3. Akılcılık ve hermenötik: Doğruluk kategorisinden anlam kategorisine

a. Akılsal olan ve akıllıca olan

Doğru kavramı akıl kavramıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Düşüncemiz akıl gücüne sahip olduğu içindir ki şüpheciliği, başka deyişle her türlü doğruluk imkanının a priori olarak inkarını, yukarıda gördüğümüz gibi, reddetmeliyiz. Ancak akılcılığın, aklın değerini tasdik etmenin ne olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Skolastikler insanın akıllı bir hayvan olduğunu söylemekteydiler. Onlar bununla, insanın ayırt edici özelliğinin akla sahip olması olduğunu kastediyorlardı. Ancak burada bir karışıklık mümkündür, çünkü akla uygun (raisonable) kelimesi bizim için daha dar, entelektüel olmaktan çok ahlaksal, özel bir anlama sahiptir. Akıllı, akla uygun bir düşünce, aklı başında, makul bir düşüncedir. Akıllı bir eylem, yalnızca akıl bakımından anlaşılması mümkün bir eylem değildir, doğru, ahlaksal bakımdan haklı bir eylemdir. Her zaman yeteri ölçüde yapılmayan bir ayrım, akılsal (rationel) düşünceyle akla uygun, akıllıca (raisonnable) bir düşünce arasında ayrım yapmalıyız. Akılsallık (rationalité), öne sürülen önermeler arasında biçim bakımından düzgün, mantıksal bir ilişkidir. Bir düşünce, başlangıç aksiyomlarından hareketle düzgün bir şekilde akıl yürütülüp tümdengelimde bulunulduğunda akılsaldır. Akıllıca, akla uygun bir düşünce ise daha çok aksiyomların seçimi, örneğin hayata kılavuzluk edecek ilkelerin seçimi düzeyinde ortaya çıkar. Burada akıl yürüten aklın (raison raisonnante) çok ötesinde, değerler planında bulunuruz. Pascal, aksiyomları seçen şeyin yürek olduğunu söylemiştir. O halde akıllıca, akla uygun bir düşünce, akılsal bir düşünceden başka bir şey gerektirir. O, değerlerin sezilmesini, değerlerin seçimini içerir. Akıllı bir adam, yalnızca düzgün bir tarzda önermeleri birbirlerine bağlayan insan değildir; o, sağlıklı değerlendirme gücüne sahip olan, ahlak duygusu, hayat tecrübesi, doğru sezgileri sayesinde başlangıç aksiyomlarını doğru seçen insandır.

Belli bir akılcılık, belki büyük filozof Hegel’in kendisinin de akılcılığı, burada üzerinde durmak istediğimiz bu akılsal olanla akla uygun, akıllıca olanı birbirine karıştırmadan her zaman kaçınamamıştır. Gerçekten Hegel ne demektedir? "Akılsal olan her şey gerçek; gerçek olan her şey akılsaldır." Eğer bu cümle yalnızca gerçek olan her şeyin akılsal, yani zihinle kavranılabilir, hiç olmazsa akılla açıklanabilir olduğu anlamına geliyorsa, akılcılığın kusursuz bir tanımıdır. XIX. yüzyılın başında Hegel, XVIII. yüzyıl filozoflarının, Aydınlanma filozoflarının fazla dar olan akılcılıklarının geçersizliğini ilan etmekteydi. Bu filozoflar, akıl adına, örneğin dinle alay etmekte, geçmişin boş inançlarını alaya almaktaydılar. Hegel, gerçek bir akılcının her şeyi, hatta din gibi akla aykırı görünen ve belki aklın sembolik bir görüntüsünden başka bir şey olmayan bir şeyi anlamak için çaba göstermesi gerektiğini söyleyerek buna itiraz etmektedir. Gerçek akılcı, eleştiren ve alay eden değildir, anlamaya çalışandır. Ancak Hegel, tarihin tümüyle zihinle kavranılabilir, akılla anlaşılabilir olması gerektiği şeklindeki bu cesur ve verimli fikirden gizlice bir başka fikre, her şeyin akla uygun olduğu, meydana gelen ve geçmişte meydana gelmiş olan her şeyin sadece anlaşılabilir değil, aynı zamanda haklı olduğuna geçmektedir. Tarihin tümüyle Akıl’ın görüntüsü olduğunu söylemektedir. Başka deyişle Tarih, Akıl veya Fikir veya Ruh olan içkin Tanrı’nın görünüşüdür. Böylece tarih sadece akılsal, akılla açıklanabilir değil aynı zamanda akla uygun bir şey olmaktadır. Her şey, akılsal olduğundan, haklı olmaktadır. Tarih boyunca kendini gösteren İnayet, Bilgelik "mutlak anlamını ve yüceliğini gerçekleştirmek için halkların mutsuzluğu, ıstırabı, tikel amaçları ve bilinçsiz isteklerini kullanmakta"dır. Her şeyi anlamanın, her şeyi mazur görmek olduğu söylenmiştir. Herbert Marcuse, hegelci akıl kavramının tehlikeli olduğuna işaret eder. Çünkü onun olayları anlama tarzı, bütün içinde her şeyin kendi yerinde olduğu ve kendi işlevini yerine getirdiğini göstererek herkesi bağışlamakla sonuçlanmaktadır. Böylece "kölelik, Engizisyon, çocukların çalıştırılması, gaz odaları, nükleer hazırlıklar haklı çıkarılabilirler".

Bu mistik akılcılığa daha XVII. yüzyılda Spinoza’nın felsefesi olan bilimsel türden akılcılığı tercih etmek uygundur. Spinoza’ya göre (doğrudan doğruya bilimden çıkan) akılcı felsefe, tüm doğa olaylarının akılsal, anlaşılabilir olduğunu ileri sürer. Ancak o, bundan dolayı meydana gelen her şeyin akla, yani kendisi de göreli ve tanımlanması güç bir şey olan belli bir insan bilgeliğinin ilke ve değerlerine uygun olduğunu söylemez. En mükemmel anlamında akılcı bir filozof olan Spinoza, hem doğa olaylarının akılsal özelliğinin (Çünkü aklın özelliği, şeyleri olumsal varlıklar değil, zorunlu varlıklar, akılsal belirlenimle açıklanabilir varlıklar olarak göz önüne almaktır), hem de öte yandan doğanın insani bilgeliğe, aklımızın değerlerine kayıtsızlığının altını çizer. (Tüm doğayı ilgilendiren) akılsal düzen, her tarafta akla uygun olanın alanının dışına taşar. Spinoza, "biricik konusu insanların gerçek çıkarları ve insan türünün devamı olan insan aklının ötesinde doğanın, insanın ancak son derece önemsiz bir parçasını teşkil ettiği doğanın bütününün ezeli-ebedi düzeniyle ilgili sayısız erekleri içinde barındırdığı"nı söyler. Tüm doğal gerçekliklerin özel varlık ve eylemlerini belirleyen yalnızca bu düzenin zorunluluğudur. Biz evrenin bütününün aklımızın alışkanlıklarına boyun eğmesini isteriz. Ama daha öteye bakmamız gerekir.

Aklın kötü dediği şey, doğanın bütününün düzen ve yasaları bakımından değil, bizim kendi doğamız bakımından kötüdür. Akılsızca olan (yani insani bilgeliğe aykırı olan, insan için kötü olan) bir şey akılsal olabilir, yani bilimsel olarak açıklanabilir. Kötüyü açıklamak, onu haklı çıkarmak değildir, bir defa anladıktan sonra tekniğin bu kötüyü yenmesine imkan vermektir.

b. Akılsal ve akıl-dışı

O halde "akılsal"ın gerçek karşıtı "akılsızca olan" değildir, "akıl-dışı"dır. Bu kelimeden neyi anlamalıyız? Önce bu akıl-dışı terimi, aklı hor gören her felsefe, her düşünce tarzı, akıldan başka bir şeye dayanma iddiasında olan her görüş için kullanılır. Böylece bilim-öncesi düşünce, akıl-dışı diye nitelendirilebilir ve bu bakımdan da yanlış diye mahkum edilebilir.

Ancak akıl-dışını yalnızca gerçeğe (kötü) bir yaklaşım tarzı olarak mı almalıyız? Şeylerin kendileri bazen akıl-dışı, yani her türlü akılsallığa direnen bir özelliğe sahip değil midirler? Bu soruya en inançlı akılcı bir filozof bile hiç olmazsa tek bir akıl-dışının var olduğu şeklinde cevap vermek zorundadır: Bu, varoluş olgusunun kendisi, hiçbir şeyin var olmaması yerine bir şeyin var olmasıdır. Kant, varoluşun bir veri, kavrama indirgenemez "mutlak bir durum" olduğunu söylemekteydi. Büyük çağdaş mantıkçı Ludwig Wittgenstein’in (1889-1951) dediği gibi, "Esrarlı olan, dünyanın nasıl olduğu değildir, var olmasıdır".

Varolma akılla çıkarsanabilen bir şey değildir, ama varlığın nasılı, yani olaylar arasındaki bağıntılar akılsaldır, yani akılla kavranılabilir yasalara tabidir. Peki doğa yasaları neden oldukları şekildedirler de başka şekilde değildir? Doğa yasaları buyruklar olarak, her an yürürlükten kaldırılabilir buyruklar gibi görünebilir. Hume, sonuçta yarın güneşin doğacağından, ateşin üzerine koyduğumuz suyun şimdiye kadar her zaman olduğunun tersine birazdan bir buz parçasına dönüşmeyeceğinden emin olmadığımızı söylemekteydi. Hume, nedenselliğe inancımızın kaynağının sadece alışkanlık olduğunu söylemekteydi. Ancak Hume’un kendisine dayanarak, nedensellik kavramını ortadan kaldırdığını iddia ettiği bu akıl yürütmesinde de nedensellik kavramını kullanmak zorunda olduğunu söyleyebiliriz. Bilimin başarılı olduğu, yani olaylar ağını her zaman matematiksel dille betimleye muvaffak olduğu bir gerçektir. Bilimin ve akılcı felsefenin her türlü çabasında hakim olan a priori ilke, dünyanın akılla kavranılabilir olduğu ilkesidir. Şüphesiz bu ilkenin kendisi bir postüla, bir inanç fiili olarak göz önüne alınabilir. Einstein’a göre, "Anlaşılmaz olan, dünyanın anlaşılabilir olmasıdır". Bununla birlikte bu inanç fiilini haklı çıkaran şey, esinlendirdiği davranışlardır. Bilim, bugüne kadar başarılı olmuştur. Olaylar arasındaki bağıntılar akılsal yasalarla dile getirilebilmektedir. Bilim, ilke olarak, akıl-dışını reddeder. Şüphesiz o zamana kadar kabul edilmiş olan bir kuram çerçevesinde açıklanamaz olan bir olayın ortaya çıktığı olur. Ama eğer bu olay doğru gözlemlenmişse, bilimin akılcı zihniyeti bu kuramın yanlış olduğunu, söz konusu olayı açıklamanın bir başka akılsal tarzı olması gerektiğini düşünür. O zaman bilim bu çelişkiyi çözmek için bir başka akılsal kuram icat eder. Bilim tarihi, sürekli devrimlerin tarihidir. Kavramlar ve kuramlar altüst olmaktaysa, bu aklın yenilgisi demek değildir; tersine dinamizmi hiçbir zaman belli bir kuramlar topluluğuna boyun eğmeyen aklın bir zaferidir.

Bilim, tesadüfü inkar etmez. Ancak tesadüf (örneğin lotoda "çıkan" numara) akıl- dışı değildir. Tesadüf, istatistiğin dışında her türlü öngörü imkanını boşa çıkarır, ama bunun nedeni sözü edilen olayın her türlü bilimsel yasa, her türlü akılsal belirlenimin dışında olması değildir. Tersine onda söz konusu olan şey, yasaların çok fazla olması ve onların birbirleri içine girmiş bulunmalarıdır. Tesadüfte öngörüyü imkansız kılan şey, belirlenim yokluğu değildir, belirlenimlerin meydana getirdiği karmaşıklığın aşırılığıdır. Bilim olumsallığı, yani bir olayın nedeni olmaksızın ortaya çıkma imkanını reddeder. Şüphesiz günümüz mikrofiziğinde bir atomun durumu belirlenemez olabilir, ama o bundan dolayı belirlenmemiş değildir. Fiziğin bütünü ile ilgili olaylar akılsal yasalara itaat ettikleri için temel parçacıkların hareketlerinin akıl-dışı olduğunu ileri sürmek zordur. Bir olumsallıklar toplamı, bir belirlenim olamaz. Bir akıl-dışılar toplamı, global bir akılsallığı meydana getiremez.

c. Deneysel akılsallıkla ilgili yeni anlayışlar:

Popper’a göre doğrulanabilirlik ve ”yanlışlanabilirlik” iki tür doğruyu, akılsallığın iki biçimini birbirinden ayırdık. Bir yanda biçimsel doğru vardır. Başlangıç aksiyomlarından düzgün bir şekilde çıkarılmış olan bir önermenin doğru, biçimsel olarak doğru (ve şüphesiz akılsal) olduğu söylenir. Bu durumda deney planında, somut olaylar planında olup bitenlerin fazla bir önemi yoktur. O halde akılsallık burada imkanlar dünyasında bulunur. Doğru kesindir, ancak başlangıçta ortaya atılmış olan (ve kendileri bakımından ne doğru ne yanlış olan) tanımlar ve aksiyomlara görelidir.

Diğer yanda deneysel doğru vardır. Bu doğru da akılsaldır. O da bir sistemin içinde çelişki olmaması olarak tanımlanır. Esrarlı görünen bir olayı -örneğin, XVII. yüzyılda Toriçelli’nin deneyini: Boş bir tulumbada su belli bir noktaya geldikten sonra daha yukarı çıkmamaktadır- açıklamak için bir varsayım (bu örnekte atmosfer basıncı) ortaya atılır. Bu varsayım bilinen olaylar bütününü akılsal bir sistem içinde yeniden ele alır. Varsayımdan yeni sonuçlar çıkarılır: Örneğin özgül ağırlığı olan cıva, hava sütununu dengelemek için boş tüpte 76 santimetreye çıkmak zorundadır. Bu varsayım doğrulanır, doğrulamalar tekrarlanır (Bir dağın tepesinde cıvanın yüksekliği daha azdır vb). Deneysel doğru, sadece mantıksal sonuçlarıyla birlikte bir aksiyomlar sisteminin kapalı akılsallığını değil, aynı zamanda yenilenebilir deneylerin yargısına tabi kılınan bir kuramın açık akılsallığını gösterir.

Bununla birlikte doğrulama hiçbir zaman nihai değildir. Bir varsayımdan bir sonuç çıkarırım. Bu sonucu doğrularım. Bu, sözü edilen varsayımın mutlak olarak doğru olduğunu kanıtlamaz, çünkü doğrulanan sonuç, başka varsayımlarla da uyuşma içinde olabilir.

Gerçekten deneysel veriler bir varsayımla uyuşma içinde olduğu sürece bu varsayımı ancak geçici olarak doğrulanmış sayabilirim. Buna karşılık eğer iyi bir biçimde düzenlenmiş deneyler, varsayıma aykırı bir durum gösterirlerse, bu varsayım sonuçta geçersiz kılınmış, çürütülmüş veya Popper’ın dediği gibi "yanlışlanmış" olur (Bu kelime, doğrulamanın tersi anlamına gelmektedir). Doğa hiçbir zaman mutlak ve kesin bir evet demez, ancak hayır dediğinde bu hayır kesindir. Karl Popper şunları yazmaktadır: "Bir kuramdan çıkarılan sonuçların doğrulandığı görülürse, kuram geçici olarak sınavdan başarılı çıkmış demektir. Onu bir kenara itmenin nedeni olmadığını görmüşüz demektir. Ama eğer sonuç olumsuz olmuşsa veya başka deyişle kuramın sonuçları yanlışlanmışsa, bu yanlışlama, bu sonuçların kendisinden mantıksal olarak çıkarıldığı kuramın kendisini de yanlışlar.

Burada olumlu bir kararın kuramı ancak geçici bir süre için ayakta tutabileceği görülmelidir. Çünkü olumsuz kararlar onu daha sonra her zaman ortadan kaldırabilir. Bir kuramın sistemli ve sıkı sınavlara dayandığı sürece (...) doğruluğunu kanıtladığını söyleyebiliriz." Bir kuramın hangi koşullarda bilimsel olduğunu söyleyebileceğimiz görülmektedir: Eğer kendisini deneysel sınamaya tabi tutabilirsek bu kuram bilimseldir. Ve bilimsel bir kuramın (her zaman göreli ve gelip geçici) doğruluğu, doğrulanmış olmasında değil yanlışlığını göstermesi, kendisini çürütmesi veya Popper’ın dediği gibi "yanlışlaması" mümkün olan bütün deneysel işlemlerden başarıyla geçmiş, bütün sınavları başarmış olmasında yatar. Bir doğru, onu sınamanın deneysel araçları olduğu takdirde bilimseldir. O halde bir kuramın bilimsel özelliği "doğrulanabilir" olmasından ziyade "yanlışlanabilir" olmasında yatar.

Ancak dar anlamda akılsal olan, daha genel olarak akılla kavranılabilir olanın alanını tüketmemektedir. (Akılsal önermeleri deneysel sınavlara tabi tutma peşinde koşan) doğa bilimlerinin bu yaklaşım tarzı yanında, aklın, anlam veya mana diyebileceğimiz şeyi ortaya çıkarmaya çalışan daha az kesin, ancak ilginç başka yaklaşımlarını da göz önüne almalıyız. Akılsallık kategorisinin kesin bilimlere (matematik veya doğa bilimlerine) özgü olmasına karşılık, anlam kategorisi yorumsal disiplinlere, Paul Ricoeur’ün hermenötik dediği şeye özgüdür.

d. Hermenötik (yorum bilgisi), anlam

XX. yüzyılın hermenötiğinin ustalarından biri olan Freud’dan alınan bir örnekten hareket edelim. Burada bir rüyanın yorumu söz konusudur. Genç bir kız rüyasında kız kardeşinin ikinci çocuğunun öldüğünü görür. Genç kız, nasıl birkaç yıl önce talihsiz kız kardeşinin ilk çocuğunun tabutu önünde durmuşsa tıpatıp aynı şekilde, ama bu kez rüyasında, tabutun önünde durmaktadır. ‹lginç olan şey, onun hiçbir üzüntü duymaması, tersine bir tür sevinç duymasıdır.

Bu rüyanın bir ilk anlamı, açık anlamı, anlattığı hikayenin çok basit olan anlamı vardır: Genç bir kız rüyasında kız kardeşinin ikinci çocuğunun cenaze töreninde bulunduğunu görmektedir. Ancak bu dolaysız, görünür veya Freud’un dediği gibi açık anlam yanında gizli, saklı bir anlam daha vardır. Freud için rüyaların çoğunluğunun, uyanık halde bastırılmış bir arzunun ifadesi olduğunu biliyoruz. Şüphesiz bu rüyayı gören genç kızın arzu ettiği, kız kardeşinin ikinci çocuğunun ölümü değildir. Ancak bu arada Freud birkaç sene önce kız kardeşinin birinci çocuğunun -gerçek - cenaze töreninde genç kızın çok çekici bir erkekle karşılaşmış olduğunu öğrenir. Genç kız bu adamı o zamandan beri bir daha görmemiştir, ancak görmeyi çok arzu etmektedir. O halde rüya bu adamın kendini gösterdiği bir örnek-durumu ortaya çıkarmaktadır. Psikanalitik yorumda rüyanın gizli anlamı şudur: "Bu adamı tekrar görmek istiyorum!" Rüyanın gizli anlamı açık anlamında hem ortaya konmakta, hem gizlenmektedir.

Burada aklımızda tutmamız gereken şey, yorumun (veya hermenötiğin) çift anlam üzerinde oynamasıdır: 1. Açık anlam, 2. Gizli anlam. Açık anlamdan hareketle bu gizli anlamın okunması psikanalize özgü değildir, çok eski ve daha önce dinsel düşünce alanında uygulanmış bir yaklaşımdır. Kutsal metinlerin yorumu, uzun zaman bir hermenötik olmuştur. Şu yada bu metnin aynı zamanda hem maddi, açık, hem de manevi, gizli bir anlamı olacaktır. Örneğin, Kitab-ı Mukaddes’te Şarkılar Şarkısı’nın önce çok açık bir görünür anlamı vardır. O, insani sevgiyi, genç insanın nişanlısına karşı duyduğu sevgiyi övmektedir. Ama din adamları uzun süre onda ruhsal bir anlam görmüşlerdir. Buna göre bu Şarkı’da sözü edilen ebedi sevgi ancak müminin kilisesine karşı duyması gereken sevginin bir sembolüdür.

Hermenötiğin bütün bu örneklerinde -psikanalizde olduğu gibi geleneksel dinsel hermenötikte de- Ricoeur’ün çok doğru bir şekilde söylediği gibi, "Yorum, gizli anlamı görünürdeki anlam doğrultusunda deşifre etmekten, görünürdeki anlamın içerdiği anlam düzeylerini aşmaktan ibaret olan bir düşünce çalışmasıdır". Hermenötik tipler şüphesiz çok çeşitlidir. Örneğin, tarihin hegelci bir tarzda -psikanalitik yorumun bir ölçüde tersi olan bir tarzda- yorumu, bir hermenötiktir. Gerçekten hegelci felsefe tarihsel bir dönemin anlamını, bu dönemin ne anlama geldiğini gösterecek tek şey olan gelecekte bulur.

Olayın gözlerini kör ettiği çağdaşları, birbirini izleyen olayların her birinin sadece açık anlamını görürler. Ama olayın gerçek kapsamı ancak daha sonraki kuşaklarca görülecektir (Hegel, mutlağın ancak sonunda ortaya çıkacağını söyler). Buna karşılık Freud’a göre geleceği açıklayan, deyim yerindeyse, geçmiştir. Örneğin, bir nevrozun belirtileri veya bir rüyanın safhaları, gerçek anlamlarını, ancak öznenin geçmişini bilen kişiye açarlar. Yetişkin insanın problemlerinin anahtarı, onun çocukluğundaki şeylerde bulunur. Nihayet bütün bu durumlarda yorum çalışması açık anlamından hareketle gizli anlamı açığa çıkarmaktan ibarettir. Marksist felsefe de kendini bir hermenötik olarak ortaya koyar. Örneğin, XIX. yüzyıl Fransa’sında Bourboncularla Orleancılar iki karşıt kraliyet ailesi, iki ayrı gelenek, iki ayrı bayrak (Bourboncular beyaz, Orleancılar mavi-beyaz-kırmızı bayrak) için dövüştüklerine inanırlar. Bu siyasal çatışmaların açık anlamı budur. Marksist analiz onda bir sınıf mücadelesi olan gizli bir anlamı keşfeder. Bourboncular, toprak sahipleridir, Orleancılar sanayicilerdir. Bu mücadelenin gizli anlamı, rakip ekonomik çıkarlarda bulunur. Şimdi matematik bir dille ifade edilmiş ve deneyin yargısına tabi kılınan fiziksel bir kuramın doğruluğuyla aynı şey olmayan bu yorumun doğruluğunun ne olabileceğini kendimize sormamız uygun olacaktır.

Burada problem, açıklamakla anlamak arasındaki ayrıma indirgenemez. Gerçekten (kelimenin fenomenolojik anlamında) "anlama", yaşanan anlamın yakalanmasıdır. Oysa yorum, yaşanan anlamın ötesine geçer, çünkü o tam da gizli bir anlamı açığa çıkarır. Yoruma dayanan bilimlerde olduğu gibi deneysel bilimlerde de bir yanda yaşanan deneyim, öte yanda açıklayıcı kuram arasında bir kopukluk, "bilgi kuramsal bir kesinti" vardır. Yalnız birinci durumda kuram, formelleştirilmiş bir önermeler topluluğudur (matematiksel dil); ikinci durumda ise kuram, önerilmiş bir anlamdır. Fakat özellikle yanlışlanabilirlik ölçütü (yani deneysel olarak çürütülme imkanı) sadece deneysel türden bilimlerde vardır.

Yorumsal disiplinlerde o yoktur. Bir yorum ustaca, kendi parlaklığından ötürü ikna edici olabilir, ama gene de keyfi olarak kalır; çünkü gerektiğinde onu çürütmeye, yanlış olduğunu göstermeye imkan verecek deneysel bir aygıt yoktur. Biraz yetenekli bir marksist, yorumuyla bütün tarihsel olayları açıklayabilir. Bir psikanalist, bütün klinik olayları yorumlayabilir. Bundan dolayıdır ki Jacques Monod, Karl Popper’in eserinin Fransızca baskısının önsözünde, hermenötik akılsallığı bilimsel doğruluktan kökten bir biçimde ayırmaya özen gösterir: "Marksizm ve psikanaliz, kuramları kendi yapıları gereği çürütülemez oldukları için, bilim dışıdırlar."

5 Yorumlar

MAHİR KANIK
7 Aralık 2009 01:15  

YORUM BİLGİSİ BÖLÜMÜNDE PSİKANALİZLE İLGİLİ BİR OLAY VAR İNANILMAZ ŞAŞIRTTI BENİ DAHA ÖNCE BU TARZ ÇOK RÜYA OKUMUŞTUM FREUDUN AÇIKLADIGI FAKAT BU GERÇEKTEN BENİ İNANILMAZ ŞAŞIRTTI VE ÇOK MANTIKLI BULDUM..

MAHİR KANIK
29 Aralık 2009 00:40  

karanlıktan süzülen bir ışık gibi bu makale hıcbıryerını kacırmamak ıcın tekrar tekrar okudum!!

Adsız
13 Ekim 2012 23:08  

İfade tarzınıza bayıldım. Lafız, muhteşem. Lafız vermek istediğiniz anlamı tam olarak veriyor. Kelimeler çok özenli seçilmiş. Metin anlaşılır. Tebrik ediyorum.

25 Aralık 2013 05:23  

güzel ve tane tane yazılmış bir makale..: okumak zevkliydi..:) tebrikler...

Adsız
14 Nisan 2015 23:43  

Arkadaş yazının müellifi kim, belli değil.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP