HEİDEGGER'DE "DAS MAN" KATEGORİSİ - 2
|
Ingeborg Bachmann'ın Otuz Yaş adlı yapıtındaki kişisi, otuz yaşına kadar «das Man» tarzında bir yaşam sürdürdükten sonra ilk kez kendi bütünlüğü problemiyle, «Kim idi? Kim olmuş tur?»sorusuyla yüzyüze geldiğinde, bu soruyla hesaplaşmaya başladığı zaman bunun farkına varabilecektir:
«Çünkü şimdiye kadar sadece dünden bugüne yaşadı, her gün bir başka denemede bulundu ve kötülükten uzak kaldı. Karşısında pek çok imkânlar gördü ve sözgelişi her şey olabileceğini düşündü: Büyük bir adam, bir yol gösterici, bir dahi filozof.»
Aynı şekilde dostlukları, sevgileri yaşamış «bütün bunları da eğreti olarak, sonradan yine hayır demek üzere yapmıştı.» O güne kadar «Asla düşünmemişti kî...» Neydi onun asla düşünmediği?
«Şimdiki gibi otuzuncu yaşın eşiğinde perdenin kalkacağından, kendisi için başlama işareti verileceğinden ve günün birinde şimdiye kadar neler düşünüp neler yapabileceğini göstermesi, neye önem verdiğini açıklaması gerekeceğinden bir an olsun korkmamıştı.
Asla düşünmemişti ki... Hiçbir şeyden korkmamıştı. Kendisinin de kapana kısıldığını ancak şimdi anlıyordu.»
Bachmann'ın «Kapan» olarak adlandırdığı, kişinin kendi kendisiyle yüzyüze gelmesini engelleyen, onu pek derinden ilgilendirmeyen ve «hazır kurallara dayanan bir oyunun hiç dışına» çıkarmayan, «das Manadan başkası değildir:
«Bana eklediklerini üzerinden sıyırıp atsam, ben kim olurum bu altn Eylül ayında? Bulutlar uçuşmaya başlayınca kim?
...Çünkü düşündüğüm hiçbir şeyin benimle bir ilişkisi yok. Her düşünce, yabancı tohumların yeşermesinden başka bir şey değil. Beni ilgilendiren hiçbir şeyi düşünecek güçte değilim, hep beni ilgilendirmeyen şûyler düşünüyorum. Politik, sosyal ve diğer birkaç katagori içerisinde oluyor düşünmelerim, yer yer yalnızlık içinde ve amaçsız düşünüyorum, ama hazır bulduğum kurallara dayanan bir oyunun hiç dışına çıkmıyorum. Bir ara belki kuralları değiştirmeyi düşünüyorum, ama oyunu değil. Oyunu asla.»
Bu «Kapan»ın bilincine vardıktan sonradır ki, «Das Man» da takılıp kalanlara, «ötekiler»e şöyle seslenecektir:
«İsterdim ki, kafalarının eşsizliğine ve düşüncelerinin sağlam rayicine inanan herkese şöyle sesleneyim: siz yine güzel güzel inanın: Ama şmgırdatıp durduğunuz bu akçeler tedavülden kaldınlrmştır henüz haberiniz yok sizin. Üzerlerindeki kuru kafa ve kartal resimleriyle tedavülden çekin bunları. ... itiraf edin ki, ... görüşlerinizin tümünü kirayla edindiniz, dünyanın imgelerini kira karşılığında ele geçirdiniz... Bir hayalî istasyondan bir hayalî istasyona koşan, bir yere varmış olmayı önemsemeyen yolcular»".
Camus'ün Yabancı adlı yapıtının başkişisi Mersault'yu bu «Olur olmaz konuşmayan» ve «içten görünmeye iyi niyetli olmaya hakkı olmadığını bilen» genç adamı ölüme mahkûm eden de «Das Man» dır. Mersattlt, yaşamının son anlarına kadar genel olarak bu kapan içinde kalmakla birlikte bu dünyaya yürekten katılmayan, «Das Man»ın değerlerini paylaşmayan ve bu sferde kutsal olarak sunulan her şeye sıradan, yüzeysel bir anlam yüklenmiş olduğunu sezen bir kişidir. Onun gözünde, «Das Man»'ın sevgisi, dostluğu, aile anlayışı ... vb. hep yüzeyseldir. Bundan dolayı da Mersauit'un en çok kullandığı sözler «bence hepsi bir» ile «hayır»dır. Mersauit'un asıl suçunu oluşturan da işte onun bu tutumudur.
Yabancıda «Das Man» nasıl göz önüne serilmektedir? Her şeyden önce, onu yargılayan jüri belirsiz bir kitledir, üyelerinin yüzleri yoktur:
«...Oturdum, Jandarmalar iki yanıma geçtiler. O zaman karşımda bir dizi insan yüzü gördüm. Hepsi gözlerini bana dikmişti: bunların jüri heyeti olduğunu anladım. Ancak, birbirlerinden ayrı yanları neydi, pek söyleyemeyeceğim. Bana sanki bir tramvay banketi önündeyim de bütün bu adsız yolcular yeni gelenin gülünç tarafına bulmaya çalışıyorlardı gibi geldi.»
Mahkeme salonunu dolduran, içinde Mersault'nun sevgilisinin, dostlarının da bulunduğu tüm kalabalık için de yine aynı şeyleri söylemek mümkündür:
«Aynı zamanda, bu kapalı salondaki bütün bu kalabalık önünde şaşkına dönmüştüm. Mahkeme salonuna bir kez daha baktım, ama hiçbir yüzü ayırt edemedim. ... O ara, dört bir yana göz gezdirdim: herkes sanki aynı sosyeteden adamların buluştukları bir kulüpteymiş gibi güle oynaya görüşüp konuşuyordu. Aynı zamanda kendimi niçin burada fazla, âdeta bir sığıntı gibi hissettiğimi anladım.»
Kalabalık bakımından Marsault'nun davası sadece «Das Man» a özgü bir merak konusudur. Bu merakı oluşturan da gevezeliği her tarafa yayan, geniş kitlelere neyin nasıl görülmesi gerektiğini dikte ettiren ve bu niteliği ile "das Man"nın en güçlü araçlarından biri olan gazetelerdir:
«...Gazeteci gülümseyerek bana döndü: 'İnşallah her şey yolunda gidecek' dedi. 'Sağ olun.' dedim. O da 'Biliyorsunuz, sizin davayı biraz da biz hazırladık. Bilirsiniz, yaz mevsimi gazeteler için ölü mevsimdir. İse yarar cinsten bir sizin davanız vardır; bir de baba katilininki' diye ekledi.»
«Bu şekilsiz kalabalığa» 'Mersault'dan «sen derece nefret etmesi»gerektiğini öğreten de «Das Man»dır. Çünkü "das Man"ın temsilcileri, onlar, ötekiler olarak bu adsız, belirsiz kitle her şeyi bilmektedir. Öyle ki, Mersault'nun durumunu da ona hiç söz vermeden bütünüyle anlamıştır:
«Benim dâvamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler âdeta. Her şey benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip 'Ama bu kadarı da olmaz yani: Sanık kim burada? Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var' demek geliyordu içimden.»
Ancak, her şeye rağmen «das Man» a özgü iki-anlamlılık da kaçınılmaz olduğundan Mersault'nun avukatı şöyle bağırmak zorunda kalacaktır sonunda:
«îşte bu dâvanın aynası. Her şey doğru ama, hiçbir şey doğru değil.»
Mersault ise, ilk kez kapatıldığı ölüm hücresinde «das Man»in bilincine varacak, yaşamı boyunca içinde biriktirmiş olduğu öfkeyi bu iki-yüzlü, yüzeysel, bütün değerleri değersizleştiren ve her şeyden emin olan dünyaya, böyle bir dünyaya, böyle bir dünyanın belirlediği yaşam tarzına vargücü ile boşaltacaktır. Seçtiği kimse, bu yaşam üslûbunun önde gelen temsilcilerinden ve misyonerlerinden biri olan papazdır:
«Ne kadar da dediklerinden emin görünüyordu değil mi? Oysa onun emin olduğu şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi: Bir ölü gibi yaşıyordu çünkü.»
Bundan sonra Mersault'nun tek bir isteği vardır: «Das Man»ın temsilcisi olmadığmm bir kanıtı olarak onun temsilcileri tarafından nefretle uğurlanmak:
«...Benim için artık, idam gününde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.»
Çağımızın en belirgin özelliği, insanın varolanlar arasında bir varolan, şeyler arasında bir şey, bir sayı, kurumlarla ilişkisi merkeze alınarak değerelndiriîen adsız bir birey olma yolunda hızla ilerliyor olmasıdır. Günümüz insanı, boyutları gittikçe genişleyen bir «Das Man» sferi içine girmiştir. Basma-kalıp düşünceler, normlar, birörnek davranışüar, değer yargıları, daha çok bunları yayan kitle iletişim araçlarının da büyük ölçüde etkisiyle geniş kesimlerin yaşam üslûplarına egemen olmaktadır. Bu alan içinde, insanın kendine özgü etkinliklerine çoğunlukla ancak değer biçildiği" rahatlıkla söylenebilir. Bu taktirde, ne söz konusu olan etkinliklerin kendilerini ne de bu etkinliklerin öznesi olan insanın kendisini doğru değerlendirmek mümkün olamamaktadır. Bu durumda, insanın kendine özgü etkinlikleri çerçevesindeki birliğinin çapı genel anlamda asgari düzeye indirilmiş olduğu gibi, bunların insan için taşıdığı önem de gözden kaçmaktadır. Bunun sonucunda, insanın düşünen, bilen, amaç koyan, seven bir varlık olmaktan daha çok, kendisine (çok çeşitli ve karmaşık mekanizmalarla) herhangi bir şey düşündürtülen, neyi nasıl bilmesi, sevmesi gerektiği öğretilen, hangi amaçları benimseyeceği dikte ettirilen edilgin bir varlığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durum, insanın kendi öz etkinliklerinin hiçbirinin hakkının verilmemesinden ileri gelen genel bir yoksullaşmaya işaret etmektedir. Başka bir deyişle, bunun genel bir yabancılaşma olarak tanımlanması mümkündür. Çünkü, insanın neliğini kendi etkinliklerinin birliği oluşturduğundan, bu tarz bir yoksullaşma onun kendi varlık yapısından uzaklaştığım, hattâ varlık yapısının niteliklerinin yozlaşmış olduğunu gösterir. Yozlaşmanın yazgısı ise, yönetilmek ve yok olmaktır. Günümüz insanı doğru değerlendiremediği, egemen olamadığı kendi etkinliklerinin ürünleri tarafından o denli yönetilmektedir ki, tarihte ilk kez kendisinin bir varlık olarak ortadan kaldırılması tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.
Herman Hesse'nin Step Kurdu adlı romanının başkişisi Harry'in notlarında çağdaş insanın genel yabancılaşması şöyle dile getirilmektedir:
«Onun ideali kendisini bir şeye vermek değil, Ben'i korumaktır. Çabası ne kutsallığa ne de bunun zıddına yöneliktir. Bir şeyin kayıtsız-şartsız yerine getirilmesi onun tahammül edemeyeceği bir düşüncedir: o hem Tanrı'ya hizmet etmek, hem de sefahat ister, hem erdemli olmak ister, hem de yeryüzünde rahatının ve maddi durumunun biraz yerinde olmasına önem verir. Kısacası, o... şiddetli fırtınaların, boraların görülmediği ılımlı ve şifalı bir bölgede yerleşmeye çalışır. Bunu başarır da, ama yaşamının ve duygularının yoğunluğunu elden çıkarmak pahasına.... Yoğun yaşamak, ancak Ben'den birşeyler vermekle mümkündür. Ortalama yurttaş için ise, Ben'den daha yüksek değere sahip olan hiçbir şey yoktur (Kuşkusuz bu Ben gelişmesi yarım kalmış güdük 'rudimentär' bîr Ben'dir) O böylece, yoğunluğun yitirilmesi pahasına güveni ve korunmayı elde eder. Onun payına düşen tanrı tutkunluğu yerine vicdan sükûneti, haz yerine gevşeme, özgürlük yerine rahatlık, tanrısal bir kor yerine ılık bir atmosferdir. Bundan dolayı: O, yapısı gereği yaşam güdüleri sayıf, ürkek, her çeşit özveriden korkan bir varlık olarak kolaylıkla yönetilebilir.»
Camus, Düşüş adlı yapıtında, ceza yargıcı Clamence'in kişiliğinde sıradan günlük yaşamın mümkün olan en üst düzeylerinden birine ulaşmış ve «das Man»'ın yetkin (!) temsilcilerinden bir insanı anlatır. Anılan yapıtta, böyle bir kişinin işinin, düşüncelerinin, sevgisinin, amaçlarının, erdeminin ne anlam taşıdığı, bütün bu etkiruliklerin görünüşte ne derece soylu ama aslında nasıl sahte, yüzeysel ve o denli kendi gerçek niteliklerini maskeleyici olabileceği göz önüne serilmektedir.
Clemence herşeyini bırakarak Amsterdam'a göç etmeden önde, Paris'in ünlü avukatlarından biridir. Kendisini «soylu» işlere adamıştır. Dulları, yetimleri, her tabakadan çaresiz kişileri, gerektiğinde hiç ücret almadan, bu tutumunu bir gösteriş vesilesi de yapmadan «tüm varlığı ile, tüm canıyla»korumaya çalışmaktadır. «Hiçbir zaman hoş görünmek için bir gazeteciye dalkavukluk» etmeyen, hiçkimseye «yarın bir işine yarar diye dostluk» göstermeyen, kendisine sunulmak istenen Legion d'honneur nişanını her defasında «saygılı bir ağırbaşlılıkla geri çevirmesini» bilen bir kişidir. Clamence incedir, cömerttir, hoşgörülüdür, dış görünüşü de bu özellikleriyle uyum içindedir. O kendi kendisinden, çevresindeki kişiler de ondan son derece hoşnuttur. Clamence'in yetkin kişiliği adeta dillerde dolaşmaktadır. Ne denli uzakta olursa olsun, bir kaldırım köşesinde bekleyen kör bir adam görmesin, hemen koşar, «onu tatil sağlam bir tutuşla gelip geçen arabaların arasından, geçitten geçirir, kaldırım rahatlığına ulaştırır». Otobüste, metroda yerini başkalarına vermek için fırsat kollar, grev günlerinde duraklarda bekleyen yolcuları otomobiline almaktan büyük zevk duyar, tiyatroda bir çiftin ayrı düşmemesi için koltuğunu onlara bırakır, «yolculukta bir genç kızın yetişmeyeceği yükseklikte ağa bavullarını yerleştirmek için» en önce o atılır. Bütün bunlar, Clamence'ın «gününü aydınlatan» olaylardır.
Clamence böylece, «Doğruluk duygusu, haklı olmanın hoşnutluğu, kendine hayran olmanın sevinci»içinde ve onu «ayakta tutan, ilerleten verimli kaynaklardan» bol bol beslenerek, toplumun «iyi yanında» yaşamını sürdürmektedir.
Araya giren bir tek olay, Clamence'ın kendi bütün etkinliklerini başka bir tarzda değerlendirmesine yol açacaktır. Clamence bir akşam, kendinden ve tüm dünyadan duyduğu memnunlukla son derece keyifli olarak Paris'in köprülerinin birinin üstünde şöyle durup da «bir hoşnutluk cıgarası» yakmak isterken ansızın arkasından «bir kahkahanın yükseldiğini» duyar". Çevresine bakınır, ama hiçkimse yoktur ortalıkta. Kımıldamadan durur olduğu yerde «kahkaha hafifliyordu, ama daha açık-seçik duyuyordum bu kez...». Bu kahkahanın olağanüstü bir yanı yoktur gerçi:
«Yanlış anlamayın, hiçbir gizemli yanı yoktu bu gülüşün: Güzel bir gülüştü, doğal, aşağı yukarı dostça, her şeyi yerli yerine koyan.» Ama, anılan «akşamı izleyen günlerde» bu kahkaha yavaş yavaş her şeyi «yerli yerine» koymaya başlayacaktır gerçekten.
Clamence artık başka bir tarzda değerlendirecektir kendisini ve çevresini:
«Çünkü şimdiye kadar sadece dünden bugüne yaşadı, her gün bir başka denemede bulundu ve kötülükten uzak kaldı. Karşısında pek çok imkânlar gördü ve sözgelişi her şey olabileceğini düşündü: Büyük bir adam, bir yol gösterici, bir dahi filozof.»
Aynı şekilde dostlukları, sevgileri yaşamış «bütün bunları da eğreti olarak, sonradan yine hayır demek üzere yapmıştı.» O güne kadar «Asla düşünmemişti kî...» Neydi onun asla düşünmediği?
«Şimdiki gibi otuzuncu yaşın eşiğinde perdenin kalkacağından, kendisi için başlama işareti verileceğinden ve günün birinde şimdiye kadar neler düşünüp neler yapabileceğini göstermesi, neye önem verdiğini açıklaması gerekeceğinden bir an olsun korkmamıştı.
Asla düşünmemişti ki... Hiçbir şeyden korkmamıştı. Kendisinin de kapana kısıldığını ancak şimdi anlıyordu.»
Bachmann'ın «Kapan» olarak adlandırdığı, kişinin kendi kendisiyle yüzyüze gelmesini engelleyen, onu pek derinden ilgilendirmeyen ve «hazır kurallara dayanan bir oyunun hiç dışına» çıkarmayan, «das Manadan başkası değildir:
«Bana eklediklerini üzerinden sıyırıp atsam, ben kim olurum bu altn Eylül ayında? Bulutlar uçuşmaya başlayınca kim?
...Çünkü düşündüğüm hiçbir şeyin benimle bir ilişkisi yok. Her düşünce, yabancı tohumların yeşermesinden başka bir şey değil. Beni ilgilendiren hiçbir şeyi düşünecek güçte değilim, hep beni ilgilendirmeyen şûyler düşünüyorum. Politik, sosyal ve diğer birkaç katagori içerisinde oluyor düşünmelerim, yer yer yalnızlık içinde ve amaçsız düşünüyorum, ama hazır bulduğum kurallara dayanan bir oyunun hiç dışına çıkmıyorum. Bir ara belki kuralları değiştirmeyi düşünüyorum, ama oyunu değil. Oyunu asla.»
Bu «Kapan»ın bilincine vardıktan sonradır ki, «Das Man» da takılıp kalanlara, «ötekiler»e şöyle seslenecektir:
«İsterdim ki, kafalarının eşsizliğine ve düşüncelerinin sağlam rayicine inanan herkese şöyle sesleneyim: siz yine güzel güzel inanın: Ama şmgırdatıp durduğunuz bu akçeler tedavülden kaldınlrmştır henüz haberiniz yok sizin. Üzerlerindeki kuru kafa ve kartal resimleriyle tedavülden çekin bunları. ... itiraf edin ki, ... görüşlerinizin tümünü kirayla edindiniz, dünyanın imgelerini kira karşılığında ele geçirdiniz... Bir hayalî istasyondan bir hayalî istasyona koşan, bir yere varmış olmayı önemsemeyen yolcular»".
Camus'ün Yabancı adlı yapıtının başkişisi Mersault'yu bu «Olur olmaz konuşmayan» ve «içten görünmeye iyi niyetli olmaya hakkı olmadığını bilen» genç adamı ölüme mahkûm eden de «Das Man» dır. Mersattlt, yaşamının son anlarına kadar genel olarak bu kapan içinde kalmakla birlikte bu dünyaya yürekten katılmayan, «Das Man»ın değerlerini paylaşmayan ve bu sferde kutsal olarak sunulan her şeye sıradan, yüzeysel bir anlam yüklenmiş olduğunu sezen bir kişidir. Onun gözünde, «Das Man»'ın sevgisi, dostluğu, aile anlayışı ... vb. hep yüzeyseldir. Bundan dolayı da Mersauit'un en çok kullandığı sözler «bence hepsi bir» ile «hayır»dır. Mersauit'un asıl suçunu oluşturan da işte onun bu tutumudur.
Yabancıda «Das Man» nasıl göz önüne serilmektedir? Her şeyden önce, onu yargılayan jüri belirsiz bir kitledir, üyelerinin yüzleri yoktur:
«...Oturdum, Jandarmalar iki yanıma geçtiler. O zaman karşımda bir dizi insan yüzü gördüm. Hepsi gözlerini bana dikmişti: bunların jüri heyeti olduğunu anladım. Ancak, birbirlerinden ayrı yanları neydi, pek söyleyemeyeceğim. Bana sanki bir tramvay banketi önündeyim de bütün bu adsız yolcular yeni gelenin gülünç tarafına bulmaya çalışıyorlardı gibi geldi.»
Mahkeme salonunu dolduran, içinde Mersault'nun sevgilisinin, dostlarının da bulunduğu tüm kalabalık için de yine aynı şeyleri söylemek mümkündür:
«Aynı zamanda, bu kapalı salondaki bütün bu kalabalık önünde şaşkına dönmüştüm. Mahkeme salonuna bir kez daha baktım, ama hiçbir yüzü ayırt edemedim. ... O ara, dört bir yana göz gezdirdim: herkes sanki aynı sosyeteden adamların buluştukları bir kulüpteymiş gibi güle oynaya görüşüp konuşuyordu. Aynı zamanda kendimi niçin burada fazla, âdeta bir sığıntı gibi hissettiğimi anladım.»
Kalabalık bakımından Marsault'nun davası sadece «Das Man» a özgü bir merak konusudur. Bu merakı oluşturan da gevezeliği her tarafa yayan, geniş kitlelere neyin nasıl görülmesi gerektiğini dikte ettiren ve bu niteliği ile "das Man"nın en güçlü araçlarından biri olan gazetelerdir:
«...Gazeteci gülümseyerek bana döndü: 'İnşallah her şey yolunda gidecek' dedi. 'Sağ olun.' dedim. O da 'Biliyorsunuz, sizin davayı biraz da biz hazırladık. Bilirsiniz, yaz mevsimi gazeteler için ölü mevsimdir. İse yarar cinsten bir sizin davanız vardır; bir de baba katilininki' diye ekledi.»
«Bu şekilsiz kalabalığa» 'Mersault'dan «sen derece nefret etmesi»gerektiğini öğreten de «Das Man»dır. Çünkü "das Man"ın temsilcileri, onlar, ötekiler olarak bu adsız, belirsiz kitle her şeyi bilmektedir. Öyle ki, Mersault'nun durumunu da ona hiç söz vermeden bütünüyle anlamıştır:
«Benim dâvamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler âdeta. Her şey benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip 'Ama bu kadarı da olmaz yani: Sanık kim burada? Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var' demek geliyordu içimden.»
Ancak, her şeye rağmen «das Man» a özgü iki-anlamlılık da kaçınılmaz olduğundan Mersault'nun avukatı şöyle bağırmak zorunda kalacaktır sonunda:
«îşte bu dâvanın aynası. Her şey doğru ama, hiçbir şey doğru değil.»
Mersault ise, ilk kez kapatıldığı ölüm hücresinde «das Man»in bilincine varacak, yaşamı boyunca içinde biriktirmiş olduğu öfkeyi bu iki-yüzlü, yüzeysel, bütün değerleri değersizleştiren ve her şeyden emin olan dünyaya, böyle bir dünyaya, böyle bir dünyanın belirlediği yaşam tarzına vargücü ile boşaltacaktır. Seçtiği kimse, bu yaşam üslûbunun önde gelen temsilcilerinden ve misyonerlerinden biri olan papazdır:
«Ne kadar da dediklerinden emin görünüyordu değil mi? Oysa onun emin olduğu şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi: Bir ölü gibi yaşıyordu çünkü.»
Bundan sonra Mersault'nun tek bir isteği vardır: «Das Man»ın temsilcisi olmadığmm bir kanıtı olarak onun temsilcileri tarafından nefretle uğurlanmak:
«...Benim için artık, idam gününde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.»
Çağımızın en belirgin özelliği, insanın varolanlar arasında bir varolan, şeyler arasında bir şey, bir sayı, kurumlarla ilişkisi merkeze alınarak değerelndiriîen adsız bir birey olma yolunda hızla ilerliyor olmasıdır. Günümüz insanı, boyutları gittikçe genişleyen bir «Das Man» sferi içine girmiştir. Basma-kalıp düşünceler, normlar, birörnek davranışüar, değer yargıları, daha çok bunları yayan kitle iletişim araçlarının da büyük ölçüde etkisiyle geniş kesimlerin yaşam üslûplarına egemen olmaktadır. Bu alan içinde, insanın kendine özgü etkinliklerine çoğunlukla ancak değer biçildiği" rahatlıkla söylenebilir. Bu taktirde, ne söz konusu olan etkinliklerin kendilerini ne de bu etkinliklerin öznesi olan insanın kendisini doğru değerlendirmek mümkün olamamaktadır. Bu durumda, insanın kendine özgü etkinlikleri çerçevesindeki birliğinin çapı genel anlamda asgari düzeye indirilmiş olduğu gibi, bunların insan için taşıdığı önem de gözden kaçmaktadır. Bunun sonucunda, insanın düşünen, bilen, amaç koyan, seven bir varlık olmaktan daha çok, kendisine (çok çeşitli ve karmaşık mekanizmalarla) herhangi bir şey düşündürtülen, neyi nasıl bilmesi, sevmesi gerektiği öğretilen, hangi amaçları benimseyeceği dikte ettirilen edilgin bir varlığa dönüşmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durum, insanın kendi öz etkinliklerinin hiçbirinin hakkının verilmemesinden ileri gelen genel bir yoksullaşmaya işaret etmektedir. Başka bir deyişle, bunun genel bir yabancılaşma olarak tanımlanması mümkündür. Çünkü, insanın neliğini kendi etkinliklerinin birliği oluşturduğundan, bu tarz bir yoksullaşma onun kendi varlık yapısından uzaklaştığım, hattâ varlık yapısının niteliklerinin yozlaşmış olduğunu gösterir. Yozlaşmanın yazgısı ise, yönetilmek ve yok olmaktır. Günümüz insanı doğru değerlendiremediği, egemen olamadığı kendi etkinliklerinin ürünleri tarafından o denli yönetilmektedir ki, tarihte ilk kez kendisinin bir varlık olarak ortadan kaldırılması tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.
Herman Hesse'nin Step Kurdu adlı romanının başkişisi Harry'in notlarında çağdaş insanın genel yabancılaşması şöyle dile getirilmektedir:
«Onun ideali kendisini bir şeye vermek değil, Ben'i korumaktır. Çabası ne kutsallığa ne de bunun zıddına yöneliktir. Bir şeyin kayıtsız-şartsız yerine getirilmesi onun tahammül edemeyeceği bir düşüncedir: o hem Tanrı'ya hizmet etmek, hem de sefahat ister, hem erdemli olmak ister, hem de yeryüzünde rahatının ve maddi durumunun biraz yerinde olmasına önem verir. Kısacası, o... şiddetli fırtınaların, boraların görülmediği ılımlı ve şifalı bir bölgede yerleşmeye çalışır. Bunu başarır da, ama yaşamının ve duygularının yoğunluğunu elden çıkarmak pahasına.... Yoğun yaşamak, ancak Ben'den birşeyler vermekle mümkündür. Ortalama yurttaş için ise, Ben'den daha yüksek değere sahip olan hiçbir şey yoktur (Kuşkusuz bu Ben gelişmesi yarım kalmış güdük 'rudimentär' bîr Ben'dir) O böylece, yoğunluğun yitirilmesi pahasına güveni ve korunmayı elde eder. Onun payına düşen tanrı tutkunluğu yerine vicdan sükûneti, haz yerine gevşeme, özgürlük yerine rahatlık, tanrısal bir kor yerine ılık bir atmosferdir. Bundan dolayı: O, yapısı gereği yaşam güdüleri sayıf, ürkek, her çeşit özveriden korkan bir varlık olarak kolaylıkla yönetilebilir.»
Camus, Düşüş adlı yapıtında, ceza yargıcı Clamence'in kişiliğinde sıradan günlük yaşamın mümkün olan en üst düzeylerinden birine ulaşmış ve «das Man»'ın yetkin (!) temsilcilerinden bir insanı anlatır. Anılan yapıtta, böyle bir kişinin işinin, düşüncelerinin, sevgisinin, amaçlarının, erdeminin ne anlam taşıdığı, bütün bu etkiruliklerin görünüşte ne derece soylu ama aslında nasıl sahte, yüzeysel ve o denli kendi gerçek niteliklerini maskeleyici olabileceği göz önüne serilmektedir.
Clemence herşeyini bırakarak Amsterdam'a göç etmeden önde, Paris'in ünlü avukatlarından biridir. Kendisini «soylu» işlere adamıştır. Dulları, yetimleri, her tabakadan çaresiz kişileri, gerektiğinde hiç ücret almadan, bu tutumunu bir gösteriş vesilesi de yapmadan «tüm varlığı ile, tüm canıyla»korumaya çalışmaktadır. «Hiçbir zaman hoş görünmek için bir gazeteciye dalkavukluk» etmeyen, hiçkimseye «yarın bir işine yarar diye dostluk» göstermeyen, kendisine sunulmak istenen Legion d'honneur nişanını her defasında «saygılı bir ağırbaşlılıkla geri çevirmesini» bilen bir kişidir. Clamence incedir, cömerttir, hoşgörülüdür, dış görünüşü de bu özellikleriyle uyum içindedir. O kendi kendisinden, çevresindeki kişiler de ondan son derece hoşnuttur. Clamence'in yetkin kişiliği adeta dillerde dolaşmaktadır. Ne denli uzakta olursa olsun, bir kaldırım köşesinde bekleyen kör bir adam görmesin, hemen koşar, «onu tatil sağlam bir tutuşla gelip geçen arabaların arasından, geçitten geçirir, kaldırım rahatlığına ulaştırır». Otobüste, metroda yerini başkalarına vermek için fırsat kollar, grev günlerinde duraklarda bekleyen yolcuları otomobiline almaktan büyük zevk duyar, tiyatroda bir çiftin ayrı düşmemesi için koltuğunu onlara bırakır, «yolculukta bir genç kızın yetişmeyeceği yükseklikte ağa bavullarını yerleştirmek için» en önce o atılır. Bütün bunlar, Clamence'ın «gününü aydınlatan» olaylardır.
Clamence böylece, «Doğruluk duygusu, haklı olmanın hoşnutluğu, kendine hayran olmanın sevinci»içinde ve onu «ayakta tutan, ilerleten verimli kaynaklardan» bol bol beslenerek, toplumun «iyi yanında» yaşamını sürdürmektedir.
Araya giren bir tek olay, Clamence'ın kendi bütün etkinliklerini başka bir tarzda değerlendirmesine yol açacaktır. Clamence bir akşam, kendinden ve tüm dünyadan duyduğu memnunlukla son derece keyifli olarak Paris'in köprülerinin birinin üstünde şöyle durup da «bir hoşnutluk cıgarası» yakmak isterken ansızın arkasından «bir kahkahanın yükseldiğini» duyar". Çevresine bakınır, ama hiçkimse yoktur ortalıkta. Kımıldamadan durur olduğu yerde «kahkaha hafifliyordu, ama daha açık-seçik duyuyordum bu kez...». Bu kahkahanın olağanüstü bir yanı yoktur gerçi:
«Yanlış anlamayın, hiçbir gizemli yanı yoktu bu gülüşün: Güzel bir gülüştü, doğal, aşağı yukarı dostça, her şeyi yerli yerine koyan.» Ama, anılan «akşamı izleyen günlerde» bu kahkaha yavaş yavaş her şeyi «yerli yerine» koymaya başlayacaktır gerçekten.
Clamence artık başka bir tarzda değerlendirecektir kendisini ve çevresini: