Tanrı’nın Değişmezliği Problemi - 1
|
İsmail ÇETİN
Tanrı ile âlem arasında yaratma ile başlayan ve kesintisiz olarak devam eden bir ilişkinin varlığı, felsefî ve dinî bütün teistik sistemlerce kabul edilen bir husustur. Teistik Tanrı anlayışına sahip olan bir insana göre, Tanrı, âlemi yaratan, idare eden, orada olup bitenleri bilen ve gerektiğinde âleme müdahale eden bir varlıktır. Ancak, ezelî ve ebedî bir varlık olan Tanrı ile sürekli değişmekte olan âlem arasındaki bu ilişkilerin doyurucu bir şekilde ifade edilebilmesi, tamamiyle imkânsız değilse bile, oldukça zordur. Klasik teizmin Tanrı’ya yüklediği bazı sıfatların burada sözü edilen zorluğu önemli ölçüde artırdığı reddedilemez bir gerçektir. ‘Değişmezlik’ bu sıfatların en başta gelenidir. Bu makale, değişmez Tanrı anlayışının Tanrı ile âlem arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında ve anlatılmasında ortaya çıkardığı güçlüklere dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
Değişme ve sürekliliğin bir felsefe problemi olarak ele alınmaya başlaması, Yunan Felsefesinin ilk dönemlerinde, Tabiat Filozoflarının çalışmalarında karşımıza çıkmaktadır. Bu filozoflar bütün dikkatlerini değişme olgusu üzerine yoğunlaştırmış ve değişenin ardında yer alan değişmeyenin ne olduğu sorusunun cevabını aramışlardır. Çünkü onlara göre, sürekli akıp gitmekte olan değişmenin varlığı, bu değişmeyi ayakta tutan, ama kendisi değişmeyen bir şeyin varlığıyla mümkün olabilirdi.
Karşısında reddedilemez bir gerçek olarak duran değişme ile yetinmeyip değişmeyeni arama, değişmeyi mutlaka bir değişmeyene dayandırma, belki de insan zihninin yapısından, değişme içinde olana güvenmemesinden kaynaklanıyordu. Eğer her şey sürekli değişmekte olup değişmeyen bir şey yoksa, insan bir şeyi tam öğrenmek üzereyken o şey akıp gidecek, böylece de hakkında bilgi sahibi olup kendisine dayanabileceğimiz bir şey bulunmayacaktı. Oysa, birçok filozofa göre, bilginin hemen karşımızda bulunan değişmeden değil de, nerede olduğunu bilmediğimiz süreklilikten elde edilebileceğini beklemek, kendi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildir. Çağımızın tanınmış düşünürlerinden Henri Bergson (1859-1941) bu beklentiyi, “ istikrarsız olanın istikrarlı olan, hareket edenin de hareket etmeyen vasıtasıyla düşünülebileceğine inanmaktan ileri gelen bir illüzyon” şeklinde nitelendirmektedir.
Değişmenin ardındaki değişmeyen şeyin (arke) ne olduğu sorusuna Tabiat Filozoflarının herbirinin farklı cevap verdiğini görmekteyiz. Thales ( ö. mö. 548) değişmeden etkilenmeyen arkenin ‘su’ olduğunu söylerken, bu anamadde, Anaksimandros’ta ( ö. mö. 547) sonsuz ve niteliksiz bir madde olan ‘ a peiron’, Anaksimenes’te ( ö. mö.525) ise ‘hava’ olmaktadır. Üç filozofa göre de, değişme içinde olan her şey kendisi değişmeyen arkeden çıkmakta ve sonunda yine ona dönmektedir.
Değişme olgusuna ilk dikkat çeken ve ona hak ettiği değeri veren filozof Herakleitos ( ö. mö. 480) olmuştur. Herakleitos’a göre, değişme gerçeğini küçümseyip bir kenara atmak büyük bir hatadır; eğer üzerinde durup araştırmamız gereken bir gerçek varsa, bu, değişmeden başkası olamaz. Her şey sürekli bir değişme ve oluşma süreci içindedir; evreni oluşturan varlıklar bir polarite (kutupluluk) ilişkisi içinde akıp gitmektedir. Değişmeden uzak olan ve kendisiyle aynı kalan hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, realite değişmeyende değil, değişme ve oluşta aranmalıdır.
Ne var ki, Herakleitos’un değişme gerçeğine yaptığı vurgu, uzunca bir süre hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Milattan önce 6. yy.’ın sonlarında ve 5. yy.’ın başlarında yaşadığı tahmin edilen Parmenides, çağdaşı Herakleitos’un gördüğü değişmenin bir görünüş ve yanılmadan ibaret olduğunu, asıl gerçekliğin bir ve değişmez olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyordu.
Görüldüğü gibi, birbirine taban tabana zıt olan iki büyük felsefe akımı oldukça erken sayılabilecek bir dönemde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bir tarafta değişmezlik fikrini esas alan ve bu fikir üzerine kurulan cevherci (substansialist) metafizik; onun karşısında ise, değişme fikrini merkez alan ve onun üzerine kurulan süreç (proses) metafiziği.
Yunan felsefesinin sistematik dönemini oluşturan Platon ( mö.427-347) ve Aristoteles’e ( mö. 385-322) geldiğimizde, her iki filozofun da nihâî gerçekliği değişmeyende gördüğüne şâhit olmaktayız. Bilindiği gibi, Platon, ontolojisini ‘idealar dünyası’ ve ‘fenomenler dünyası’ şeklinde ikili bir ayırım üzerine kuruyordu. Bu ayırımda, idealar ezelî-ebedî ve değişmeyen gerçekliği, fenomenler ise, gelip geçici ve sürekli değişme içinde olan görünüşleri anlatmaktadır. Platon’a göre, sürekli bir oluşu yaşayan fenomenler, ezelî-ebedî ve değişmez gerçekler olan ideaların içinde yaşadığımız duyulur dünyadaki yansımalarından ibarettir. Dolayısıyla, bilinmeye değer bir gerçeklik varsa, onu ezelî-ebedî ve değişmeyen idealar dünyasında aramak gerekmektedir, ideaların yansımalarından ibaret olan aldatıcı fenomenlerde değil. Aristoteles, hocası Platon’un yaptığı gibi değişmekte olanların gerçekliğini reddetmez. Ona göre, duyulur dünyada gördüğümüz, akıp gitmekte olan varlıkların her biri, potansiyel olandan aktüel olana bir geçiştir ve aktüel olan potansiyel olan kadar gerçektir. Bununla birlikte, Aristoteles’in Hareket Etmeyen İlk Hareket Ettirici adını verdiği, değişmeyi başlatan İlk Neden’in en bilinen özeliği, O’nun değişmez oluşudur.
Filozoflar değişme ve değişmezlik konusu üzerinde dururken, çoğu zaman konuyu birlik ve çokluk tartışmasını da içine alacak ölçüde genişletmiş ve değişmezlik ile birlik, değişme ile de çokluk arasında sıkı bir ilişki görmüşlerdir. Meselâ, Plotinos (204-270) ilk varlık adını verdiği Bir’den evreni oluşturan varlıkların çıkışını anlatırken, Bir’in her türlü değişmeden uzak bir varlık olduğunu söylemekte, değişmeyi ise O’ndan çıkan varlıkların çokluğu ile başlatmaktadır. Bu ayırımda, gerçeklik olarak nitelendirilme noktasında, bir ve değişmez olanın çokluk ve değişme içinde olan karşısındaki önceliği açıktır.
Buraya kadar Yunan filozoflarından bazılarının değişme ve değişmezlikle ilgili görüşlerini ele aldık ve gördük ki, Herakleitos’un dışında kalan filozofların pek çoğu değişmezliği en üst derecedeki gerçekliğin ayrılmaz bir vasfı olarak görmektedir. En üst derecede gerçek olan varlık mutlak yetkinliğe sahiptir; mutlak yetkinlik ise elde edilebilir olan her şeye sahip olmak demektir. Bu durumda, en üst derecede gerçek olan varlığın herhangi bir kaynaktan bir şey alması, dolayısıyla da değişmesi sözkonusu olamaz.
Yunan filozoflarının gerçeklik ve değişmezlik arasında kurduğu bu özdeşliğin, Hristiyan ve İslâm kültüründe yetişen teist filozoflar üzerinde derin etkileri olmuştur. Bu filozoflar, Tanrı’yı en üst derecede kemâl sahibi bir varlık olarak kabul ettikleri için, Yunan filozoflarının mutlak gerçekliğe atfettikleri değişmezliği kendi inandıkları Tanrı’ya da atfetmekte bir an bile tereddüt etmemişlerdir.
Yunan felsefesi ile Hristiyanlık arasında etkisi günümüze kadar devam etmiş olan ilk karşılaşma, Hristiyan ilâhiyatının kurucularının başında gelen St. Augustine’in (354-430) Plotinos’un “Enneadlar”ını okumasıyla başlamıştır. Augustine bu eserde yalnız Plotinos’un felsefesini değil, Platon, Aristoteles ve Stoalıların bir sentezini de bulmuştur. Felsefe ile Hristiyanlığın uygunluğunu gösterme konusunda büyük çaba harcayan Augustine, Hristiyanlığın Tanrı’sını felsefe diliyle anlatma yolunu seçince, Yunan düşüncesinin gerçeklik ile değişmezlik arasında kurduğu özdeşliği, Tanrı ile değişmezlik arasında kurmakta bir sakınca görmemiştir.
Augustine’e göre Tanrı en mükemmel varlıktır; bu nedenle O’nun değişmesi düşünülemez: “Değişme içinde olan bir varlık kendi varlığını muhafaza edemez. Değişmeye maruz bulunan şey, gerçekte hiç değişmemiş olsa bile, sahip olduğu varlığını kaybedebilir. Bu nedenle, en gerçek anlamda ( in the truest sense) varlık olarak adlandırılacak şeyin yalnız değişmeyen değil, hiçbir şekilde değişemez olduğu da kabul edilmelidir”.
Augustine eserlerinde Hristiyan teolojisinin temellerini atarken, değişmezlik Tanrı’ya yüklenen sıfatlar arasındaki yerini daima alıyordu. Hristiyan Kutsal Kitabı Tanrı’nın mükemmel ve ibadete lâyık bir varlık olduğunu bildirdiğine göre, kendisine ibadet edilecek varlığın her türlü değişmeden uzak olduğunun kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü, bir varlığın ibadete lâyık olması, bu varlığın her bakımdan kemâlin zirvesinde bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Halbuki değişme, mahrum olunan ve ihtiyaç duyulan bir şeye ulaşmayı ya da sahip olunanın bir kısmını kaybetmeyi, dolayısıyla da bir eksikliği akla getiriyordu. O halde, kemâlin zirvesinde olan bir varlığın değişmesi nasıl düşünülebilirdi? Bütün bu söylenenlerden, gerek Hristiyan teolojisinde, gerekse bu teolojinin içinde doğup gelişen teizmde değişmezliğin Tanrı’ya bir sıfat olarak yüklenmesinin Augustine’le başladığı sonucunu çıkarmak, sanırız yanlış olmayacaktır.
Augustine’den sonra gelen teist filozoflar, Tanrı’nın mükemmelliğini ve yaratılmış olanlardan farklılığını ifade etmek için, değişmezliğe basitlik (simplicity), zaman-dışılık (timelessness) ve başka varlıklardan etkilenmeme (impassibility) gibi sıfatları da eklemeyi ihmal etmemişlerdir. Bu noktada karşımıza cevaplandırılması gereken bir soru çıkmaktadır: Acaba teist filozoflar yukarıda saydığımız sıfatları ve onlara yükledikleri anlamları, kutsal metinlerde yer alan Tanrı’nın mahiyeti ile ilgili açıklamalardan mı öğreniyorlardı? Yoksa, bu açıklamalardan yola çıkarak önce bir Tanrı tasavvuru oluşturuyor, sonra da tasavvur ettikleri Tanrı’da bulunmasını gerekli gördükleri sıfatları mı sayıyorlardı?
Belirtmek gerekir ki, filozofların Tanrı’ya yükledikleri değişmezlik, basitlik, zaman-dışılık ve başka varlıklardan etkilenmeme gibi sıfatları kutsal metinlerde bulmak mümkün görünmemektedir. Kutsal metinlerde Tanrı’nın mükemmelliğinden söz edilmekle birlikte, hiçbir zaman O’nun değişmez, basit, zaman-dışı ve başka varlıklardan etkilenmeyen bir varlık olduğu söylenmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki, filozoflar, Tanrı’ya yüklenecek sıfatların listesini oluştururken kutsal metinlerde yer alan açıklamalarla yetinmemiş, aklın Yüce Varlık’ta bulunmasını gerekli gördüğü sıfatları da listeye dahil etmişlerdir. Bütün bunlar yapılırken güdülen amaç, hiç şüphesiz, yeni bir Tanrı anlayışı ortaya koymak değil, her şeyin yaratıcısı olan ve sahip olduğu sıfatlarla, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı’nın tekliğini ve mükemmelliğini felsefî formlar içinde dile getirmekti. Ne var ki, bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konan çabalar, dinin Tanrı’sının yerini aklın ya da felsefenin tanrısının alması sonucunu da beraberinde getirmiştir.
Değişmezlik, basitlik, zaman-dışılık ve başka varlıklardan etkilenmeme gibi sıfatların, Tanrı’nın diğer varlıklar karşısındaki yüceliğini, mutlaklığını ve aşkınlığını vurgulamaya özen gösteren teist filozofların işini önemli ölçüde kolaylaştırdığını tahmin etmek zor değildir. Her ne kadar bu sıfatlar kutsal metinlerde yer almasa da, onları, Whitehead’in (ö. 1947) ifadesiyle, "Tanrı’ya iyi niyetle yapılmış komplimanlar" olarak görmemiz mümkündür. Ancak, kabul etmek gerekir ki, bu komplimanlar, içinden çıkılması mümkün olmayan birçok problemin doğmasına da kaynaklık etmiştir.
Her şeyden önce, Tanrı’nın mutlaklık ve aşkınlığını ifade etmek için kullanılan basitlik, değişmezlik ve başka varlıklardan etkilenmeme gibi sıfatlar Tanrı’yı bir yandan yüceltirken, bir yandan da ötelerin ötesinde, fonksiyonel olmayan soyut bir entite (şey) durumuna sokmuştur. Bergson bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir:
“Spiritüalist doktrinlerin büyük hataları, mânevî hayatı diğer bütün hayatlardan ayırarak göklere çıkarmakla her türlü tehlikeden kurtaracaklarını sanmalarıdır; halbuki, böylelikle O’nu bir serap sanılacak hâle getirmiş oluyorlar”.
Böylesine soyutlaştırılmış bir varlık filozofların nazarî ilgilerini belli ölçüde tatmin etmiş olabilir; ancak, bu varlığın ortalama bir insanın dinî hayatı için yeterli olmayacağı ortadadır.
Biraz önce de işaret edildiği gibi, Tanrı’nın mutlaklığı ve değişmezliği noktasını vurgulamaya özen gösteren teolog ve filozoflar, bunu yapmakla, Tanrı’nın diğer varlıklar karşısındaki yüceliğini ve farklılığını anlatmak istemektedirler. Her şeyin yaratıcısı olarak gösterilen bir Varlığın diğer varlıklardan farklı olduğunun söylenmesi tabiîdir. Ancak, bu Varlık hakkında düşünür ve konuşurken yalnızca O’nun diğer varlıklarla olan farklılığı üzerine yoğunlaşılacak olursa, Yaratan ile yaratılanlar arasında kapatılamaz uçurumların açılması kaçınılmazdır.
Tanrı’nın yüceliğini ve aşkınlığını ifade etmek için O’na yüklenen basitlik, değişmezlik ve başka varlıklardan etkilenmeme gibi sıfatlar, her şeyin yaratıcısı olarak gösterilen varlığı, felsefî düşüncenin ( ‘İlk Sebep’, ‘Zorunlu Varlık’ vb. isimlerle anılan) bir ilkesi şekline dönüştürmüş; bu ilkenin yüceliğini ve aşkınlığını korumanın yolu da, genellikle, onu değişme içinde olan sonlu varlıklardan olabildiğince uzak tutmada aranmıştır. Ancak, bu uzak tutma, hiç arzu edilmemiş olsa da, değişme içinde olanla Değişmeyen arasındaki bağın bir daha kurulamayacak şekilde koparılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu, Tanrı ile âlem arasındaki ( yaratma, idare etme, âlemde olup bitenleri bilme vbg.) ilişkilerin kabul edilebilir bir ifadeye kavuşturulması imkânının önemli ölçüde
kaybedilmesi demektir.
Filozofların Tanrı’ya yüklediği sıfatlara bakılacak olursa, Tanrı yalnız mutlak ve değişmez olan değil, aynı zamanda, içindeki bütün varlıklarla birlikte âlemi yaratan, idare eden ve orada olup bitenleri bilen bir varlıktır. Tanrı’nın mutlak ve değişmez oluşuyla anlatılmak istenen şey, O’nun kendisiyle hep aynı kalan ve başka varlıklardan etkilenmeyen bir varlık olduğudur. Eğer Tanrı’nın zâtı ve sıfatlarıyla her türlü değişmeden uzak olduğu söyleniyorsa, âlemin Tanrı tarafından yaratılması, idare edilmesi ve bilinmesi gibi konulardan söz edilirken değişmezliğin de korunması, başka bir ifadeyle, yaratma, idare etme ve bilme ile değişmezlik arasında mâkul bir tutarlılığın sağlanması gerekecektir. Ancak, bunu yapmak hiç de kolay değildir.
Âlemin Tanrı tarafından yaratılması, onun yokluktan varlık sahasına çıkarılması demektir. Yaratmada Tanrı’nın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarının ortaklaşa etkisi sözkonusudur. Önce, nasıl bir âlem yaratılacağı ilim tarafından bilinip tayin edilecek, sonra da, irade tarafından istenen yaratma kudret tarafından gerçekleştirilecektir.
Şimdi, Tanrı’nın zâtı gibi sıfatları da mutlak ve değişmez kabul edildiğine göre, birtakım problemler kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Söz gelimi, eğer âlemin yaratılması Tanrı’nın iradesinin seçimiyle gerçekleşiyorsa ve bu irade mutlak ve değişmez ise, yaratmanın irade edilmesinde de bir mutlaklık ve değişmezlik kabul etmek gerekmez mi?
Çünkü, bir iradenin mutlak ve değişmez olduğunu söylemek, bir anlamda, bu iradenin seçimlerinin de mutlak ve değişmez olduğunu söylemiş olmak demektir. Eğer, yaratmanın irade edilmesinin mutlak ve değişmez olmadığı, yaratmanın irade edilmediği bir anın bulunduğu söylenecek olursa, bu, mutlak ve değişmez iradenin belli bir anda istemediği bir şeyi daha sonra istemeye başladığını kabul etmek demektir ki, mutlak ve değişmez irade için böyle bir şeyi düşünmek açık bir çelişkidir.
Tanrı’nın yaratma sıfatı göz önünde bulundurulduğunda da benzer problemler ortaya çıkmaktadır. Eğer Tanrı’nın yaratma sıfatının mutlak ve değişmez olduğu kabul edilecek olursa, yaratma fiili ve bufiilin sonucu olan yaratılmış varlıklar için bir başlangıç düşünmek mümkün olmayacaktır. Çünkü, böyle bir durumda, yaratma fiili için bir başlangıç düşünmek, yaratıcı gücün kullanılmadığı bir anı akla getirecektir. Daha önce kullanılmayan yaratıcı gücün belli bir anda kullanılmaya başlanması ise, mutlak ve değişmez olduğu söylenen yaratıcı güç ile bağdaştırılamayacak bir husustur.