2. Yargı
|
Empirist filozoflar, yargıyı, kavramlar arasında pasif bir çağrışıma indirgemek istemişlerdir. Karın beyaz olduğunu söylemek, kar öznesiyle beyaz yüklemini birleştirmektir. Burada bağlaç ("dır") sadece benim alışkanlık sonucu gerçekleştirdiğim bir bağlantıyı ifade eder (Kar ve beyaz benim geçmiş deneyimimde her zaman birbirini çağrıştırmışlardır).
Bu hesaba göre sahibinin kırbacını gören köpeğin titremesi, bir yargıdır! Şüphesiz tepkilerimiz ve davranışlarımız çoğu kez çağrışımlarla, şartlı reflekslerle açıklanabilir. Leibniz, "Eylemlerimizin dörtte üçünde empiristiz" demişti. Ancak yargı tamamen farklı bir şeydir. Bir yargıda bulunmak, kendiliğinden ve irade-dışı zihinsel çağrışımların çokluğuna egemen olmaktır. Yargı, zihnin bir eylemi, "kendisiyle bir inancın içeriği üzerine bilinçli bir tarzda karar verdiğimiz ve onu doğru diye ortaya koyduğumuz zihinsel bir karardır" (Lalande). "Bu hoca hoşgörülüdür" veya "Bu palto siyahtır" dediğimizde yargılar ileri sürmekteyiz. Yargının gramerin kategorilerine (özne, yüklem, bağlaç) boyun eğdiği ve zorunlu olarak dilsel bir biçime mahkum olduğunu düşünmekten kaçınmamız gerekir. "Evet!", "Hayır!", "Harika!" gibi sözler, "Gök mavidir"le aynı ölçüde yargılardır. Yargı kesinlikle daha önce var olan kavramlar arasında bir ilişki değildir, O bir fiildir ve tersine yargıdan hareketle açıklanması gereken, kavramdır (Her kavram, içlemini ve kaplamını kesinliğe kavuşturan çeşitli yargıların bir özeti ve kristalleşmesidir).
Ancak burada yargı problemini psikolojik açıdan ele almalıyız. Yargı bir tasdik olarak ortaya çıkar; inanç, yani zihnin ortaya konan önermeyi onamasını gerektirir. İnancın temeli nedir?
a. Entelektüalist kuram
Spinoza’ya göre inancı belirleyen şey, onun iç açıklığıdır. Bir fikri onamamızı açıklayan, bu fikre özgü olan apaçıklıktır. Aynı şekilde şüphe de sadece çelişkinin ve fikirlerin bulanıklığının sonucudur. Doğru bir fikir, zihnimizi işgal eder etmez, ona inanmaktan kendimizi engelleyemeyiz. Bende kendini tasdik eden, benim inancıma kendini kabul ettiren, fikrin kendisidir. Çünkü bir fikir "sessiz bir resim" değildir. O kendini tasdik eder.
Demek ki inancın psikoloiik düzeni, fikrin doğasının yansısıdır. Ya fikir karanlık, bulanıktır ve ben kararsız kalırım veya fikir açık, seçiktir, doğrudur ve ben güven duyarım. Kesinliğin psikolojik düzeni, apaçıklığın mantıksal düzeninin aynıdır ve bu sonuncunun kendisi de varlık düzeniyle, ontolojik düzenle aynı şeydir.
Bu bakış açısı derhal önemli bir eleştiriyle karşılaşmaktadır: Yanlış, vardır. Doğru olduğundan emin olarak ben yanlış bir şeyi tasdik edebilirim. Kesinlik duygusuna sahip olmama rağmen düşündüğüm şey yanlıştır. İnancın düzeni her zaman doğrunun düzenine paralel değildir ve bir şeye neden inandığımızı veya inanmadığımızı bilme problemi, sadece bir mantık problemi değildir.
Spinoza, bu eleştiriye, yanlışın pozitif bir gerçekliğe sahip olmadığını söyleyerek cevap vermektedir. “Yanlış sadece eksik, yetersiz, bulanık bir bilgi, bir apaçık fikirler yokluğu, basit bir bilgi kusurudur. İstediğimiz kadar bir insanın yanlış bir şeyi kabul etmek istediğini düşünelim. Hiçbir zaman onun emin olduğunu söyleyemeyiz, çünkü biz emin olmadan pozitif bir şeyi anlamaktayız." Ama yanlış bir inanç da pozitiftir, çünkü onu doğruymuş gibi tasdik ederiz. Yanlış, sadece bilgisizlik değildir; o aynı zamanda bir yanılsamadır. Ben yanıldığımda doğruyu bilmemekle kalmamaktayım, aynı zamanda yanlışı onamaktayım, yanlışı kabul etmekteyim. O halde tasdik ilkesi, fikrin içsel açıklığından bağımsızdır. Peki onun yeri neresidir?
b. İradeci kuram
Descartes’a göre onama ilkesinin yeri, iradedir. Descartes şöyle der: "Koşan bir adam görmek, onu gördüğünü kesin olarak tasdik etmekten başka bir şeydir. Akıl, tasavvurlarını, fikirlerini sunar. Ama onları istediği gibi düzenleyen, tasdik veya inkar eden iradedir." Descartes böylece yanlışı şu şekilde açıklamaktadır: Yanlış, iradenin "erken", çok çabuk bir tasdikidir. Onda iradenin ne açık, ne de seçik olmadığı halde herhangi bir fikri onamaya karar vermesi söz konusudur.
Bu tez ilk bakışta karşı çıkılabilir görünmektedir. Ben istediğim şeye inanma gücüne sahip olduğum, rızamı, onamamı istediğim gibi kullandığım izlenimine sahip değilim. İrademi kullanarak kendimi bir şeye inanmaya zorlamam, aslında ondan şüphe ettiğimi itiraf etmem değil midir? Bu anlamda, "Her inanma istemi, bir şüphe etme isteğidir" denilmiştir. Aynı şekilde ben iradi bir fiille apaçık bir şeye inanmayı reddedebilir miyim?
Descartes buna iradenin inancı ancak dolaylı olarak, dikkat aracılığıyla belirlediği cevabını vermektedir. Böylece o Peder Mesland’a şöyle yazabilmekteydi: "Apaçık bir doğruyu kabul etmeyi reddetme özgürlüğüne sahibiz." Bunun için dikkatimizi apaçıklıktan başka yana çevirmemiz yeterlidir. Alain, "En mükemmel kanıtlar bile, bu kanıtları göz önüne almayı, dikkatli düşünme çabasıyla onları canlı kılmayı reddeden biri için, ‘ölü’ olarak kalırlar" demiştir. Sonuç olarak, gördüğümüz şeye inandığımız doğruysa da buna ancak baktığımız şeyi gördüğümüz ve ancak istediğimiz şeye baktığımızı eklememiz gerekir.
Dikkatimizi ve yargımızı istediği gibi kullanan bu irade, nedeni olmayan bir tercih, salt bir seçme özgürlüğü olmak zorunda değildir. İstek, kaynağını etten kemikten yapılmış varlıkta, eğilimlerimizde, somut kişiliğimizde bulur. Dolayısıyla en sevdiğimiz inançlarımızın her zaman kanıtlanması en kolay, en apaçık şeyler olmamalarına şaşmamamız gerekir. Birçok insan hayatını bir teorem gibi kanıtlanabilir olmayan dinsel, siyasal, felsefi inançları uğruna feda etmiştir. Kimse bir teorem için, kanıtlanması mümkün bir fizik yasası için ölmemiştir, (Galile söylediklerini geri alır; o astronomi için ölmeyi reddeden insandır!). Buna karşılık şehit, inancının davasına sıkı sıkıya bağlı olduğunu, "şahitliği"nden ayrılamaz olduğunu hisseder. Frédéric Rauh, ahlak idealinin ancak eylemde ve eylemde bulunanlarla temas sonucu hayat bulduğunu söylemekteydi. Bir ideale inanmak, onu sonuna kadar yaşamaktır. Bundan dolayı Platon’un felsefesinin temelinin (Sıradan deneyimin aldatıcı görünüşlerinin ötesinde saf idealar dünyası vardır) Sokrates’in hayatı olduğu söylenebilir. Sokrates, çıkar peşinde koşmamasıyla, cesaretiyle, maddi şeyleri hor görmesiyle öğrencilerine ve kendine bu dünyanın bir önemi olmadığını göstermektedir. Çağdaş bir düşünürün dediği gibi, "Bir yaşama tarzıyladır ki biz bir düşünme tarzını seçeriz" (Joly). Öte yandan her türlü karardan, her türlü eylemden bağımsız olduğu ileri sürülebilecek tek bir salt entelektüel kesinlik alanı var mıdır? ‹radeciler bu soruyu hayır diye cevaplandırırlar. En soyut bilimler, matematik bile, bir uylaşımlar ve aksiyomlar sisteminin seçimine dayanır. Bir üçgenin açılarının iki dik açıya eşit olduğuna inanmak, Euklides’in aksiyomlar sistemini kabul etmektir ve bu kabul, benim seçme özgürlüğümün saf bir kararı üzerine dayanır.
c. Önerdiğimiz çözüm
Ancak ne entelektüalizm, ne iradecilik, inanç problemine tam olarak doyurucu bir çözüm sunmuyor gibi görünmektedir. Entelektüalizm, inançlarımızın (insani, fazla insani olan) koşullarını görmezlikten gelmektedir. İradecilik ise, hiç olmazsa en köktenci biçimlerinde, bunun tersi olan yanlışı yapmaktadır. Tüm inançlarımızı bir şeye "bağlanma" eyleminden hareketle açıklamak, psikolojizmin yanılgısına düşme tehlikesini doğurmaktadır. O, doğru inançları yanlış inançlardan ayırma yönünde her türlü imkanı elimizden almaktadır.
Şüphesiz öyle ahlaksal kesinlikler vardır ki onlar geçerli bir temeli eylemde, her varlığın kendini bir yükümlülük altına koyduğu bir deneyimde bulurlar. Rauh’un, ahlak idealinin kanıtlanamayacağı, fakat "sokakta, hayatta, savaşta, güne gün yaşanacağı" görüşünün doğru olduğunu kabul edelim. Aynı şekilde sanmak, düşünmek anlamında inanmakla güvenmek, itimat etmek anlamında inanmak arasında ayrım yapmak da uygundur. Bir şeye, örneğin bir dostun sadakatine inanmak, bir inanç fiilini gerektirir. Çünkü bir insanın davranışı bir ölçüde özgürlüğün sonucudur ve insanlar arasındaki ilişkiler, şeylerin bilgisiyle aynı planda yer almazlar. Hatta benim inanma eylemimin dostumun sadakatini ayakta tutmaya katkısı olabilir (Eğer ona inanırsam, o beni düş kırıklığına uğratmak istemeyecektir). Bununla birlikte inançlarımızın çoğu, eğer kaynaklarını sadece eğilimlerimiz, tutkularımızda bulmaktaysalar ve akılsal kanıtlara dayanan bir temele sahip değilseler, yanlış inançlardır. Yarın sokağa çıkıp dolaşmayı arzu ettiğimiz için havanın güzel olacağına inanmamızla, bazı istasyonların barometrik ve higrometrik verilerine dayanan meteorolojik bir haritaya danıştıktan sonra herhangi bir arzu veya çıkarla ilgisi olmaksızın yarın yağmurun yağmamasının muhtemel olduğunu düşündüğümüzden havanın güzel olacağına inanmamız arasında büyük fark vardır. Aynı şekilde dinsel inançlar da temel olarak bizim içten bağlanma ve inanma eylemimize sahip olmakla yetinemezler. Bir dinin hayatımı zenginleştirmesinden, bana cesaret ve umut vermesinden dolayı doğru olması zorunlu değildir. İnanç, nedensiz bir şey olma iddiasında değildir. O, kanıt talep eder (fides quaerens intellectum). Vahyedilmiş bir din, tarihsel tanıklıklara dayanır ve akla uygun onamamız, bu tanıklıkların tarafsız incelenmesini gerektirir. Hele matematik bir doğru, duygularıma veya nedeni olmayan bir kararıma hiç bağlı değildir. Şüphesiz bir teoremin geçerliliği, bir aksiyomlar sistemine dayanır. Ama bu sistemin içinde kanıtlanmamış doğruluğu temellendiren şey, mantıksal bakımdan düzgün bir biçimde gerçekleştirilen bir tümdengelimdir. Öte yandan sıkı mantıksal tutarlılık koşullarına (çeşitli aksiyomların bağımsızlığı, uyuşması, yeterliliği) uyan sistemin kendisi de tamamen keyfi bir biçimde seçilmiş değildir.
Sonuç olarak yukarıda kabul ettiğimiz gibi eylem ve iradenin yetki alanına giren ahlaksal kesinlikleri bir kenara bırakırsak, entelektüalizmle iradecilik arasındaki çatışma bize şu şekilde çözülebilir görünmektedir:
İradeciler bize çoğu zaman ince ve nüfuz edici bir yanlışın psikolojisini vermektedirler. Buna karşılık entelektüalistler bir inanma ahlakı sunmakta ve bir bilginin hangi koşullarda doğru olduğunu anlatmaktadırlar. Şüphesiz inancın psikolojisinde yürek, tutkular, arzular önemli bir rol oynar. Ama onlar inançlarımızda ancak yanlış olanı açıklar. Eğilimler ve tutkuların bu ince mekanizmasını bilmek gerekir; ama bunu inançlarımızı bu eğilimler ve tutkular üzerine oturtmak için değil, onlardan arıtmak için bilmek gerekir. Çünkü doğru, içgüdüler ve tutkular da içinde olmak üzere tümüyle yaşayan kişiden hareketle tanımlanamaz. Doğrunun araştırılması, insanın hayal gücünden, ihtiyaç ve tutkularından kendini kurtarmasını, romantiklerin yüreğin düzeni dedikleri bedenin düzenini terk etmek üzere çile çekmesini, çaba göstermesini gerektirir. Doğru inanç, akla dayanan, dolayısıyla salt psikolojik motivasyonlardan uzak olan inançtır. Bertrand Russell, yanlış inançların ancak psikolojisinin yapılabileceği, buna karşılık doğru fikirlerin mantığı ilgilendirdiğini söylemekteydi. Bir problem üzerinde doğru düşünmenin ancak tek bir tarzı vardır ve bu doğruluk bizden değil, nesnenin yapısından kaynaklanır. Buna karşılık yanılmanın her biri psikolojimizin bir özelliğinden kaynaklanan binlerce çeşidi vardır (Aristoteles, yanlışın çok yüzlü olduğunu söylemekteydi). Doğrunun kişilik-dışı ve nesnel olmasına karşılık, yanlışlarımız tüm varlığımızla bizi yansıtır.
Ancak iradecilik vardır, iradecilik vardır ve Descartes’ın iradeciliğine çok özel bir yer vermeliyiz. Descartes doğruyu tutkular, çıkarlar veya "bağlanmalar"a tabi kılmamaktadır. Şüphesiz ona göre, tasdik eden iradedir. Doğru inanç gibi yanlış inançta da onun kararı vardır. Ancak yanlışta iradenin "acele hüküm verme" veya "önyargı"nın akıl-dışı güçleri tarafından yoldan çıkarılmasına karşılık, doğru bir inanç söz konusu olduğunda bunun tersine irade sadece aklın ışığıyla aydınlanmak üzere kendini tutkuların belirleniminden kurtarmayı bilir. Descartes, zihinde büyük bir açıklığın iradede büyük bir eğilimi belirlediğini ilan eden ilk kişidir. Bu anlamda irade, kusursuz bir inanç sağlığının, verimli bir yargı pedagojisinin ilkesi olabilir. İrade akla dayanmayan her önermeyi kabul etmeyi reddetmek üzere düşüncelerimizin gidişini yönlendirmelidir. Yöntemsel şüphe, yargının geçici olarak askıya alınması ilkesi budur.
Akılcılığa karşı çıkanlar, bir insanın "o zamana kadar kazanmış olduğu bütün görüşleri aklın düzeyine uydurmak üzere istediği gibi bir kenara atabileceği"ne itiraz ederler. Descartes, bu kahramanca girişimin zorluklarını kabul eden ilk kişidir. O, yetişkinler olmadan önce arzularımızın taleplerine ve mürebbilerimizin sözlerine boyun eğen çocuklar olduğumuzu bilmekteydi. Öte yandan, çağdaş psikoloji, çocuğun kazandığı ilk inançların neden o kadar uzun bir süre ve bazen her türlü eleştiriye direnerek varlığını devam ettirdiğini daha iyi anlamamıza imkan vermektedir. Çocuk, anne babasını sevdiği ve onlar tarafından sevilmeyi arzu ettiği için anne babasına inanmaktadır (Bu, aktarma [transfer] mekanizmasıdır). Anne babasının, örneğin, dinsel veya siyasal konulardaki görüşlerinden şüphe etme durumu ortaya çıktığında yetişkinin duyduğu büyük acı buradan kaynaklanmaktadır. Bu şüphe, yetişkinde, bazen öyle bir suçluluk duygusu yaratır ki o belki kendisine daha şüpheli göründükleri ölçüde eski inançlarını daha büyük bir enerji ve tutkuyla savunmaya devam eder.
Bağnazlığın zehirli sırrı budur. Onu açıklayan şey, kişinin yetersizliği ve savunduğu davanın zorlukları konusunda sahip olduğu bulanık bilgiyi bir tür telafi etme arzusudur. Böylece siyasal bir tartışmada karşısındakinin kanıtlarının üstünlüğünü hisseden insan, sert bir tavır takınır ve karşısındakine hakaret etmeye yönelir. Jung, "Bağnazlık, şüphenin aşırı telafisidir" der. İnsanın bir kez alışkanlığa doğduktan sonra akla doğması çok zordur. Yüreğin yaşamış olduğu bir "evet"e, zihnin gücüyle "hayır" demek çok zordur. Jean Guitton Bay Pouget’nin Portresi adlı çok hoş kitabında Peder Pouget’nin kendisine birgün şunu söylediğini anlatır: “Hayatımın sonuna yaklaştığım şu dönemde kendime inançsızlığa yaklaşan sorular sorduğum anlar oluyor. Ama bu ayartmaları derhal kafamdan kovuyorum.” Ancak bu tutum, çift anlamlıdır. Daha önce benimsemiş olduğumuz bir teze karşı aklımıza gelen kanıtları “kötü ayartmalar” olarak mı görmeliyiz? Tam tersine tarafsız olarak incelemek, değerlerini saptamak için geçici olarak onlara haklarını vermek ödevimiz değil midir? Şüphesiz bu kanıtlar, sahte-kanıtlar, tutkulu bir kandırmanın kötü niyetli akla uygunlaştırmaları (rasyonalizasyonlar) olabilirler. Ancak incelemezsem bu konuda nasıl yargıda bulunabilirim? Eleştirici düşüncenin içine düşebileceği tuzaklara karşı onu daha ileri götürmek, tamamlamaktan başka çare yoktur. Her türlü tutkudan arınmış bir akıl belki hiçbir zaman var olmamıştır. Ama bundan dolayı onu kendimize ideal olarak almaktan vazgeçmemiz mi gerekir?
Bu inanç sağlığı çok seyrek olarak yerine getirilir. Çünkü o bizden çaba sarf etmemizi ister. Çok kişi bu çabayı reddederek kendini yanlış inançlara mahkum eder. "Düşünce, tasarruf için, hazır giyinir." Fazla düşünmeksizin insan kendi siyasi partisine, gazetesine, ortamının alışkanlıklarına güvenir. Birçok parti, başka gazeteler ve başka ortamlar olduğunu biliriz. Ama hayat bu şeyler üzerinde düşünme zamanı vermez. İstediğimiz şey her şeyden önce "entelektüel konfor", zihin güvenliği ve iç huzurdur. Bazen doğruluk zihniyetinin düşmanı olan kesinlik zihniyeti budur. Doğruluk zihniyeti, doğruyu kendimize tercih etmemizden ibarettir. Eski fikirlerimiz, tutkularımız ve alışkanlıklarımızın meydana getirdiği sahte-kesinlikler içinde uyumamamız, sevdiğimiz, çok sevdiğimiz düşüncelerimize karşı belli bir mesafeyi korumamızdan ibarettir. Lagneau, hayranlık uyandırıcı bir biçimde şunları söylemektedir: "Ancak zihnimiz kendisini daha yukarıda tutarak, onları sürekli olarak yargılamak yoluyla canlılıklarını korursa, fikirler hayatiyete sahip olabilirler."
Bu hesaba göre sahibinin kırbacını gören köpeğin titremesi, bir yargıdır! Şüphesiz tepkilerimiz ve davranışlarımız çoğu kez çağrışımlarla, şartlı reflekslerle açıklanabilir. Leibniz, "Eylemlerimizin dörtte üçünde empiristiz" demişti. Ancak yargı tamamen farklı bir şeydir. Bir yargıda bulunmak, kendiliğinden ve irade-dışı zihinsel çağrışımların çokluğuna egemen olmaktır. Yargı, zihnin bir eylemi, "kendisiyle bir inancın içeriği üzerine bilinçli bir tarzda karar verdiğimiz ve onu doğru diye ortaya koyduğumuz zihinsel bir karardır" (Lalande). "Bu hoca hoşgörülüdür" veya "Bu palto siyahtır" dediğimizde yargılar ileri sürmekteyiz. Yargının gramerin kategorilerine (özne, yüklem, bağlaç) boyun eğdiği ve zorunlu olarak dilsel bir biçime mahkum olduğunu düşünmekten kaçınmamız gerekir. "Evet!", "Hayır!", "Harika!" gibi sözler, "Gök mavidir"le aynı ölçüde yargılardır. Yargı kesinlikle daha önce var olan kavramlar arasında bir ilişki değildir, O bir fiildir ve tersine yargıdan hareketle açıklanması gereken, kavramdır (Her kavram, içlemini ve kaplamını kesinliğe kavuşturan çeşitli yargıların bir özeti ve kristalleşmesidir).
Ancak burada yargı problemini psikolojik açıdan ele almalıyız. Yargı bir tasdik olarak ortaya çıkar; inanç, yani zihnin ortaya konan önermeyi onamasını gerektirir. İnancın temeli nedir?
a. Entelektüalist kuram
Spinoza’ya göre inancı belirleyen şey, onun iç açıklığıdır. Bir fikri onamamızı açıklayan, bu fikre özgü olan apaçıklıktır. Aynı şekilde şüphe de sadece çelişkinin ve fikirlerin bulanıklığının sonucudur. Doğru bir fikir, zihnimizi işgal eder etmez, ona inanmaktan kendimizi engelleyemeyiz. Bende kendini tasdik eden, benim inancıma kendini kabul ettiren, fikrin kendisidir. Çünkü bir fikir "sessiz bir resim" değildir. O kendini tasdik eder.
Demek ki inancın psikoloiik düzeni, fikrin doğasının yansısıdır. Ya fikir karanlık, bulanıktır ve ben kararsız kalırım veya fikir açık, seçiktir, doğrudur ve ben güven duyarım. Kesinliğin psikolojik düzeni, apaçıklığın mantıksal düzeninin aynıdır ve bu sonuncunun kendisi de varlık düzeniyle, ontolojik düzenle aynı şeydir.
Bu bakış açısı derhal önemli bir eleştiriyle karşılaşmaktadır: Yanlış, vardır. Doğru olduğundan emin olarak ben yanlış bir şeyi tasdik edebilirim. Kesinlik duygusuna sahip olmama rağmen düşündüğüm şey yanlıştır. İnancın düzeni her zaman doğrunun düzenine paralel değildir ve bir şeye neden inandığımızı veya inanmadığımızı bilme problemi, sadece bir mantık problemi değildir.
Spinoza, bu eleştiriye, yanlışın pozitif bir gerçekliğe sahip olmadığını söyleyerek cevap vermektedir. “Yanlış sadece eksik, yetersiz, bulanık bir bilgi, bir apaçık fikirler yokluğu, basit bir bilgi kusurudur. İstediğimiz kadar bir insanın yanlış bir şeyi kabul etmek istediğini düşünelim. Hiçbir zaman onun emin olduğunu söyleyemeyiz, çünkü biz emin olmadan pozitif bir şeyi anlamaktayız." Ama yanlış bir inanç da pozitiftir, çünkü onu doğruymuş gibi tasdik ederiz. Yanlış, sadece bilgisizlik değildir; o aynı zamanda bir yanılsamadır. Ben yanıldığımda doğruyu bilmemekle kalmamaktayım, aynı zamanda yanlışı onamaktayım, yanlışı kabul etmekteyim. O halde tasdik ilkesi, fikrin içsel açıklığından bağımsızdır. Peki onun yeri neresidir?
b. İradeci kuram
Descartes’a göre onama ilkesinin yeri, iradedir. Descartes şöyle der: "Koşan bir adam görmek, onu gördüğünü kesin olarak tasdik etmekten başka bir şeydir. Akıl, tasavvurlarını, fikirlerini sunar. Ama onları istediği gibi düzenleyen, tasdik veya inkar eden iradedir." Descartes böylece yanlışı şu şekilde açıklamaktadır: Yanlış, iradenin "erken", çok çabuk bir tasdikidir. Onda iradenin ne açık, ne de seçik olmadığı halde herhangi bir fikri onamaya karar vermesi söz konusudur.
Bu tez ilk bakışta karşı çıkılabilir görünmektedir. Ben istediğim şeye inanma gücüne sahip olduğum, rızamı, onamamı istediğim gibi kullandığım izlenimine sahip değilim. İrademi kullanarak kendimi bir şeye inanmaya zorlamam, aslında ondan şüphe ettiğimi itiraf etmem değil midir? Bu anlamda, "Her inanma istemi, bir şüphe etme isteğidir" denilmiştir. Aynı şekilde ben iradi bir fiille apaçık bir şeye inanmayı reddedebilir miyim?
Descartes buna iradenin inancı ancak dolaylı olarak, dikkat aracılığıyla belirlediği cevabını vermektedir. Böylece o Peder Mesland’a şöyle yazabilmekteydi: "Apaçık bir doğruyu kabul etmeyi reddetme özgürlüğüne sahibiz." Bunun için dikkatimizi apaçıklıktan başka yana çevirmemiz yeterlidir. Alain, "En mükemmel kanıtlar bile, bu kanıtları göz önüne almayı, dikkatli düşünme çabasıyla onları canlı kılmayı reddeden biri için, ‘ölü’ olarak kalırlar" demiştir. Sonuç olarak, gördüğümüz şeye inandığımız doğruysa da buna ancak baktığımız şeyi gördüğümüz ve ancak istediğimiz şeye baktığımızı eklememiz gerekir.
Dikkatimizi ve yargımızı istediği gibi kullanan bu irade, nedeni olmayan bir tercih, salt bir seçme özgürlüğü olmak zorunda değildir. İstek, kaynağını etten kemikten yapılmış varlıkta, eğilimlerimizde, somut kişiliğimizde bulur. Dolayısıyla en sevdiğimiz inançlarımızın her zaman kanıtlanması en kolay, en apaçık şeyler olmamalarına şaşmamamız gerekir. Birçok insan hayatını bir teorem gibi kanıtlanabilir olmayan dinsel, siyasal, felsefi inançları uğruna feda etmiştir. Kimse bir teorem için, kanıtlanması mümkün bir fizik yasası için ölmemiştir, (Galile söylediklerini geri alır; o astronomi için ölmeyi reddeden insandır!). Buna karşılık şehit, inancının davasına sıkı sıkıya bağlı olduğunu, "şahitliği"nden ayrılamaz olduğunu hisseder. Frédéric Rauh, ahlak idealinin ancak eylemde ve eylemde bulunanlarla temas sonucu hayat bulduğunu söylemekteydi. Bir ideale inanmak, onu sonuna kadar yaşamaktır. Bundan dolayı Platon’un felsefesinin temelinin (Sıradan deneyimin aldatıcı görünüşlerinin ötesinde saf idealar dünyası vardır) Sokrates’in hayatı olduğu söylenebilir. Sokrates, çıkar peşinde koşmamasıyla, cesaretiyle, maddi şeyleri hor görmesiyle öğrencilerine ve kendine bu dünyanın bir önemi olmadığını göstermektedir. Çağdaş bir düşünürün dediği gibi, "Bir yaşama tarzıyladır ki biz bir düşünme tarzını seçeriz" (Joly). Öte yandan her türlü karardan, her türlü eylemden bağımsız olduğu ileri sürülebilecek tek bir salt entelektüel kesinlik alanı var mıdır? ‹radeciler bu soruyu hayır diye cevaplandırırlar. En soyut bilimler, matematik bile, bir uylaşımlar ve aksiyomlar sisteminin seçimine dayanır. Bir üçgenin açılarının iki dik açıya eşit olduğuna inanmak, Euklides’in aksiyomlar sistemini kabul etmektir ve bu kabul, benim seçme özgürlüğümün saf bir kararı üzerine dayanır.
c. Önerdiğimiz çözüm
Ancak ne entelektüalizm, ne iradecilik, inanç problemine tam olarak doyurucu bir çözüm sunmuyor gibi görünmektedir. Entelektüalizm, inançlarımızın (insani, fazla insani olan) koşullarını görmezlikten gelmektedir. İradecilik ise, hiç olmazsa en köktenci biçimlerinde, bunun tersi olan yanlışı yapmaktadır. Tüm inançlarımızı bir şeye "bağlanma" eyleminden hareketle açıklamak, psikolojizmin yanılgısına düşme tehlikesini doğurmaktadır. O, doğru inançları yanlış inançlardan ayırma yönünde her türlü imkanı elimizden almaktadır.
Şüphesiz öyle ahlaksal kesinlikler vardır ki onlar geçerli bir temeli eylemde, her varlığın kendini bir yükümlülük altına koyduğu bir deneyimde bulurlar. Rauh’un, ahlak idealinin kanıtlanamayacağı, fakat "sokakta, hayatta, savaşta, güne gün yaşanacağı" görüşünün doğru olduğunu kabul edelim. Aynı şekilde sanmak, düşünmek anlamında inanmakla güvenmek, itimat etmek anlamında inanmak arasında ayrım yapmak da uygundur. Bir şeye, örneğin bir dostun sadakatine inanmak, bir inanç fiilini gerektirir. Çünkü bir insanın davranışı bir ölçüde özgürlüğün sonucudur ve insanlar arasındaki ilişkiler, şeylerin bilgisiyle aynı planda yer almazlar. Hatta benim inanma eylemimin dostumun sadakatini ayakta tutmaya katkısı olabilir (Eğer ona inanırsam, o beni düş kırıklığına uğratmak istemeyecektir). Bununla birlikte inançlarımızın çoğu, eğer kaynaklarını sadece eğilimlerimiz, tutkularımızda bulmaktaysalar ve akılsal kanıtlara dayanan bir temele sahip değilseler, yanlış inançlardır. Yarın sokağa çıkıp dolaşmayı arzu ettiğimiz için havanın güzel olacağına inanmamızla, bazı istasyonların barometrik ve higrometrik verilerine dayanan meteorolojik bir haritaya danıştıktan sonra herhangi bir arzu veya çıkarla ilgisi olmaksızın yarın yağmurun yağmamasının muhtemel olduğunu düşündüğümüzden havanın güzel olacağına inanmamız arasında büyük fark vardır. Aynı şekilde dinsel inançlar da temel olarak bizim içten bağlanma ve inanma eylemimize sahip olmakla yetinemezler. Bir dinin hayatımı zenginleştirmesinden, bana cesaret ve umut vermesinden dolayı doğru olması zorunlu değildir. İnanç, nedensiz bir şey olma iddiasında değildir. O, kanıt talep eder (fides quaerens intellectum). Vahyedilmiş bir din, tarihsel tanıklıklara dayanır ve akla uygun onamamız, bu tanıklıkların tarafsız incelenmesini gerektirir. Hele matematik bir doğru, duygularıma veya nedeni olmayan bir kararıma hiç bağlı değildir. Şüphesiz bir teoremin geçerliliği, bir aksiyomlar sistemine dayanır. Ama bu sistemin içinde kanıtlanmamış doğruluğu temellendiren şey, mantıksal bakımdan düzgün bir biçimde gerçekleştirilen bir tümdengelimdir. Öte yandan sıkı mantıksal tutarlılık koşullarına (çeşitli aksiyomların bağımsızlığı, uyuşması, yeterliliği) uyan sistemin kendisi de tamamen keyfi bir biçimde seçilmiş değildir.
Sonuç olarak yukarıda kabul ettiğimiz gibi eylem ve iradenin yetki alanına giren ahlaksal kesinlikleri bir kenara bırakırsak, entelektüalizmle iradecilik arasındaki çatışma bize şu şekilde çözülebilir görünmektedir:
İradeciler bize çoğu zaman ince ve nüfuz edici bir yanlışın psikolojisini vermektedirler. Buna karşılık entelektüalistler bir inanma ahlakı sunmakta ve bir bilginin hangi koşullarda doğru olduğunu anlatmaktadırlar. Şüphesiz inancın psikolojisinde yürek, tutkular, arzular önemli bir rol oynar. Ama onlar inançlarımızda ancak yanlış olanı açıklar. Eğilimler ve tutkuların bu ince mekanizmasını bilmek gerekir; ama bunu inançlarımızı bu eğilimler ve tutkular üzerine oturtmak için değil, onlardan arıtmak için bilmek gerekir. Çünkü doğru, içgüdüler ve tutkular da içinde olmak üzere tümüyle yaşayan kişiden hareketle tanımlanamaz. Doğrunun araştırılması, insanın hayal gücünden, ihtiyaç ve tutkularından kendini kurtarmasını, romantiklerin yüreğin düzeni dedikleri bedenin düzenini terk etmek üzere çile çekmesini, çaba göstermesini gerektirir. Doğru inanç, akla dayanan, dolayısıyla salt psikolojik motivasyonlardan uzak olan inançtır. Bertrand Russell, yanlış inançların ancak psikolojisinin yapılabileceği, buna karşılık doğru fikirlerin mantığı ilgilendirdiğini söylemekteydi. Bir problem üzerinde doğru düşünmenin ancak tek bir tarzı vardır ve bu doğruluk bizden değil, nesnenin yapısından kaynaklanır. Buna karşılık yanılmanın her biri psikolojimizin bir özelliğinden kaynaklanan binlerce çeşidi vardır (Aristoteles, yanlışın çok yüzlü olduğunu söylemekteydi). Doğrunun kişilik-dışı ve nesnel olmasına karşılık, yanlışlarımız tüm varlığımızla bizi yansıtır.
Ancak iradecilik vardır, iradecilik vardır ve Descartes’ın iradeciliğine çok özel bir yer vermeliyiz. Descartes doğruyu tutkular, çıkarlar veya "bağlanmalar"a tabi kılmamaktadır. Şüphesiz ona göre, tasdik eden iradedir. Doğru inanç gibi yanlış inançta da onun kararı vardır. Ancak yanlışta iradenin "acele hüküm verme" veya "önyargı"nın akıl-dışı güçleri tarafından yoldan çıkarılmasına karşılık, doğru bir inanç söz konusu olduğunda bunun tersine irade sadece aklın ışığıyla aydınlanmak üzere kendini tutkuların belirleniminden kurtarmayı bilir. Descartes, zihinde büyük bir açıklığın iradede büyük bir eğilimi belirlediğini ilan eden ilk kişidir. Bu anlamda irade, kusursuz bir inanç sağlığının, verimli bir yargı pedagojisinin ilkesi olabilir. İrade akla dayanmayan her önermeyi kabul etmeyi reddetmek üzere düşüncelerimizin gidişini yönlendirmelidir. Yöntemsel şüphe, yargının geçici olarak askıya alınması ilkesi budur.
Akılcılığa karşı çıkanlar, bir insanın "o zamana kadar kazanmış olduğu bütün görüşleri aklın düzeyine uydurmak üzere istediği gibi bir kenara atabileceği"ne itiraz ederler. Descartes, bu kahramanca girişimin zorluklarını kabul eden ilk kişidir. O, yetişkinler olmadan önce arzularımızın taleplerine ve mürebbilerimizin sözlerine boyun eğen çocuklar olduğumuzu bilmekteydi. Öte yandan, çağdaş psikoloji, çocuğun kazandığı ilk inançların neden o kadar uzun bir süre ve bazen her türlü eleştiriye direnerek varlığını devam ettirdiğini daha iyi anlamamıza imkan vermektedir. Çocuk, anne babasını sevdiği ve onlar tarafından sevilmeyi arzu ettiği için anne babasına inanmaktadır (Bu, aktarma [transfer] mekanizmasıdır). Anne babasının, örneğin, dinsel veya siyasal konulardaki görüşlerinden şüphe etme durumu ortaya çıktığında yetişkinin duyduğu büyük acı buradan kaynaklanmaktadır. Bu şüphe, yetişkinde, bazen öyle bir suçluluk duygusu yaratır ki o belki kendisine daha şüpheli göründükleri ölçüde eski inançlarını daha büyük bir enerji ve tutkuyla savunmaya devam eder.
Bağnazlığın zehirli sırrı budur. Onu açıklayan şey, kişinin yetersizliği ve savunduğu davanın zorlukları konusunda sahip olduğu bulanık bilgiyi bir tür telafi etme arzusudur. Böylece siyasal bir tartışmada karşısındakinin kanıtlarının üstünlüğünü hisseden insan, sert bir tavır takınır ve karşısındakine hakaret etmeye yönelir. Jung, "Bağnazlık, şüphenin aşırı telafisidir" der. İnsanın bir kez alışkanlığa doğduktan sonra akla doğması çok zordur. Yüreğin yaşamış olduğu bir "evet"e, zihnin gücüyle "hayır" demek çok zordur. Jean Guitton Bay Pouget’nin Portresi adlı çok hoş kitabında Peder Pouget’nin kendisine birgün şunu söylediğini anlatır: “Hayatımın sonuna yaklaştığım şu dönemde kendime inançsızlığa yaklaşan sorular sorduğum anlar oluyor. Ama bu ayartmaları derhal kafamdan kovuyorum.” Ancak bu tutum, çift anlamlıdır. Daha önce benimsemiş olduğumuz bir teze karşı aklımıza gelen kanıtları “kötü ayartmalar” olarak mı görmeliyiz? Tam tersine tarafsız olarak incelemek, değerlerini saptamak için geçici olarak onlara haklarını vermek ödevimiz değil midir? Şüphesiz bu kanıtlar, sahte-kanıtlar, tutkulu bir kandırmanın kötü niyetli akla uygunlaştırmaları (rasyonalizasyonlar) olabilirler. Ancak incelemezsem bu konuda nasıl yargıda bulunabilirim? Eleştirici düşüncenin içine düşebileceği tuzaklara karşı onu daha ileri götürmek, tamamlamaktan başka çare yoktur. Her türlü tutkudan arınmış bir akıl belki hiçbir zaman var olmamıştır. Ama bundan dolayı onu kendimize ideal olarak almaktan vazgeçmemiz mi gerekir?
Bu inanç sağlığı çok seyrek olarak yerine getirilir. Çünkü o bizden çaba sarf etmemizi ister. Çok kişi bu çabayı reddederek kendini yanlış inançlara mahkum eder. "Düşünce, tasarruf için, hazır giyinir." Fazla düşünmeksizin insan kendi siyasi partisine, gazetesine, ortamının alışkanlıklarına güvenir. Birçok parti, başka gazeteler ve başka ortamlar olduğunu biliriz. Ama hayat bu şeyler üzerinde düşünme zamanı vermez. İstediğimiz şey her şeyden önce "entelektüel konfor", zihin güvenliği ve iç huzurdur. Bazen doğruluk zihniyetinin düşmanı olan kesinlik zihniyeti budur. Doğruluk zihniyeti, doğruyu kendimize tercih etmemizden ibarettir. Eski fikirlerimiz, tutkularımız ve alışkanlıklarımızın meydana getirdiği sahte-kesinlikler içinde uyumamamız, sevdiğimiz, çok sevdiğimiz düşüncelerimize karşı belli bir mesafeyi korumamızdan ibarettir. Lagneau, hayranlık uyandırıcı bir biçimde şunları söylemektedir: "Ancak zihnimiz kendisini daha yukarıda tutarak, onları sürekli olarak yargılamak yoluyla canlılıklarını korursa, fikirler hayatiyete sahip olabilirler."
ANA FİKİRLERDüşünmek, yargılamak, ileri sürülen önermeyi onamaktır. Yargılarımızın temeli nedir? Entelektüalizm onun fikrin kendisinde taşıdığı kesinlik olduğunu söyler. Spinoza’ya göre karanlık ve bulanık fikir, beni şüphe içinde tutar; buna karşılık açık ve seçik bir fikir bana kendisini kabul ettirir. Kesinliğin psikolojik düzeniyle doğrunun mantıksal düzeni bir ve aynı şeydir. Bu sonuncunun kendisi ise varlığın düzenini, yani şeylerin bizzat kendi düzenini yansıtır. Ancak günlük deney bunun tersini göstermektedir. Benim kesinliklerimin çoğu kez apaçık veya kanıtlanmış doğrularla hiçbir ilişkisi yoktur. Bütün yargılarımın anahtarı zihin değildir, iradedir.
Bu iradeci kuram paradoksal görünmektedir. İstediğim bir şeye inandığımı nasıl savunabilirim? Gerçekte ben ister tenimin gözüyle ister aklımın ışığıyla ancak gördüğüme inanırım. Buna ancak baktığım şeyi gördüğüm ve sonuçta ancak istediğim şeye baktığımı eklemek gerekir. İrade yargıyı ancak dolaylı olarak, yani dikkat aracılığıyla belirler.
Aslında bu iki kuram (iradeci ve entelektüalist kuramlar) farklı planlarda doğrudurlar. İradecilik bize özellikle ince bir yanlış psikolojisi sunar. Arzumun dikte ettiği inançlar, genellikle yanlış inançlardır. Entelektüalizm ise bize bir inanma ahlakından haber verir. O bize yargılarımızın gerçekten ne olduğunu değil, ne olması gerektiğini söyler. Hangi açıklık, akılsallık koşullarında bir inancın doğru olabileceğini anlatır.
Ancak irade belli bir inanç kategorisinde meşru bir rol oynar. Frédéric Rauh’un "ahlaksal kesinlikler"in kanıtlamaz oldukları, onların ancak "sokakta, hayatta, savaşta yaşandıkları" görüşünü kabul edelim. Ama düşünmek anlamında inanmakla (bir gazetecinin şu görüşünün doğru veya yanlış olduğunu düşünme -ki bu tarafsız bilgi ve aklın yetki alanına giren bir şeydir-) güvenmek, itimat etmek anlamında inanmak arasında ayrım yapmak gerekir. Bir insana, bir davaya inanmak (örneğin bir dostun sadakatine inanmak), bir inanma fiili gerektirir. Çünkü bir insanın eylemi bir ölçüde özgürlüğünden çıkar ve insanlar arasındaki ilişkiler, şeylerin bilgisi ile aynı plana ait değildirler. İnanma fiili hatta dostumun sadakatini yaratmaya katkıda bulunabilir (Eğer ona inanırsam, beni hayal kırıklığına uğratmak istemeyecektir).
1 Yorum
bilgi dolu bir makale teşekkürler!spinozanın bu konuda ki görüşleri sanki yetersiz gibi çünkü açık seçik fikirlerle iradenin paralel olduğunu iddaa edersek yanılgıya düşebiliriz.demokratik açılım sürecinde kürt sorununa bakış tam da bu görüşü çürütür nitelikte!!