2. Bilim ile teknik arasındaki ilişkiler (2)
|
Ancak kısa bir süre sonra bilim adamı bilim adamı olarak problemleri onların kendileri için ortaya koymaya başlar. Artık bu problemleri doğurmuş olan pratik güçlükleri düşünmez. Teknisyen eylemde bulunmak istemekteydi, bilim adamı ise her şeyden önce anlamaya çalışır. Bilim, yalnızca tekniğin hizmetkarı değildir, o ayrıca bir bilme ihtiyacına, tamamen entelekstüel bir meraka cevap verir. Bilim, çıkar gütmeyen düşüncenin planı olan kendi planında gelişmeye yönelir. Alain’in dediği gibi, "Düşünce mesleklerden ayrılır ve şeylerin sırrını kendinde, kendi iç tartışmalarında arar".
Alain, teknisyen olacak çırakla bilim adamı olacak öğrenci arasında bir paralellik kurarak teknik zihniyetle bilimsel zihniyet arasındaki farkı çok güzel bir şekilde açıklığa kavuşturur. Atölyede düşünmek, fikirlerle ve şeylerle oynamak söz konusu değildir, çünkü alet acemiyi yaralar. Aynı şekilde küçük bir katip de damgalı kağıt üzerinde hata yapamaz. Çırak özellikle denenmiş teknikleri taklit etmeyi öğrenir ve onun için araştırma ve yaratma söz konusu değildir. Oysa okulda durum tamamen farklıdır. "Problemi çözdükten sonra tahta silinir ve "Yanlış toplamalar kimseye zarar vermez". Yanlışın dünya bakımından, doğurduğu maddi bir sonuç bakımından önemi yoktur, yanlışı yapan insan bakımından önemi vardır. Yanlış, üzerinde düşünmek ve dolayısıyla ileri gitmek için bir fırsattır. Öğrencinin etkinliği bir iş olduğu kadar oyundur, hatta işten çok oyundur ve hayatın dışında yer alan bu oyun, eyleme ve somut olana karşı bir mesafe alan bilimsel oyunun ta kendisidir.
g. Çıkar gütmeyen bilim teknikleri ilerletir
Çıkar gütmeyen bilim de kendi payına bazen bilim adamının kendisinin tahmin etmediği verimli pratik uygulamalar bulabilir. Hertz, elektromanyetik dalgaları keşfettiğinde buluşunun radyoyla yayın yapma pratik sonucuna yol açacağını tahmin etmemişti. Dünya kamuoyu, Méduse’ün kurtarma salının denizde batması olayı üzerinde yorumlar yaptığında Cauchy, Bilimler Akademisi’ne sanal sayılar hakkında bir muhtıra sunmaktaydı. Gazeteciler bu tuhaf hesapları, bu "soyutlama çılgınlığı"nı acımasızca dillerine doladılar. Kazaya uğrayan insanlara yardım için etkili teknikler ortaya konsaydı daha iyi olurdu! Kimse mühendislerin sanal sayıların sembolizmini alternatif akım olaylarına uyarlayacaklarını, matematikçilerin hesaplarının elektrikle ilgili teknikleri ileriye götüreceğini, bunun ise diğer sonuçları yanında deniz fenerlerinin aydınlatmasını da iyileştireceğini tahmin etmemekteydi.
Aslında bilimin verimli dolambaçlı yolundan geçen zihin, pratik problemleri akılsal ve çok daha etkili bir biçimde ele alma gücüne sahiptir. Bilimden çıkan teknik, bilimden zaman bakımından önce gelen rutinlerden çok farklı olacaktır. Bachelard, bunun çok basit ve çarpıcı bir örneğini vermektedir: İnsanlığın XX. yüzyıla kadar kullandığı aydınlatma teknikleri her zaman aynı ilkeye dayanmıştır: Onlarda aydınlatmak için bir maddeyi yakmak söz konusuydu. XX. yüzyılda içinde akkor halinde bir telin bulunduğu ampulle birlikte gerçek bir devrim gerçekleşti. Bu kez aydınlatmak için yanmayı engellemek söz konusuydu. Gerçekten ampulde sadece asal bir gaz vardır. Ama bu teknik düzeneğin mümkün olması için yanma olayının bilimsel bilgisi zorunludur.
Bu safhada bilim ve tekniğin karşılıklı bağımlılığı açık bir biçimde kendini göstermektedir. Teknisyen, bilimi pratiğe uyarlayan insan olmaktadır. Teknisyen, mühendis olmaktadır. Teknisyen teriminin kendisi sanayide özel bir anlam kazanmaktadır. O, mühendisin yardımcısı ve astına işaret etmektedir. Böylece "bilinmeyeni faydalı olana dönüştüren bilimin güzel zinciri"nde herkes kendi yerini bulmaktadır. Bilim adamı keşfetmekte, mühendis uyarlamakta, teknisyen gerçekleştirmektedir. Böylece bilim, tekniğin efendisi olmuştur. Ancak tekniğin de kendi payına bilime yaptığı hizmetler görmemezlikten gelinmemelidir.
h. Tekniğin bilime yaptığı hizmetler
Aslında en saf bilim, teknikten yalnızca faydalı bir amaç peşinden koşmamasıyla ayrılır. Ama daha dar bir anlamda, bilimsel etkinliğin kendisi, işlemsel olması bakımından teknik bir şey olarak nitelendirilebilir. Formel mantığın kendisi bile bir ilkeden hareketle bir sonuç ortaya koyduğu için işlemseldir. Formülleri "sıkıştıran", sembolleri birbirlerine dönüştüren matematik son derece işlemseldir ve öte yandan işlemlerinin bazısını teknik yapım harikaları olan hesap makinelerine emanet edebilir.
Madde bilimleri şüphesiz tüm deneysel tekniklerin işbirliğini gerektirir. Burada bir tanım, bir yapım, elle işlemedir. O, sıkı bir biçimde bir aletle ilişkilidir. Bir varsayımın doğrulanması teknik bir sorundur. Ustaca uyarlanmış maddi bir aygıt tasarlamak gerekir. Laboratuvar, aygıtlarını imal eden sanayiye bağımlıdır.
Bilim ve teknik arasındaki bu sıkı ilişkileri güçlü bir şekilde gösteren şey, bugün yapay uyduların fırlatılmasıdır. Daha önce kendinden itmeli aygıtlarla atmosferin yukarısı araştırılabilmekteydi. Ama bu aygıtlara takılmış olan kaydedici aletler ancak çok kısa bir süreyle ve sadece belli bir noktada düşey doğrultuda gözlem yapabilmekteydiler. Burada teknik imkansızlık, bilimsel gözlemlerin kapsamını sınırlamaktaydı. Birkaç yıl boyunca dünyanın etrafında dönme gücüne sahip olan yapay uydular, bütün bu güçlüklerin üstesinden gelmeye imkan vermektedir. Uygun kayıt aletleriyle donatılmış olan bu uydularla en değişik ve verimli gözlemler yapılabilmektedir. Diğerleri arasında şu imkanları sayalım: Çok uzak mesafelerden dünya üzerindeki bulut kitlelerinin incelenmesi, foto-sayaç tüpler yardımıyla elektromanyetik ışınımın incelenmesi, kozmik ışınımın şiddet değişimlerinin incelenmesi.
Tekniklerin gelişmesi hatta o zamana kadar kabul edilen bilimsel kavramların alt üst olmasına yol açabilir. Örneğin, bize sonsuz küçükler alanında işlemler gerçekleştirme imkanı veren ölçü aletlerindeki gitgide artan hassaslık, gözlemde ölçek değişikliğine yol açar. Bu, bilimsel düşüncede son derece verimli krizler yaratabilecek yeni alanların keşfine açılan bir kapı demektir. Böylece dünyanın, mutlak uzaya, esire (éther) göre hareketini ortaya koymak amacıyla Michelson ve Morley tarafından geliştirilen deneysel aygıt, einsteincı devrimin hareket noktası olmuştur. Eğer esir, yani mutlak referans uzayı, bir gerçekse, dünyanın kendi etrafında dönüşü yönünde gönderilen bir ışının saniyede 300.000 km artı x lik bir hızı (Burada x, dünyanın yörünge üzerindeki hızıdır), ters yönde gönderilen bir ışının ise saniyede 300.000 km eksi x lik bir hızı olacaktır. Michelson ve Morley’in farklı yönlerde yayılan iki ışını bir interferometrede toplamaktan ibaret olan tekniklerinin amacı, girişim saçaklarında okunabilir olan bu küçük farkı ortaya koymaktır. Michelson ve Morley’in aygıtı teknik olarak dünyanın gerçekteki yer değiştirme hızından on misli daha küçük bir hızı ortaya koyabilecek bir tarzda mükemmelleştirilmiştir. Sonuçta aygıt, iki ışın arasında en ufak bir hız farkını göstermemiştir. O zaman mutlak referans uzayı varsayımını bir kenara itmek ve tüm klasik Newton mekaniğini yeniden ele almak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ama deneyin olumsuz sonucunun bilimsel bir problem ortaya koymasının nedeni tam da Michelson ve Morley aygıtının ışık demetleri arasındaki çok küçük bir farklılığı değerlendirebilecek kadar hassas bir tekniği gerçekleştirmiş olmasıdır.
Başka bir alanda, mikrofizik alanında, bilimsel kavramların alt üst olması yine olağanüstü hassaslıkta tekniklerin ortaya konmasıyla ilişkilidir. Örneğin, atom fiziğinde büyük bir güçle elektronları fırlatmak için kullanılan hızlandırıcıyı, betatron denilen parçacık hızlandırıcısını göz önüne alalım. Her elektron, ışığın hızına yakın bir hızla bir hızlandırıcının çevresi boyunca milyonlarca tur atabilir ve hassas bir biçimde bir hedef üzerine yansıtıp yönlendirilebilir. Einstein’ın dinamiğinin Newton’un dinamiği yerine geçirilmesini zorunlu kılan şey, bu tür hızları ölçme imkanı olmuştur. Newton için kitlenin bir sabit olmasına karşılık, Einstein’ın sisteminde kitle hızla doğru orantılı olarak artmaktadır.
Bu formül, V C ye doğru gittiğinde m’nin sonsuza doğru gittiğini göstermektedir. Şüphesiz klasik aletlerle ölçülebilir orta boyuttaki hızlarda fark ihmal edilebilir bir farktır. Aletlerin hassaslığı m ile mo’ı birbirinden ayırmaya imkan vermez. Ama daha ince teknikler deney yapanı çok büyük hızları ölçmeye götürdüğünde Newton’un denklemleri artık yeterli olmamaktadır.
Mantıksal olarak tekniğin bilimin bir uygulaması olması gerekir. Bilim, doğayı değiştirmek, onu insani bir iradenin isteklerine uydurmak isterse de bu istek ancak bir bilgi aracılığıyla güce dönüşme imkanına kavuşmaktadır.
Aslında acil durumların etkisi altında bulunan teknik, zaman bakımından büyük ölçüde bilimden önce gelir. Bilimsel kimya ve biyolojinin doğuşundan çok önceleri insanlar tıpla uğraşmışlardır. Bilimsel kavramların zaman içinde yavaş yavaş oluşmasının nedenlerinden biri daha çok tekniğin başarısızlıkları ve bu başarısızlıkların ortaya çıkardığı sorunlar olmuştur.
Her şeyden önce bilimsel etkinliğin insanlığın çok yakınlarda ortaya çıkmış bir başarısı olduğunu anlamak gerekir. Fiziğin ortaya çıkmasından bu yana henüz üç yüzyıl geçmemiştir. Kimyanın iki yüzyıllık bir geçmişi vardır. Biyolojinin doğuşu ise sadece bir yüzyıl öncesine rastlamaktadır.
Bu kadar geç bir ortaya çıkışı nasıl açıklamak gerekir? Bunun nedeni bilimsel düşüncenin insan için doğal bir şey olmamasıdır. O, tarihin geç bir ürünüdür. Aristoteles iki tür cisim ayırt etmekteydi: kendiliklerinden yukarı doğru giden hafif cisimler (örneğin duman) ve kendiliklerinden aşağıya doğru hareket eden ağır cisimler (örneğin taş). Aristoteles’i burada kendiliğinden algı aldatmaktaydı. Ancak bununla kalmamaktadır. Aristotelesçi bilim-öncesi anlayışta maddi cisimler safça bir biçimde yuvalarına dönmeye çalışan insanlara benzetilmektedir (Yukarı, hafif cisimlerin "doğal yer"i, aşağı ağır cisimlerin "doğal yer"idir). Yerçekiminin artması taşın "aşağı doğru gitmeyi arzu etmesi" ve dolayısıyla "tavlanın kokusunu aldıklarında" hızını arttıran atlar gibi hareketini hızlandırmasıyla açıklanmaktaydı."
Çağdaş yerçekimi kavramının kazanılması bu "psikolojik yansıtmalar"ın bir yana bırakılmasını, cisimlerin boşlukta düşme deneyini, bir yasanın matematiksel olarak formüle edilmesini (artık cisimlerin neden dolayı düştüklerini değil, nasıl düştüklerini kendimize sormamızı) gerektirir. Bilimsel bir kavram hemencecik ilk deneylerle elde edilmez, o yavaş yavaş oluşur. Ayrıca o hiçbir zaman kendi başına, ayrı bir öğe değildir, tüm bir kavramlar ağının bir parçasıdır. Newton’un yerçekimi kavramı, bize ne kadar basit görünürse görünsün, çoktan birbirine bağlı kavramlardan meydana gelen bir sistemdir (Belli bir noktada bir cismin ağırlığı, kitleyle yerçekimi vektörünün çarpılmasının bir ürünüdür). Bilim, araçsız deneyin bir yansısı değildir, aklın karmaşık ve sürekli bir yaratımıdır.
Alain, teknisyen olacak çırakla bilim adamı olacak öğrenci arasında bir paralellik kurarak teknik zihniyetle bilimsel zihniyet arasındaki farkı çok güzel bir şekilde açıklığa kavuşturur. Atölyede düşünmek, fikirlerle ve şeylerle oynamak söz konusu değildir, çünkü alet acemiyi yaralar. Aynı şekilde küçük bir katip de damgalı kağıt üzerinde hata yapamaz. Çırak özellikle denenmiş teknikleri taklit etmeyi öğrenir ve onun için araştırma ve yaratma söz konusu değildir. Oysa okulda durum tamamen farklıdır. "Problemi çözdükten sonra tahta silinir ve "Yanlış toplamalar kimseye zarar vermez". Yanlışın dünya bakımından, doğurduğu maddi bir sonuç bakımından önemi yoktur, yanlışı yapan insan bakımından önemi vardır. Yanlış, üzerinde düşünmek ve dolayısıyla ileri gitmek için bir fırsattır. Öğrencinin etkinliği bir iş olduğu kadar oyundur, hatta işten çok oyundur ve hayatın dışında yer alan bu oyun, eyleme ve somut olana karşı bir mesafe alan bilimsel oyunun ta kendisidir.
g. Çıkar gütmeyen bilim teknikleri ilerletir
Çıkar gütmeyen bilim de kendi payına bazen bilim adamının kendisinin tahmin etmediği verimli pratik uygulamalar bulabilir. Hertz, elektromanyetik dalgaları keşfettiğinde buluşunun radyoyla yayın yapma pratik sonucuna yol açacağını tahmin etmemişti. Dünya kamuoyu, Méduse’ün kurtarma salının denizde batması olayı üzerinde yorumlar yaptığında Cauchy, Bilimler Akademisi’ne sanal sayılar hakkında bir muhtıra sunmaktaydı. Gazeteciler bu tuhaf hesapları, bu "soyutlama çılgınlığı"nı acımasızca dillerine doladılar. Kazaya uğrayan insanlara yardım için etkili teknikler ortaya konsaydı daha iyi olurdu! Kimse mühendislerin sanal sayıların sembolizmini alternatif akım olaylarına uyarlayacaklarını, matematikçilerin hesaplarının elektrikle ilgili teknikleri ileriye götüreceğini, bunun ise diğer sonuçları yanında deniz fenerlerinin aydınlatmasını da iyileştireceğini tahmin etmemekteydi.
Aslında bilimin verimli dolambaçlı yolundan geçen zihin, pratik problemleri akılsal ve çok daha etkili bir biçimde ele alma gücüne sahiptir. Bilimden çıkan teknik, bilimden zaman bakımından önce gelen rutinlerden çok farklı olacaktır. Bachelard, bunun çok basit ve çarpıcı bir örneğini vermektedir: İnsanlığın XX. yüzyıla kadar kullandığı aydınlatma teknikleri her zaman aynı ilkeye dayanmıştır: Onlarda aydınlatmak için bir maddeyi yakmak söz konusuydu. XX. yüzyılda içinde akkor halinde bir telin bulunduğu ampulle birlikte gerçek bir devrim gerçekleşti. Bu kez aydınlatmak için yanmayı engellemek söz konusuydu. Gerçekten ampulde sadece asal bir gaz vardır. Ama bu teknik düzeneğin mümkün olması için yanma olayının bilimsel bilgisi zorunludur.
Bu safhada bilim ve tekniğin karşılıklı bağımlılığı açık bir biçimde kendini göstermektedir. Teknisyen, bilimi pratiğe uyarlayan insan olmaktadır. Teknisyen, mühendis olmaktadır. Teknisyen teriminin kendisi sanayide özel bir anlam kazanmaktadır. O, mühendisin yardımcısı ve astına işaret etmektedir. Böylece "bilinmeyeni faydalı olana dönüştüren bilimin güzel zinciri"nde herkes kendi yerini bulmaktadır. Bilim adamı keşfetmekte, mühendis uyarlamakta, teknisyen gerçekleştirmektedir. Böylece bilim, tekniğin efendisi olmuştur. Ancak tekniğin de kendi payına bilime yaptığı hizmetler görmemezlikten gelinmemelidir.
h. Tekniğin bilime yaptığı hizmetler
Aslında en saf bilim, teknikten yalnızca faydalı bir amaç peşinden koşmamasıyla ayrılır. Ama daha dar bir anlamda, bilimsel etkinliğin kendisi, işlemsel olması bakımından teknik bir şey olarak nitelendirilebilir. Formel mantığın kendisi bile bir ilkeden hareketle bir sonuç ortaya koyduğu için işlemseldir. Formülleri "sıkıştıran", sembolleri birbirlerine dönüştüren matematik son derece işlemseldir ve öte yandan işlemlerinin bazısını teknik yapım harikaları olan hesap makinelerine emanet edebilir.
Madde bilimleri şüphesiz tüm deneysel tekniklerin işbirliğini gerektirir. Burada bir tanım, bir yapım, elle işlemedir. O, sıkı bir biçimde bir aletle ilişkilidir. Bir varsayımın doğrulanması teknik bir sorundur. Ustaca uyarlanmış maddi bir aygıt tasarlamak gerekir. Laboratuvar, aygıtlarını imal eden sanayiye bağımlıdır.
Bilim ve teknik arasındaki bu sıkı ilişkileri güçlü bir şekilde gösteren şey, bugün yapay uyduların fırlatılmasıdır. Daha önce kendinden itmeli aygıtlarla atmosferin yukarısı araştırılabilmekteydi. Ama bu aygıtlara takılmış olan kaydedici aletler ancak çok kısa bir süreyle ve sadece belli bir noktada düşey doğrultuda gözlem yapabilmekteydiler. Burada teknik imkansızlık, bilimsel gözlemlerin kapsamını sınırlamaktaydı. Birkaç yıl boyunca dünyanın etrafında dönme gücüne sahip olan yapay uydular, bütün bu güçlüklerin üstesinden gelmeye imkan vermektedir. Uygun kayıt aletleriyle donatılmış olan bu uydularla en değişik ve verimli gözlemler yapılabilmektedir. Diğerleri arasında şu imkanları sayalım: Çok uzak mesafelerden dünya üzerindeki bulut kitlelerinin incelenmesi, foto-sayaç tüpler yardımıyla elektromanyetik ışınımın incelenmesi, kozmik ışınımın şiddet değişimlerinin incelenmesi.
Tekniklerin gelişmesi hatta o zamana kadar kabul edilen bilimsel kavramların alt üst olmasına yol açabilir. Örneğin, bize sonsuz küçükler alanında işlemler gerçekleştirme imkanı veren ölçü aletlerindeki gitgide artan hassaslık, gözlemde ölçek değişikliğine yol açar. Bu, bilimsel düşüncede son derece verimli krizler yaratabilecek yeni alanların keşfine açılan bir kapı demektir. Böylece dünyanın, mutlak uzaya, esire (éther) göre hareketini ortaya koymak amacıyla Michelson ve Morley tarafından geliştirilen deneysel aygıt, einsteincı devrimin hareket noktası olmuştur. Eğer esir, yani mutlak referans uzayı, bir gerçekse, dünyanın kendi etrafında dönüşü yönünde gönderilen bir ışının saniyede 300.000 km artı x lik bir hızı (Burada x, dünyanın yörünge üzerindeki hızıdır), ters yönde gönderilen bir ışının ise saniyede 300.000 km eksi x lik bir hızı olacaktır. Michelson ve Morley’in farklı yönlerde yayılan iki ışını bir interferometrede toplamaktan ibaret olan tekniklerinin amacı, girişim saçaklarında okunabilir olan bu küçük farkı ortaya koymaktır. Michelson ve Morley’in aygıtı teknik olarak dünyanın gerçekteki yer değiştirme hızından on misli daha küçük bir hızı ortaya koyabilecek bir tarzda mükemmelleştirilmiştir. Sonuçta aygıt, iki ışın arasında en ufak bir hız farkını göstermemiştir. O zaman mutlak referans uzayı varsayımını bir kenara itmek ve tüm klasik Newton mekaniğini yeniden ele almak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ama deneyin olumsuz sonucunun bilimsel bir problem ortaya koymasının nedeni tam da Michelson ve Morley aygıtının ışık demetleri arasındaki çok küçük bir farklılığı değerlendirebilecek kadar hassas bir tekniği gerçekleştirmiş olmasıdır.
Başka bir alanda, mikrofizik alanında, bilimsel kavramların alt üst olması yine olağanüstü hassaslıkta tekniklerin ortaya konmasıyla ilişkilidir. Örneğin, atom fiziğinde büyük bir güçle elektronları fırlatmak için kullanılan hızlandırıcıyı, betatron denilen parçacık hızlandırıcısını göz önüne alalım. Her elektron, ışığın hızına yakın bir hızla bir hızlandırıcının çevresi boyunca milyonlarca tur atabilir ve hassas bir biçimde bir hedef üzerine yansıtıp yönlendirilebilir. Einstein’ın dinamiğinin Newton’un dinamiği yerine geçirilmesini zorunlu kılan şey, bu tür hızları ölçme imkanı olmuştur. Newton için kitlenin bir sabit olmasına karşılık, Einstein’ın sisteminde kitle hızla doğru orantılı olarak artmaktadır.
Bu formül, V C ye doğru gittiğinde m’nin sonsuza doğru gittiğini göstermektedir. Şüphesiz klasik aletlerle ölçülebilir orta boyuttaki hızlarda fark ihmal edilebilir bir farktır. Aletlerin hassaslığı m ile mo’ı birbirinden ayırmaya imkan vermez. Ama daha ince teknikler deney yapanı çok büyük hızları ölçmeye götürdüğünde Newton’un denklemleri artık yeterli olmamaktadır.
ANA FİKİRLER
Mantıksal olarak tekniğin bilimin bir uygulaması olması gerekir. Bilim, doğayı değiştirmek, onu insani bir iradenin isteklerine uydurmak isterse de bu istek ancak bir bilgi aracılığıyla güce dönüşme imkanına kavuşmaktadır.
Aslında acil durumların etkisi altında bulunan teknik, zaman bakımından büyük ölçüde bilimden önce gelir. Bilimsel kimya ve biyolojinin doğuşundan çok önceleri insanlar tıpla uğraşmışlardır. Bilimsel kavramların zaman içinde yavaş yavaş oluşmasının nedenlerinden biri daha çok tekniğin başarısızlıkları ve bu başarısızlıkların ortaya çıkardığı sorunlar olmuştur.
Her şeyden önce bilimsel etkinliğin insanlığın çok yakınlarda ortaya çıkmış bir başarısı olduğunu anlamak gerekir. Fiziğin ortaya çıkmasından bu yana henüz üç yüzyıl geçmemiştir. Kimyanın iki yüzyıllık bir geçmişi vardır. Biyolojinin doğuşu ise sadece bir yüzyıl öncesine rastlamaktadır.
Bu kadar geç bir ortaya çıkışı nasıl açıklamak gerekir? Bunun nedeni bilimsel düşüncenin insan için doğal bir şey olmamasıdır. O, tarihin geç bir ürünüdür. Aristoteles iki tür cisim ayırt etmekteydi: kendiliklerinden yukarı doğru giden hafif cisimler (örneğin duman) ve kendiliklerinden aşağıya doğru hareket eden ağır cisimler (örneğin taş). Aristoteles’i burada kendiliğinden algı aldatmaktaydı. Ancak bununla kalmamaktadır. Aristotelesçi bilim-öncesi anlayışta maddi cisimler safça bir biçimde yuvalarına dönmeye çalışan insanlara benzetilmektedir (Yukarı, hafif cisimlerin "doğal yer"i, aşağı ağır cisimlerin "doğal yer"idir). Yerçekiminin artması taşın "aşağı doğru gitmeyi arzu etmesi" ve dolayısıyla "tavlanın kokusunu aldıklarında" hızını arttıran atlar gibi hareketini hızlandırmasıyla açıklanmaktaydı."
Çağdaş yerçekimi kavramının kazanılması bu "psikolojik yansıtmalar"ın bir yana bırakılmasını, cisimlerin boşlukta düşme deneyini, bir yasanın matematiksel olarak formüle edilmesini (artık cisimlerin neden dolayı düştüklerini değil, nasıl düştüklerini kendimize sormamızı) gerektirir. Bilimsel bir kavram hemencecik ilk deneylerle elde edilmez, o yavaş yavaş oluşur. Ayrıca o hiçbir zaman kendi başına, ayrı bir öğe değildir, tüm bir kavramlar ağının bir parçasıdır. Newton’un yerçekimi kavramı, bize ne kadar basit görünürse görünsün, çoktan birbirine bağlı kavramlardan meydana gelen bir sistemdir (Belli bir noktada bir cismin ağırlığı, kitleyle yerçekimi vektörünün çarpılmasının bir ürünüdür). Bilim, araçsız deneyin bir yansısı değildir, aklın karmaşık ve sürekli bir yaratımıdır.
2 Yorumlar
gerçekten de kesin doğru dediğim birçok şeyi yeniden gözden geçirmeme vesile oldu bu makale?
değerli admin sizi gerçekten tebrik ediyorum.bu siteden kazandıklarımı hesap bile edemem.bilgi kutsaldır o halde onu ulaştıranda kutsal bir iş yapmış olur.teşekkür ederim..
4 senelik yorumdan sonra söyleyeceğim şudur : ''Felsefe dersi çekilmez abi,herşeyden soğutur ve aynı zamanda herşeyle ilgili olmanı sağlar.'' (NECDET OZBAY)