnızca tek bir arzusu vardır: «...suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahlûka kendini teslim etmeli.» Ancak, bu «mahlûk» sadece akıllı değil «tepeden tırnağa insanoğlunun insanlığından» ileri gelen diğer özelliklere de sahip olmalıydı, Sinağrit Baba'ya göre, O «öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi.» O gün, Sinağrit Baba'nın kararını verdiği saatlerde denizde beş sandal vardı. Hayalinde yaşattığı insanı bulmak ve kendini ona sunmak için beş sandalı tek tek yoklamayı düşündü: «Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu, balıkçı Hristo'dur: ... Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, fıkaradır, ama... Sinağrit Baba fıkaralıkta gururu sever.» Daha sonra ikinci oltayı geçti: «Bu balıkçı Hasan'dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insanlardan hoşlanır.» Bir başka oltayı kokladı: «Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir... ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç.» Dördüncü oltanın sahibi bir hasistir, oysa «Sinağrit Baba cömertten hoşlanır.» Beşinci sandaldan Nikoli'nin oltası sarkmıştı:

«Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvelâ sarhoştu. Sonra ahlâksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fıkaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba kibirli fıkarayı severdi ama, Nikoli'nin kibirini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen bir şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, taa saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi.»

Aradığı insanı bulamayan Sinağrit Baba kayasının kenarında durup beklemeye başladı. Gittikçe balığa çıkanlar çoğalıyordu. Birden «büyük büyük ışıklar saçan bir olta» dikkatini çekti Sinağrit Baba'nın. Heyecanla ve umutla oltaya yaklaşarak onu kokladı. Tanıdığı biri değildi bu. Yemi ağzına aldığında bir an için bu kişinin aradığı insanın ta kendisi olduğu izlenimine kapıldı ve aynı anda da yakalandı.

«Sinağrit Baba büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. ... bir daha baktı, bir daha baktı. Birdenbire ürperdi..."

Ne görmüştü Sinağrit Baba böylesine ürperecek ve daha sonra da müthiş bir öfkeye kapılacak? İşte aradığı adam bu değil miydi? O adam ki «Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın beklentisi de bu değerlerle ilgiliydi; o halde daha neler umuyordu da kendisini perişan eden bir düşkırıklığına uğramıştı?

Şuydu Sinağrit Baba'yı altüst eden gerçek: Bu kişi hiçbir sınav geçirmemişti yaşamı boyunca ve asla kendi kendisiyle yüzyüze gelmemişti:

«Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur, yaşayacak bu adamm şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç raslamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha, ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti.»
1 | 2 | 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP