Fikir ve yargı
|
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1. Kavram ve soyutlama
Kavram, soyut bir fikirdir, yani gerçeğin zihin tarafından yalıtılmış bir cephesini temsil eden bir fikirdir. Soyut fikir, tam da soyut olduğu için geneldir. Örneğin, insan fikri geneldir. İnsan, ne Pierre’dir, ne Jean ne de René. O, aynı zamanda hem Pierre, hem Jean, hem René, hem bütün diğer insanlardan söz etmek için uygun olan genel bir kavramdır. O halde insan fikri tümel olarak bütün insanları ifade eder. Bundan dolayı Ortaçağ filozofları soyut fikirlere tümeller adını vermekteydiler.
Mantıkçılar bir kavramı iki bakımdan ele alırlar: içlem ve kaplam. Bir kavramın içlemi onun tanımıdır, yani onun içine aldığı özelliklerin toplamıdır. Eskiler, örneğin, insanın akıllı bir hayvan olduğunu söylemekteydiler (Hayvan "yakın cins", akıllı "türsel ayrım", yani insanı diğer hayvan türlerinden ayıran özelliktir). Bir kavramın kaplamı ise, bu kavramın kapsadığı bireylerin listesidir. Kavramların içlem ve kaplamları ters yönde değişirler. İnsan kavramının hayvan kavramından daha zengin bir içlemi vardır, çünkü o hayvan cinsinin bütün diğer özelliklerine bir de "akıllı" özelliğini ekler. Bu nedenle de onun kaplamı daha yoksuldur: Çünkü "insan" kavramı "hayvan" kavramından daha az sayıda bireyi içine alır. Varlık fikri, en büyük kaplama (O, var olan her şeyi kapsar), buna karşılık en küçük içleme (tek bir özellik, varlık özelliği) sahiptir. Kavramın tersine bir birey, tanımlanamaz. Onun kendisini bireyselleştiren, kendisine özgü olan özellikleri vardır. Bireyin hiçbir kaplamı yoktur. Sokrates olan tek bir kişi vardır: Sokrates’in kendisi. Buna karşılık onun içlemi sonsuzdur. Bireyin içlemini vermek, onu tanımlamaktan çok betimlemektir, çünkü tanımın konusu birçok bireyde ortak olan genel özelliklerdir. Birey, tikel olandır, somut olandır.
Ancak soyutlama problemini psikolojik açıdan -yani meydana gelişi açısından- ortaya koymalıyız. Soyutlama hangi zihinsel işlemler sonucu gerçekleşir? Soyutlama nasıl mümkündür? Ayrı başına verilmiş olmayan bir şeyi ben nasıl ayrı başına bir varlık olarak düşünebilirim?
a. Empirist bakış açısı
Empiristler bu probleme köklü ve olumsuz bir çözüm teklif ederler. Onlar saf ve basit olarak soyutlamayı inkar ederler. "Genel olarak insan fikri nasıl mümkündür?" sorusuna empirist, "Genel olarak insan fikri mevcut değildir" diye cevap verir. Örnek olarak, Berkeley’in bize söylediği budur: "İnsan"ı düşündüğümde küçük veya büyük, iri veya ufak, zayıf veya atletik yapılı tekil bir bireyi, somut deney tarafından bana verilmiş olan bir imgeyi gözümün önüne getiririm.
O halde genel fikir bir yanılgıdır. Ancak gene de bu yanılgının nasıl mümkün olduğunu açıklamak gerekir. Bu konuda empiristler bize şu açıklamayı verirler: Yanılgının kaynağı kelime, isimdir. Örneğin ben, Pierre’in, Jean’ın, René’nin önünde aynı "insan" kelimesini telaffuz ederim. Kelimenin kendisi somuttur, telaffuz ettiğimde o özel bir gürültü, sesli bir imgedir; alışkanlık sonucu, benim farklı görsel imgelerle, Pierre’in, Jean’ın, René’nin imgeleriyle birleştirdiğim sesli bir imgedir. Sözüm-ona genel fikirde var olan tüm şey, somut imgeler ve bir isimdir, o kadar. Empiristin, nominalistin bakış açısı budur. Nominalizm tarih boyunca çoğu kez az veya çok radikal bir tarzda savunulmuştur. Ortaçağ’da Roscelinus, Occam’lı William, XVII. yüzyılda Hobbes, XVIII. yüzyılda Berkeley, Condillac, XIX. yüzyılda Taine, nominalistlerdir.
Nominalizm şüphesiz köktenci biçimiyle savunulamaz. Eğer kelime somut imgeye bir şey ekliyorsa, bunun nedeni tam da onun boş bir ses olmamasıdır, bir fikre göndermesidir. Abelardus’un daha kendi zamanında Ortaçağ nominalistlerine söylediği şuydu: Kelime, bir anlamı olduğu için, bir sesten fazla bir şeydir. Kendi düşüncemle ilgili kavramım, fikrin kelime ve imgeleri büyük ölçüde aştığını bana kolayca göstermektedir. Kelimeler aradığımda, düşüncemi sembollerle ifade ettiğimde, bu ifadelerin ve sembollerin düşüncemin zenginliğini tüketmekten uzak olduklarını fark ederim. Bu problemi açıklığa kavuşturmak için Binet (denekler olarak kızları Armande ve Marguerite ile) kışkırtılmış içe bakış yöntemini uygulamaktaydı. Örneğin, deneğe şunu soruyordu: Adalet fikrini düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor? Bazı denekler gözleri önüne somut bir şeyin, örneğin bir terazinin veya kırmızı külahlı bir yargıcın geldiğini söylemekteydiler. Ancak bu yoksul imgelerin adaletten anladıkları şeyi tüketmekten uzak olduğunu da kabul etmekteydiler. Binet şu sonuca varmıştır (Aklın Deneysel İncelemesi, 1903) : "İnsanlar yüz bin franklık düşünceleri ile ilgili dört kuruşluk imgelere sahipler." Ayrıca bazı başka denekler imgeleri göz önüne getirmeksizin düşünmektedirler. Onlar sözünü ettiğimiz soruya adaletin tanımıyla cevap vereceklerdir. "Düşünmek Epinal katedralinden aşağı bakmak değildir", insanın zihnini bağıntılara, yargılara, anlamlara yöneltmesidir. Aynı dönemde Wurzbourg okuluna, düşünme psikolojisi (Denkpsychologie) okuluna mensup Alman psikologlar, Watt, Bühler, Külpe de benzeri sonuçlara varmışlardır: İnsan imgesiz düşünebilir. Somut imgelere ihtiyaç göstermeyen, soyut bir kural, bağıntı bilincine, zihinsel bir doğrultuya indirgenen saf düşünceler (Bewussheit) vardır (Burada Husserl’in yönelimsellik temasının psikoloji alanına aktarılmasıyla karşılaşmaktayız).
Bu tür analizler açık olarak düşüncenin, algının bilincimize yerleştirdiği somut tasavvurların edilgen oyununa indirgenemeyeceğini göstermektedir. Düşüncelerimin altında yatan psikolojik bir dinamizm, zihinsel bir etkinlik vardır. Yalnız, Binet ve Wurzbourg okuluna ait psikologlar, bu altta yatan etkinliğin derin doğası hakkında bize fazla açıklama vermemektedirler.
b. Biyolojik soyutlama kuramı
Eğer her soyutlama öznenin bir etkinliğini gerektiriyorsa, bu etkinlik eğilimlerimizin, hayati ihtiyaçlarımızın etkinliği değil midir? Bazıları bize şu çelişik düşünceyi teklif etmektedir: Eğer soyutlama, genel kavramlara sahip olma gücümüz varsa, bunun nedeni özellikle salt bir ruh olmamamız, ihtiyaçlarımız ve tepkilerimizin düşüncelerimizi şekillendirmesidir. Bu kuram Laporte tarafından savunulmaktadır. Daha önce de Bergson tarafından ana çizgilerinde ortaya atılmıştır. İçki kavramını göz önüne alalım. Eğer çok susamışsam ve bana bir kadeh kırmızı şarap, bir bardak bira ve bir tas soğuk su ikram edilirse bu üç farklı sıvı karşısında aynı hareketi, aynı davranışı gösteririm. Onlardan herhangi birini alıp dudaklarıma götürürüm. O halde içki kavramının kaynağı biyolojiktir. Söz konusu üç sıvıda ortak bir şey olduğunu bana keşfettiren şey, susuzluğumdur. Onların üçü de "içki"dir, çünkü üçü de susuzluğumu giderir. Soyutlama her algıda tohum halinde bulunur, çünkü algı eylemin hizmetindedir ve her algı, şeyler dünyasında onların canlı varlığa faydalı olan yönlerini soyutlamaya yönelir. Doğa zengin, karmaşık, sonsuz derecede çeşitlidir, ama eğilimlerimiz sonlu sayıdadır. Uygarlığın en değişik içkileri istifademize sunmasına karşılık içme hareketi her zaman aynıdır. ‹htiyaçlarımızın her biri tüm bir nesneler sınıfı tarafından doyurulma imkanına sahip olduğu için şeyler arasındaki benzerlikleri ortaya çıkaran şey eğilimlerimiz, hareketlerimiz ve duygularımızdır. Bergson, "gereksiz olandan hareket ederek algıda zorunlu olanı soyutlayan"ın eğilimlerimiz olduğunu söylemekteydi. O, "genel olarak otun otçulları kendine çektiği"ni ileri sürmekteydi.
Gerçekten de ister gölgede, ister güneşte olsun, ister nemli, ister kuru olsun, ot daima ottur, yani otlanılacak bir şeydir. O halde soyut "ot" kavramı otçul hayvanın davranışında tohum halinde bulunmaktadır.
Öte yandan psikanalizin kısa bir incelemesi bize duygusallık düzeyinde kendiliğinden soyutlamaların olduğunu göstermektedir. Baba kompleksinden acı çeken çekingen, baba imgesinin "yerine geçen" ve sırasıyla üzerinde otoritelerini icra eden öğretmenleri, subayları, şefleri önünde aşağılık duygusundan doğan tepkilerini sürekli olarak tekrarlar. Çocuklukta kazanılmış bu kompleksler, bu nevrozluya davranış kalıplarını, sürekli tekrarlanan değişmez davranış şemalarını kabul ettirir. Daha genel olarak, bizi çok genel tepki cinsleriyle donatan alışkanlıklarımız, tıpkı eğilimlerimiz gibi irade-dışı ve bilinç-dışı genellemelerin kaynağıdır. Eğilimler ve alışkanlıklar durumların karmaşıklığını birbirinden ayrı ve soyut temalara böler.
Ancak genel kavramın bu tür ruhsal kaynaklı oluşumu bizim için yeterli değildir. Soyutlamanın uzak kaynağının eğilimler, duygular ve alışkanlıklar olduğunu kabul edebiliriz. Gene de yaşanan, eylemde oluşturulan soyutlama ile düşünülen soyutlamayı birbirine karıştırmamak gerekir. Bergson’un çok doğru olarak işaret ettiği gibi, "ister mermer, ister tebeşir olsun kireç karbonatı üzerine her zaman aynı şekilde etkide bulunmasından dolayı hidroklorik asidin soyutlama gücüne sahip olduğu söylenemez". Biyolojik soyutlama kuramını sosyolojik bir kuramla tamamlamakla da yetinemeyiz. Şüphesiz toplumsal hayatın talepleri her zaman soyutlama gücü gerektirir. Genel kavramlar, grubun bütün üyelerinde ortaktır ve doğa üzerine kolektif eylemde bulunmaya imkan verirler (Oysa somut ve tikel sezgiler bizi yalnızlığa ve güçsüzlüğe mahkum eder). Toplumsal hayatın, somut bireyseli bastırmaya bizi zorladığı ve düşüncelerimizde soyut tümeli desteklediği tartışılamaz. Ancak toplum, bizden kavramlar yaratma gücümüzü harekete geçirmemizi talep ederse de onu tamamen olmuş bitmiş bir biçimde yaratmaz. Bizde biyolojik ve toplumsal eğilimlerden ayrı bir şeyin, aklın kendisi olan, bağımsız bir soyutlama ve genelleme yeteneğinin var olduğunu kabul etmemiz gerekir.
c. Akılcı soyutlama kuramı
Sonuç olarak söylersek, soyutlama ancak akıldan, insana özgü olan ilişkileri kavrama yeteneğinden hareketle açıklanabilir.
A, B, C, D vb. şeklinde bir dizi kutuyu göz önüne alalım. A kutusuna bir şekerleme yerleştirelim. Deney odasına bir şempanze sokalım. Sonra aynı deneyi üç yaşında bir çocukla (yani artık dilin ne olduğunu epeyi öğrenmiş olan biriyle) yapalım.
"Deneme ve sınama" yoluyla şempanze ve çocuk A kutusuna konulmuş şekerlemeyi kolayca bulacaklardır. Deneyi uygulayan, daha sonra şekerlemeyi B kutusuna koyacaktır. Çocuk ve maymun onu önce A kutusunda arayacaklar, tesadüfen B kutusunda olduğunu keşfedeceklerdir. Yeni bir deneyde şekerlemenin yeri yine değiştirilecek, yani C kutusuna konulacak ve iki denek de onu daha önce içinde bulunduğu B kutusunda aramaya devam edeceklerdir. Daha sonraki deneylerde şekerleme D, E, F, G vb. kutularına yerleştirilecektir. Çok kısa bir süre sonra şempanze ve çocuğun davranışlarının kökten bir biçimde farklılaştığı görülecektir. Şempanze bir süre sonra ne yaptığını bilmez bir hale gelecek, çocuk ise yeni deneyde şekerlemenin bir sonraki kutuya yerleştirildiğini çabucak anlayacak ve dosdoğru o kutuya yönelecektir. Bu " bir sonraki kutu" kavramı tipik olarak soyut bir akılsal ilişkidir. "Bir sonraki kutu", somut kutulardan hiçbiri değildir, sırasıyla onlardan her biridir. "Bir sonraki kutu" bir varlık değildir, bir ilişkidir. Onu ancak zihin kavrayabilir.
Kavramlar oluşturma yeteneği aklın farklı olanda aynı olanı arama yeteneğinin kendisidir. Descartes ‹kinci Düşünce’de balmumu kavramının duyusal bir nesne değil, zihinsel bir kavram olduğunu bize göstermektedir: "Kovandan alınan bir balmumu parçası, dokunduğumuzda katı, serttir. Üzerine vurduğumuzda ses çıkarır(...)Ama onu ateşe yaklaştırırsanız (...) rengi değişir, şekli kaybolur, büyüklüğü artar, sıvı haline gelir (...). Bu değişmeden sonra aynı balmumu varlığını devam ettirmekte midir? Devam ettirdiğini itiraf etmek gerekir. Ancak onda devam eden şeyin duyularım aracılığıyla onda gözlemlediğimiz şeyle hiçbir ilgisi yoktur(...). O halde hayal gücüyle bu balmumunun ne olduğunu tasarlamamın mümkün olmadığını, onu tasarlayan şeyin yalnızca aklım olduğunu kabul etmem gerekir." Balmumu parçasının birliği aklın araştırmasına görelidir.
Aynı şekilde Altıncı Düşünce’de Descartes bize aklın somut tasavvurlar ve imgelerin çerçevesinin çok dışına çıktığını hatırlatmaktadır. “Bin kenarlı bir şekli düşünmek istediğimde onun bin kenardan meydana gelen bir şekil olduğu şeklinde doğruyu kavrarım, ama bin kenarlı bir şeklin bin kenarını tasavvur edemem.” Olsa olsa belirsiz olarak çok kenarı olan bir çokgeni tasavvur ederim, ama bu belirsiz imge hiçbir zaman bir bin kenarlı çokgeni diğer çokgenlerden ayıran özellikleri keşfetmeme izin vermez.
Sonra biyolojik veya toplumsal soyutun, bir şema haline getirdiği somuttan daha yoksul olmasına karşılık, düşünülen soyutun, matematik soyutun, "sürekli bir ilişkiler ağıyla akılsal hale getirdiği" somuttan bir bakıma daha zengin olduğunu söyleyelim. Bachelard, "Bilim, gerçeği basitleştirir, aklı ise karmaşıklaştırır" demekteydi. Denklemler, olaylardan daha zengindir, çünkü bir olaylar çokluğunun karmaşık ilişkilerini anlamamıza imkan verir. Aynı şekilde soyut varsayım, dolaysız somutu yoksullaştırmak yerine zenginleştirir. Brunschvicg’in dediği gibi, "Dolaysız deneyim dünyası, bilimin gerektirdiğinden daha çok şey değil, daha az şey içerir".
Şimdi kendimize soyutlamanın metafizik anlamının ne olduğunu sorabiliriz. Ortaçağ’da "tümeller kavgası" döneminde Platon’un kavram realizminin (‹dealar akılsal bir dünyada bağımsız bir varlığa sahiptir) karşısına Abelardus’un konseptüalizmi (Kavramlar, şeylerde mevcut değildir, ancak zihnimizde özel bir varlığa sahiptirler) konulmaktaydı. Kant’ın öğretisi çağdaş bir konseptüalizmdir.
2 Yorumlar
teşekür ediyorum paylaşımlarınız için sitenizi ilgi ile izliyor yararlanıyorum.
Saygı ile
Sagolun Güneş hanım, umarım aradıgınız bilgilere ulaşabiliyorsunuzdur.