BiLGi KURAMI (EPiSTEMOLOJi)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Dogruluk fikri, akıl-dışı, anlam

Sıg düşünce, ancak şeyleri bilir ve kendini bilinç olarak bilmez. Örnegin, kendiligimden, "Önümde bir lamba var; ayaklarım altında bir halı var; balkonda çiçekler var" derim. Başlangıçta bütün bunları kendisi sayesinde tasdik ettigim zihnimin eylemini düşünmem. Düşüncem, tasdik ettigi şeylerin önünde kendini unutur, kendini siler. O halde zihnin ilkadımı ontolojiktir. O, şeyleri, varlıgı, "vardır"ı ileri sürer.

Ancak kısa bir süre sonra yanlışla ilgili deneyimim ortaya çıkar. Örnegin, kendime, "Balkonda bir serçe var" derim, yaklaşırım: O, sadece küçük, gri bir kagıt parçasıdır. Demek ki serçe yoktu, ama ben serçe gördügümü sanmıştım. Sanmıştım ki... Burada önce şeylere dönük olan düşüncem bu sefer kendisi üzerine döner. Bilgim üzerinde düşünürüm, onun degerinin ne oldugunu kendime sorarım. Zihnin bu ikinci adımı, ontolojik adımın tersi olan eleştirel adımıdır. Nesneyi tasdik etmeyi bir tarafa bırakarak kendi tasdikime dönerim, onu tartışma konusu yaparım, kendimi bu tasdik eylemimde sorgularım. Bu eleştirici dönüş, kendi düşüncem, onun mekanizması, degeri üzerinde bu düşünmem beni bir bilgi kuramı formüle etmeye götürür: Dogru nedir? Tek bir dogru mu vardır? Dogrunun dereceleri var mıdır? Burada sırasıyla bu birbirine baglı üç soruyu inceleyecegiz.

Önce kendimize dogrunun dogasının ne oldugunu, dogruyu yanlıştan ayırmanın ölçütleri olup olmadıgını, dogru hakkında hangi tanımı kabul edebilecegimizi soracagız. Sonra şunları inceleyecegiz: Bu ölçütler uygulanabilir mi? Kendisine erişebilecegimiz hiç olmazsa tek bir dogru yok mudur? Yoksa, acaba şüphecilerin düşündükleri gibi dogrudan vaz mı geçmemiz gerekir? Bu, dogrunun varlıgı problemidir.

Nihayet dogruya erişebilecegimizi kabul edersek, çeşitli türden dogrular olup olmadıgını da kendimize sorabiliriz. Bir fizikçinin veya kimyacının deneyin yargısına sundugu varsayımı ile bir psikanalistin yorumu aynı türden degildir. Doga bilimlerinde zafer kazanan akılsallık kategorisini diger akılsallık biçimlerinden, örnegin "yorumsal" disiplinlere, hermenotige özgü anlam kategorisinden ayırt etmemiz gerekmez mi?

1. Dogrunun dogası, dogruluk ve gerçeklik

Gündelik dil çogu kez dogru ve gerçek kelimelerini birbirine karıştırır. Aslında onlar arasında özenle ayrım yapmak daha uygundur. Bir nesne (şu halı, şu lamba), bir varlık, "gerçek" diye nitelendirilir. Bu lamba gerçektir, başka deyişle vardır. Bu masa gerçektir. Buna karşılık "Bu masa dogrudur, bu lamba dogrudur (veya yanlıştır)" demenin hiçbir anlamı yoktur. Dogruluk, yargıyla ilgili bir degerdir. Örnegin, "Bu masa vardır, bu masa kırmızıdır" yargısı, dogru bir yargıdır veya yanlış bir yargıdır. "Dogruluk" veya "yanlışlık", o halde, bir nesneyi degil, benim yargımın degerini nitelendirir.

Bu noktayı ortaya koyduktan sonra dogrunun ölçütünün ne oldugunu, dogru bir yargıyı nasıl tanıyabilecegimizi, tanımlayabilecegimizi, onun özelliklerinin ne oldugunu araştırmamız gerekmektedir.

a. Dogruluk apaçıklık mıdır?

En basit cevap şudur: Dogru yargı, kendi iç özelliklerinden tanınır. Onun kendisi, dogru oldugunu gösterir. Apaçık oluşuyla dogru oldugunu ortaya koyar. Bu, Spinoza’nın görüşüdür (Etika II, 43): "Dogrunun işareti bizzat kendisidir. Dogru bir fikre sahip olan, aynı zamanda dogru bir fikre sahip oldugunu bilir ve bilgisinin dogrulugundan şüphe edemez. Dogru bir fikirden daha açık ve daha kesin hangi dogruluk ölçütümüz olabilir? Nasıl ışık hem kendini, hem de kendisiyle birlikte karanlıkları gösterirse, dogrunun da ölçütü kendisidir ve o aynı zamanda yanlışın da ölçütüdür."

Spinoza için oldugu gibi Descartes için de apaçık görünen açık ve seçik bir fikir, dogru bir fikirdir ve bundan öteye gitmek mümkün degildir. Spinoza, “Açık ve seçik fikirler asla yanlış olamaz” der. Descartes da kendi payına şunları yazar: "Ve şu düşünüyorum, o halde varım dogrusunun şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile gücü yetmeyecek derecede saglam ve emin oldugunu görerek bu dogruyu, aradıgım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim. Bundan sonra genel olarak bir önermenin dogru ve şüphesiz olması için gereken şeyi gözden geçirdim. Çünkü madem ki böyle oldugunu bildigim bir önerme bulmuştum, o halde bu kesinligin neden ibaret oldugunu bilmem gerektigini de düşündüm. Ve bütün bunların ona uymadıgını farkettim: Düşünüyorum, o halde varım’da düşünmek için var olmak gerektigini açıkça görmemden başka bana dogruyu söyledigimi temin eden bir şey bulunmadıgını görerek pek açıkça ve pek seçikçe kavradıgımız şeylerin hep dogru oldugunu genel bir kural olarak kabul edebilecegime hükmettim" (Yöntem Üzerine Konuşma, IV).

Ancak bu dogruluk anlayışı tehlikeli olabilir, çünkü apaçıklık iyi tanımlanmamıştır. Biz bir apaçıklık duygusu duyarız, bir apaçıklık izlenimine sahibizdir. Ancak bu izlenime mutlak bir deger vermeli miyiz? Descartes bu güçlügü hissetmiştir, çünkü açık ve seçik fikirlerimizin dogru oldugunu tasdik ettikten sonra, seçik olduklarını düşündügümüz fikirlerin hangileri oldugunu belirlemede bir güçlük oldugunu kabul etmiştir.

Gerçekten yaşanan kesinlik izlenimi, yargının dogru oldugunu söylemek için yeterli degildir. Çünkü biz dogruya sahip oldugumuza inanabiliriz, ancak yanılgı içinde olabiliriz. Çok içten ve çok güçlü bir kesinlik duygusuna sahip olabilirim, ama yanılabilirim. Bu, dogruluk-apaçıklık kuramına ciddi bir itirazdır.

Yanlış apaçıklıkları dogru apaçıklıklardan nasıl ayırt edebiliriz? Ölçütün zorunlu oldugu yer burasıdır. Leibniz şöyle demiştir: "Descartes dogruyu apaçıklık hanına yerleştirmiş, ancak bu hanın adresini vermeyi unutmuştur." Çogu kez tutkular, önyargılar, gelenekler sahte apaçıklıklar verir. En bildigimiz, en alışık oldugumuz görüşleri açık ve seçik şeyler olarak alma egilimindeyizdir. Albert Bayet’nin dedigi gibi, "Fazla apaçık fikirler, çogunlukla ölü fikirlerdir". Buna karşılık yeni, devrimci fikirler kendilerini güç kabul ettirirler. Apaçıklık, sözüm ona apaçıklık, yani oturmuş gelenekler ve alışılagelen düşünceler adına konformizmlerine kurulmuş resmi düşünürler, yeni fikirlerin büyük yaratıcılarını her zaman eleştirmişlerdir. Eski kimyacılar, Lavoisier’nin keşifleriyle alay etmiş oldukları gibi Fransız Bilimler Akademisi, Pasteur’le dalga geçmiştir. En verimli dogrular, hemencecik kendilerini kabul ettirmek şöyle dursun, şaşkınlık ve rezalet çıglıkları arasında ileri sürülmüşlerdir. Apaçıklık, kesinlik duygusu dogruya nesnel bir temel saglaması mümkün olmayan tamamen öznel, sırf psikolojik bir veridir.

b. Dogru, gerçegin kopyası mıdır?

Bu görüşe göre bir fikir, kendinde, iç özellikleri bakımından degil, gerçege uyup uymaması bakımından dogru veya yanlış olarak nitelendirilir. Skolastikler şöyle demekteydiler: "Dogruluk, düşüncemizin şeylere uygunlugudur." Dogru fikir, gerçege sadık olan fikirdir.

Bu tanıma karşı çıkılamaz, ancak o belirsizdir. Çünkü dogru düşüncenin gerçege bu uygunlugunu, bu sadık olmayı yorumlamak gerekir. Sagduyunun bununla ilgili yorumu basittir: Dogru, gerçegin basit bir kopyasıdır, gerçegin onu bilen zihnimdeki varlıgıdır.

Dogru bilgi, basit olarak gerçegin benim tarafımdan alınması, algılanmasıdır. Ancak biz bu kopya-dogruluk anlayışının hiçbir anlamı olmadıgını, her dogru yargının gerçegin, akıl tarafından, zihnin çalışmasını gerektiren yeniden inşa edilmesi oldugunu, basit, edilgen bir yansıma olmadıgını göstermek amacındayız ve bu sanatın dogrusu kadar bilimsel ve felsefi anlamda dogru için de söz konusudur.

Sagduyuya göre sanatın dogrusu sadık bir yansıdan başka bir şey degildir. Atalarımızdan bize miras kalan iki portre, Carole Durand’ın tablosuyla Pierre Petit’nin bir fotografı arasında sagduyu hiçbir tereddüt göstermez: Yaglı boya tablonun sahip oldugu "iç" benzerlige ragmen dogru olan, yalnızca fotograftır. Aynı şekilde sagduyu için mulaj, heykeltraşlıktan daha dogrudur.

Ancak biraz düşünme, bu bakış açısını aşma imkanını verecektir. Son derece küçük bir zaman aralıgında, saatte 120 kilometre hızla giden bir otomobilin fotografını çekerseniz elde ettiginiz resim, nesnesine "sadık" olmakla birlikte "yalancı"dır, çünkü size mutlak olarak hareketsiz bir nesnenin izlenimi verecektir. Buna karşılık Géricault’nun "Epsom Derbisi" adlı tablosunda, karınları yere deger gibi dört nala koşan atları hayranlıkla seyretmekteyiz. Bu tabloda sözünü ettigimiz canlılık havası tam bir "sadakatsizlik"e ragmen verilmektedir. Hiçbir zaman hiçbir at, bu ressamın eserinde oldugu gibi ön ayakları arka ayaklarının bir uzantısıymış gibi koşmamıştır. Aynı şekilde Rodin’in "Yürüyen Adam’ı", dogru olsa bile, gerçek degildir. Çünkü, gerçek yürüyüşte iki ayak hiçbir zaman birlikte yere basmaz, onlardan biri mutlaka havada olur (Gerçekten fotograflarda, yürüyen bir adam sanki sekiyormuş gibi bir havaya sahiptir). O halde sanatın dogrusu, kopya veya yansı degildir, kurma ve degiştirmedir. Sessizligin Sesi’nde Andre Malraux şöyle demektedir: "Sanat, kendisiyle biçimlerin üslup oldugu şeydir." Dogru, stilize edilmiş kaba gerçeklik degildir; zihin tarafından degiştirilmiş, yeniden düşünülmüş gerçekliktir.

Aynı şekilde bilimsel dogru, kavramlar aracılıgıyla deneyimin tam olarak yeniden inşa edilmesini gerektirir. Olaylar sadece kendi aralarında zorunlu yasalarla birbirlerine baglı degildir; dogru yargı, olayı, ancak deneysel teknikler yoluyla yakalar. Örnegin, en basit ve en ilkel görünen "Bu sabah saat sekizi beş geçe sıcaklık on yedi dereceydi" cümlesi, yüksek bir soyutlama derecesi ve çeşitli deneysel teknikleri -önce zamanın ölçümü ile ilgili teknikleri, daha sonra termometrenin kullanılmasını- gerektirir. Beni dinleyenin bu yargının anlamını anlaması için benim santigrad derecesinden söz ettigimi, sıcaklıgın cisimleri genleştirdigini ve "Sıcaklık, on yedi derecedir" dedigimde pencereye koydugum derecelendirmiş bir cetvele baglı küçük bir tüpteki alkol yüksekligini kastettigimi bilmesi gerekir. Sıcaklıgın on yedi derece oldugunu söylemek, özel bir dil kullanmaktır. Söz konusu yargım, kendisi de genleşme kuramını gerektiren termometre teknigine gönderme yapar. "Bir alet, maddeleşmiş bir kuramdan başka bir şey degildir"  (Bachelard). Dogru yargı tüm bir teknik biçim vermeler ve zihinsel işlemler agıyla gerçegi başka bir plana aktarır ve yeniden inşa eder. Eger dogru, "işlemsel" ise, dogrunun ölçütünü veren şey işlemin pratik başarısı degil midir? şimdi inceleyecegimiz de işte bu "pragmatik" bakış açısıdır.

c. Dogru fikir, başarılı fikir midir?

Amerika’lı filozof William James’le (1842-1910) pragmatizm, dogrunun biricik ölçütünün başarı oldugunu ileri sürer. Düşünce, eylemin hizmetindedir. Fikirler, eylemde bulunmak için yararlandıgımız aletlerden başka şey degildir: Dogru fikir, en fazla kazanç getiren fikirdir, en verimli, en etkili fikirdir.

Bu kuramın degerini belirleyebilmek için James’in sözlerine hangi anlamı vermek gerektigini bilmeliyiz. Dogru fikir, yararlı fikirdir. Ama "yararlı" olmak nedir? Bu kelimeyi, dogru oldugu gösterilebilir anlamında mı almalıyız? Bu durumda pragmatizm çok kabul edilebilir bir şeydir. "Doguştan fikirler"e ve saf apaçıklıklara o kadar düşkün olan Descartes’ın kendisi, insanların kendileri için önemli olan dogru bir degerlendirmede bulunduklarında, sonuçlarının kendileri için kötü olmadıgını gördükleri işlerle ilgili akıl yürütmelerinde, çalışma odasında oturup hiçbir sonucu olmayan düşünceler ileri süren bir aydının akıl yürütmelerinde oldugundan çok daha fazla dogruyla karşılaşıldıgını kabul etmekteydi.

Ne yazık ki pragmatistler "yararlı" kelimesini, en geniş ve en belirsiz anlamda kullanırlar. W. James, ondaki belirsizligi ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmamıştır. O şöyle yazmaktadır: "Dogru olan, hangi şekilde olursa olsun yararlı olandır."

Böylece verimli teknik uygulamaları olan bir fizik veya kimya yasası dogrudur. Ancak öte yandan bana, "iç huzur" veren, beni haklı çıkaran bir siyasal inanç da dogrudur. Bir felsefi kuram, eger endişelerimi gideriyorsa, bana "zihinsel rahatlık" saglıyorsa, dogrudur. Bir din de eger beni teselli ediyorsa, ahlaki bakımdan beni iyileştiriyorsa, dogrudur. Tanrı fikri de bütün diger fikirler gibidir. O da ancak verimli, kar saglayıcı ise dogrudur. W.James lafı hiç dolaştırmaksızın şöyle demektedir: "Tanrı kendisinden yararlandıgımız bir şeydir."

Bu bakış açısında dogru, bir var oluş degeri olmak üzere akıl degeri olmaktan çıkmaktadır. St. Exupery "insanların Topragı"’nda şöyle demektedir: "insan için dogru, onu bir insan yapan şeydir." Dogru, beni geliştiren, bagımsızlıga kavuşturan, gerçekleştiren şeydir. "Dogru, hiç de kanıtlanan şey degildir. Eger başka bir toprakta degil de bu toprakta portakal agaçları güçlü köklerle gelişiyor ve meyve veriyorlarsa, portakal agaçlarının dogrusu bu topraktır. Eger digerleri degil de bu din, bu kültür, bu degerler sistemi insanın olgunlaşmasını destekliyor, onda kendinden haberi olmayan büyük bir soylu varlıgın ortaya çıkmasına, özgürlügüne kavuşmasına yardımcı oluyorlarsa bu, bu degerler sisteminin, bu kültürün insanın dogrusu olduklarını gösterir."

Peki bu durumda doğru ve yanlıştan söz edebilir miyiz? Bu bakış açısına göre birçok çelişik doğrunun olması mümkündür, çünkü farklı insanlar kendilerine faydalı olan şeyi farklı sistemlerde bulabilirler, onların gelişmesine zıt görüşler sağlayabilir. Yanlışın kendisi gerektiğinde pragmatik bir sahte-doğru olabilir. Dreyfus olayı sırasında bazıları şöyle düşünmekteydiler: Dreyfus’ün yanlış tanıklıklara dayanılarak mahkum edilmiş olmasının fazla önemi yoktur. Davanın yeniden açılması milliyetçi partiye zarar vereceği için bu mahkumiyeti adil bir şey olarak görmek gerekir. Kavgacı bir yazar şöyle demekteydi: "Bir yanlış, fransız ise, artık yanlış değildir."

Pragmatizm, doğruluk kelimesinin bütün anlamını ortadan kaldırmaktadır. Çoğu zaman doğrunun keşfi, tutkularımız, eğilimlerimiz, alışkanlıklarımıza zor gelen bir şeydir. Renan, doğrunun bazen "acı" olduğunu söylemekteydi. Sapkın görüşlerinden dolayı aforoz edilen eski-papaz Loisy, Hatıralar’ında, dostu kalmaya devam eden Albi piskoposu Monsenyör Mignot’dan 1916 yılında aldığı bir mektubu zikreder. Loisy, ona, din üzerine bir eser hazırladığını yazmış ve fikrini sormak üzere bu eserin ana çizgilerinden söz etmiş olduğu için piskopos ona şu cevabı yollamıştır: "Ne yazık ki daha şimdiden yazacaklarının fazla doğru olmasından korkuyorum." Pragmatist bakış açısı içinde böyle bir cümlenin hiçbir anlamı yoktur. Doğru, aklın kanıtladığı (veya kanıtladığına inandığı) şeydir. O, yüreği altüst eden, alışkanlıkları sarsan, etten ve kemikten yapılmış varlığı kaygılar içine atan şeydir. Bir görüşün teselli edici, rahatlık ve güven verici olması, onun doğru olmasını gerektirmez. Tersine eleştirel zihniyet her zaman tetikte olmak zorundadır. Jean Rostand şöyle der: "Teselli verici doğrular iki defa kanıtlanmalıdır". Pragmatizme karşı nesnelliğin haklarını tesis etmemiz, "çıkar"ın, "fayda"nın nesnel ve geniş kaygısına karşı nesnel "doğrulama" taleplerinin değerini yeniden vurgulamamız gerekir.

4. Doğru, bir yargılar sistemi içinde çelişki olmamasıdır.

Akılcı bir perspektif içinde doğruyu bir yargılar sisteminin çelişmemesi olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım, hem "biçimsel" denen doğruya, hem "deneysel" doğruya uygun düşer.

a) Biçimsel doğru

Aşağıdaki kıyası göz önüne alalım:

Büyük öncül: Bütün insanlar namusludur.
Küçük öncül: Bay Dupont bir insandır.
Sonuç: O halde Bay Dupont namusludur.

"Bay Dupont namusludur" sonucu, mantıksal açıdan düzgündür. O, öncüllerle çelişki içinde değildir. Sonuç, büyük öncüle özdeştir, çünkü küçük öncül bana Bütün insanlar (namusludur) ifadesi yerine Bay Dupont ifadesini geçirme hakkını vermektedir. (Çünkü Bay Dupont "insanlar" sınıfı içine girmektedir).

"Bay Dupont namusludur" sonucu öncüllerden ötürü biçimsel olarak doğrudur, çünkü bu sonuç öncüllerin aynıdır, öncüllerle aynı şeyi söylemektedir, çünkü "totolojik"tir. Ancak öncüllerin kendileri gibi sonuç da içerik bakımından yanlış olabilir. Bay Dupont’un namuslu olmaması mümkündür, çünkü bütün insanların namuslu oldukları hiç şüphesiz yanlıştır. O halde biçimsel doğru, gerçeği bilmez; o sadece zihnin kendi kurallarına uygun olandır. Biçimsel doğrunun başarı kazandığı alan, matematiktir. Örneğin, bir üçgenin açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu söylemekteyim. Bu doğru mudur, yanlış mı? Eğer Euklides’in postülalarını kabul ediyorsam, doğrudur (çelişik değildir), ama euklidesçi olmayan bir aksiyomatiği kabul etme kararı verirsem, yanlıştır (çelişik).

b) Deneysel doğru

"Şu anda yağmur yağıyor" şeklinde bir önerme sadece biçim bakımından değil, içerik bakımından, deneysel olarak doğru olduğu iddiasındadır. O, gerçeğe ilişkin bir iddiadır. Ancak burada da doğrunun ölçütünün, yargılarımın çelişmemesi olduğu, maddi bir veri üzerine beyanlarımın uygunluk ve özdeşliği olduğunu göstermek kolaydır. "Yağmur yağıyor" demekteyim, çünkü işimle meşgul olurken su damlalarının penceremin camına vurduğunu duymaktayım. Bu tekil yargı, ancak doğru olduğu ortaya konduğunda, başka deyişle şu anda farklı deneysel durumlarda gerçek hakkında ortaya atabileceğim çeşitli yargılara ters düşmediği takdirde doğru olarak göz önüne alınabilir. Örneğin, pencereye giderim, yağmurun yağdığını görürüm ve aşağıda yolun ıslanmış olduğunu saptarım. Bütün bu yargılar, yani "Su damlalarını duyuyorum", "Yağmuru görüyorum", "Yol ıslaktır", birbiriyle çelişmemektedir. O halde yağmurun yağdığı doğrulanmıştır.

Ancak tam, kesin bir doğrulama mümkün müdür? Kesin bir doğruyu keşfetme gücüne sahip miyiz? Gerçekten kuramsal ölçütleri belirlemek yetmez, aynı zamanda onların pratikte uygulanıp uygulanmadıklarını bilmek gerekir. Acaba erişilebilir tek bir doğru var mıdır? Şüphecilik, bu soruya olumsuz yönde cevap verir.


2. Doğrunun varlığı, şüphecilik (septisizm)

3. Akılcılık ve hermenötik: Doğruluk kategorisinden anlam kategorisine

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP