Bilim ve İktidar - 2
|
Özellikle biyoloji bir ideolojik sömürü aracı olarak kullanıldı. Hitler, Mein Kampf ta (Kavgam) biyolojik bir temel ve biyolojik bir amaç olmaksızın politikanın tamamen başıboş kalacağını ilan etti. Bugünlerde çeşitlilik kavramından sık sık söz etmekteyiz, ama “insanların çeşitliliği biyolojik bir temele sahiptir” sözünde açıkça özetlendiği gibi, bu ilke nasyonal sosyalist ideolojide de aynen savunulmaktadır. O nedenle, asıl hayati nokta çeşitliliğin tanınmasından ziyade hem çeşitliliğin hem de eşitliğin kabul edilmesidir. Ama kimilerinin yaşamayı haketmesine karşılık kimilerinin bunu haketmediğini iddia eden temel eşitsizlik düşüncesi üzerinde kurulmuş bulunan faşist ideoloji, eşitlik kavramına karşı çıkar. Aslında, Nazi döneminde Almanya’da devletin öjenistleri Öjenist: Irkın kalıtsal özellikleri üzerine hakim etkileri inceleyen bilim dalı uzmanı. (ç.n.), psikiyatrları, antropologları ve doktorları istihdam etmesinin amacı, her bir yurttaş için, yaşamayı hakettiği düşünülen Almanları, Yahudilerden, çingenelerden ya da öbür azınlık gruplarından gelen insanlardan ayırmaya yarayacak bir “biyolojik/kalıtım belgesi” düzenlemekti.Bu arada Stalin’in yönetimi sırasında yaşanan Lisenko olayını da unutmamalıyız.(….)
Bugün bilim ve iktidar arasındaki karşılaşma, özgürlüklerine düşkün bilim adamları ve bilim ile onların araştırma faaliyetlerinin belli başlı mali kaynağı olan ve dünyanın en iyi amaçları doğrultusunda olsa bile sıklıkla bilimi “suiistimal” etmeye hazır olan hükümetler arasında cereyan eden bir tartışma biçimine bürünmüştür.
İktidardan savaştakiyle eşit ölçüde etkili olması bekleniyordu. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler, bilimsel altyapıyı yeni duruma uygun olarak iyileştirme ya da yoksa bilimsel bir altyapı yaratma kaygısıyla kendi bilimsel kaynaklarını yeniden değerlendirmeye başladı. Endüstrinin yeni teknolojilerden yararlanma konusunda son derece başarılı olduğu ve hızlı hareket ettiği Amerika Birleşik Devletleri’nde, savaşın kazanılmasına faydası dokunan temel gelişmelerin birçoğunun Avrupa’daki bilimsel araştırmalardan kaynaklandığı fark edildi. Bundan dolayı, temel araştırma sistemlerinin güçlendirilmesinin, zorunlu olduğu düşünüldü.
Başkan Roosevelt, müstesna başarılar kaydetmekle birlikte savaş dönemine özgü geçici bir kuruluş olan OSRD’nin başkanına, savaş sonrasında da en az savaş sırasında olduğu kadar faydalı olacak bilimsel araştırmalar konusunda görüş bildirmesini isteyen bir mektup yazdı. Bu görüş alışverişi, fiilen Ulusal Bilim Vakfi’nı doğuran tarihsel öneme sahip Science the Endless Frontier (Sonsuz Sınır: Bilim) başlıklı Bush Raporu’yla sonuçlandı.
Bizler bilimin gücünü her geçen gün daha fazla tanıtlamakta olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bilimin bize sağladığı bilgi, uzaklığı ortadan kaldırdı, insan istekle ini doyurdu, hastalıkları azalttı ve doğanın gizemlerini anlamamızı sağlayacak kapıları araladı. “Hakikat”i —“şeylerin ardında yatan”ı— keşfetmeye yönelik bir alet olarak bilimin bir eşi daha yok. Ama yine de bilimin zaferlerini kutlarken eleştirellikten çok uzak bir tutum içinde olmaktan sakınmalıyız, çünkü bu zaferler dengesiz bir biçimde dağılmıştır.
Doyurulmamış istekler bolluğun ortasında durur; doktorların uzun süredir tedavi edebildikleri hastalıklar hâlâ fakirlere ve imtiyazsızlara musallat olmaktadır; ve bilim doğal fenomenleri düzenli bir şekilde açıklarken birçok insanı etkileyememekte, hatta bir çoklarına yabancı görünmektedir. Bilimin bize anlattıkları doğru olabilir, ama önemli olan yalnızca hakikat değildir.
O nedenle bilim adamlarına ağır bir sorumluluk düşüyor. Yazık ki bilim adamları gözlerinin önünde olup biten korkunç felaketler karşısında genellikle sessiz kalmışlardır. Bilim adamları, gezegenimize, gelecek kuşaklara ve imtiyazsızlara karşı da sorumluluk taşıyorlar. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum, Nobel ödülüyle onurlandırılmış olan Dennis Gabor’un şu sözün de gayet iyi özetleniyor: “Bizim şimdiki medeniyetimiz maddi açıdan olağanüstü başarılı bir teknolojiye yaslanıyor, ama manevi açıdan pratik olarak yaslanacağı hiçbir şey yok.”
Bilimin ve bilimsel bilginin, içinde yaşadığımız insan topluluğunu şekillendirmede güçlü aletler olduklarını kabul ederek bilimin ve teknolojinin toplumsal işlevine daha fazla kafa yormak gerekiyor. Franco Ferrarotti’nin işaret ettiği gibi, bu işlevlerin en önemlilerinden biri enformasyondur. Enformasyon insanın gelişiminin zaruri önkoşulu haline geldi. İnsanın insan tarafından sömürülmesi onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllar boyunca dolaysız ve aşağı yukarı nicelleştirilebilir bir özellik taşıyordu. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, kol emeği, çalışma saatleri, ücret düzeyleri ve fabrika disipliniyle ilintiliydi. Oysa bugünkü senaryo bundan epey farklı. Kapital’in birinci cildinde sunulan betimleme günümüzde savunulamaz. İnsanın sömürülmesinin yeni değişkenleri, yalıtılma, ayrı tutulma, yalnızlık, ihmal edilme ve dışlanmadır. Modern dünyada sömürülenler, topluluk hayatının kıyısında kalanlar, topluluk hayatları tükenenlerdir. İktidar bugün dolaysız eyleme başvurarak degil, basitçe görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak sömürmekte ve baskı altına almaktadır.
Ama bugün bilime katılabilmemiz için bilim konusunda daha fazla öğrenim görmeye, okuyup yazmaya ve bilimsel bilginin politikacılara ve gazetecilere daha fazla yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyuyoruz. Politikacıların ve gazetecilerin, önemli kararların tabanında yer alan bilimsel olguları açık seçik ve kavranılabilir bir tarzda su nabilmeleri gerekir; böylece karar verme süreci ne yurttaşların hepsi katılabilecektir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcında iktidarın rasyonel bir tabanı olması genel kabul görmüştü. Bu durum yukarıda söz ettiğim toplumun bilimselleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi şeklindeki aşırı sonucu ve bizi Huxley, Kundera ve Orwell’in romanlarında gayet iyi betimlenen zaman dışı bir toplumun k karşı karşıya getiren belirlenimci yaklaşımı doğurdu.
Ama 1920’li yıllarda ikinci bir dönüm noktası da ha yaşandı. Heisenberg ve diğerlerinin ortaya koydukları çalışmalardan bu yana, bize dünyaya ilişkin tamamen yeni bir görüş açısı sunan yeni bir bilimin yükselişe geçmesine tanık olduk.Devasa bir saat olarak dünya imgesine bugün artık inanmıyoruz. Farklı bir doğa imgesine ve bundan dolayı da farklı bir bilim imgesine sahibiz. Kesinliklerin sonuna geldik. Bilimsel gözlemin tüm düzeylerinde, doğanın bir anlatı öğesi içerdigini keşfettik. Ister kozmoloji, ister parçacık fiziği ya da isterse biyolojide olsun, her yerde istikrarsızlıkları ve dalgalanmaları keşfettik. İyi tanımlanıp sınırlandırılmış koşullar altında bir sistemin benzersiz bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin benzer şekilde sonuçlar açısından da küçük bir değişme üreteceği yönündeki düşünce, klasik doğa görüşünde üstü kapalı bir şekilde yer almaktaydı. Şimdi bu düşüncenin yalnızca basitleştirilmiş, idealleştirilmiş durumlar için geçerli olduğunu biliyoruz. Sistemlerin genelde, doğrusal olmayan yasalar uyarınca işlediğinin ve ani geçişler, durumların çok türlülüğü, kendi kendini örgütleme ve önceden kestirilemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediğinin farkına varılmasıyla birlikte perspektifimizde kökten bir değişme oluşmaktadır. Böylelikle, yüzyıl sona ererken hem bilimle hem de iktidarla bağdaştırılan ideolojilerin krize girdiklerini görebiliyoruz.(…..)
Bugün bilim ve iktidar arasındaki karşılaşma, özgürlüklerine düşkün bilim adamları ve bilim ile onların araştırma faaliyetlerinin belli başlı mali kaynağı olan ve dünyanın en iyi amaçları doğrultusunda olsa bile sıklıkla bilimi “suiistimal” etmeye hazır olan hükümetler arasında cereyan eden bir tartışma biçimine bürünmüştür.
İktidardan savaştakiyle eşit ölçüde etkili olması bekleniyordu. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler, bilimsel altyapıyı yeni duruma uygun olarak iyileştirme ya da yoksa bilimsel bir altyapı yaratma kaygısıyla kendi bilimsel kaynaklarını yeniden değerlendirmeye başladı. Endüstrinin yeni teknolojilerden yararlanma konusunda son derece başarılı olduğu ve hızlı hareket ettiği Amerika Birleşik Devletleri’nde, savaşın kazanılmasına faydası dokunan temel gelişmelerin birçoğunun Avrupa’daki bilimsel araştırmalardan kaynaklandığı fark edildi. Bundan dolayı, temel araştırma sistemlerinin güçlendirilmesinin, zorunlu olduğu düşünüldü.
Başkan Roosevelt, müstesna başarılar kaydetmekle birlikte savaş dönemine özgü geçici bir kuruluş olan OSRD’nin başkanına, savaş sonrasında da en az savaş sırasında olduğu kadar faydalı olacak bilimsel araştırmalar konusunda görüş bildirmesini isteyen bir mektup yazdı. Bu görüş alışverişi, fiilen Ulusal Bilim Vakfi’nı doğuran tarihsel öneme sahip Science the Endless Frontier (Sonsuz Sınır: Bilim) başlıklı Bush Raporu’yla sonuçlandı.
Bizler bilimin gücünü her geçen gün daha fazla tanıtlamakta olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bilimin bize sağladığı bilgi, uzaklığı ortadan kaldırdı, insan istekle ini doyurdu, hastalıkları azalttı ve doğanın gizemlerini anlamamızı sağlayacak kapıları araladı. “Hakikat”i —“şeylerin ardında yatan”ı— keşfetmeye yönelik bir alet olarak bilimin bir eşi daha yok. Ama yine de bilimin zaferlerini kutlarken eleştirellikten çok uzak bir tutum içinde olmaktan sakınmalıyız, çünkü bu zaferler dengesiz bir biçimde dağılmıştır.
Doyurulmamış istekler bolluğun ortasında durur; doktorların uzun süredir tedavi edebildikleri hastalıklar hâlâ fakirlere ve imtiyazsızlara musallat olmaktadır; ve bilim doğal fenomenleri düzenli bir şekilde açıklarken birçok insanı etkileyememekte, hatta bir çoklarına yabancı görünmektedir. Bilimin bize anlattıkları doğru olabilir, ama önemli olan yalnızca hakikat değildir.
O nedenle bilim adamlarına ağır bir sorumluluk düşüyor. Yazık ki bilim adamları gözlerinin önünde olup biten korkunç felaketler karşısında genellikle sessiz kalmışlardır. Bilim adamları, gezegenimize, gelecek kuşaklara ve imtiyazsızlara karşı da sorumluluk taşıyorlar. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum, Nobel ödülüyle onurlandırılmış olan Dennis Gabor’un şu sözün de gayet iyi özetleniyor: “Bizim şimdiki medeniyetimiz maddi açıdan olağanüstü başarılı bir teknolojiye yaslanıyor, ama manevi açıdan pratik olarak yaslanacağı hiçbir şey yok.”
Bilimin ve bilimsel bilginin, içinde yaşadığımız insan topluluğunu şekillendirmede güçlü aletler olduklarını kabul ederek bilimin ve teknolojinin toplumsal işlevine daha fazla kafa yormak gerekiyor. Franco Ferrarotti’nin işaret ettiği gibi, bu işlevlerin en önemlilerinden biri enformasyondur. Enformasyon insanın gelişiminin zaruri önkoşulu haline geldi. İnsanın insan tarafından sömürülmesi onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllar boyunca dolaysız ve aşağı yukarı nicelleştirilebilir bir özellik taşıyordu. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, kol emeği, çalışma saatleri, ücret düzeyleri ve fabrika disipliniyle ilintiliydi. Oysa bugünkü senaryo bundan epey farklı. Kapital’in birinci cildinde sunulan betimleme günümüzde savunulamaz. İnsanın sömürülmesinin yeni değişkenleri, yalıtılma, ayrı tutulma, yalnızlık, ihmal edilme ve dışlanmadır. Modern dünyada sömürülenler, topluluk hayatının kıyısında kalanlar, topluluk hayatları tükenenlerdir. İktidar bugün dolaysız eyleme başvurarak degil, basitçe görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak sömürmekte ve baskı altına almaktadır.
Ama bugün bilime katılabilmemiz için bilim konusunda daha fazla öğrenim görmeye, okuyup yazmaya ve bilimsel bilginin politikacılara ve gazetecilere daha fazla yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyuyoruz. Politikacıların ve gazetecilerin, önemli kararların tabanında yer alan bilimsel olguları açık seçik ve kavranılabilir bir tarzda su nabilmeleri gerekir; böylece karar verme süreci ne yurttaşların hepsi katılabilecektir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcında iktidarın rasyonel bir tabanı olması genel kabul görmüştü. Bu durum yukarıda söz ettiğim toplumun bilimselleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi şeklindeki aşırı sonucu ve bizi Huxley, Kundera ve Orwell’in romanlarında gayet iyi betimlenen zaman dışı bir toplumun k karşı karşıya getiren belirlenimci yaklaşımı doğurdu.
Ama 1920’li yıllarda ikinci bir dönüm noktası da ha yaşandı. Heisenberg ve diğerlerinin ortaya koydukları çalışmalardan bu yana, bize dünyaya ilişkin tamamen yeni bir görüş açısı sunan yeni bir bilimin yükselişe geçmesine tanık olduk.Devasa bir saat olarak dünya imgesine bugün artık inanmıyoruz. Farklı bir doğa imgesine ve bundan dolayı da farklı bir bilim imgesine sahibiz. Kesinliklerin sonuna geldik. Bilimsel gözlemin tüm düzeylerinde, doğanın bir anlatı öğesi içerdigini keşfettik. Ister kozmoloji, ister parçacık fiziği ya da isterse biyolojide olsun, her yerde istikrarsızlıkları ve dalgalanmaları keşfettik. İyi tanımlanıp sınırlandırılmış koşullar altında bir sistemin benzersiz bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin benzer şekilde sonuçlar açısından da küçük bir değişme üreteceği yönündeki düşünce, klasik doğa görüşünde üstü kapalı bir şekilde yer almaktaydı. Şimdi bu düşüncenin yalnızca basitleştirilmiş, idealleştirilmiş durumlar için geçerli olduğunu biliyoruz. Sistemlerin genelde, doğrusal olmayan yasalar uyarınca işlediğinin ve ani geçişler, durumların çok türlülüğü, kendi kendini örgütleme ve önceden kestirilemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediğinin farkına varılmasıyla birlikte perspektifimizde kökten bir değişme oluşmaktadır. Böylelikle, yüzyıl sona ererken hem bilimle hem de iktidarla bağdaştırılan ideolojilerin krize girdiklerini görebiliyoruz.(…..)