Bilim ve İktidar - 1
|
Ilya Prigogine
Bilim ve toplum arasındaki ilişkileri (toplumun iktidar yapısı dahil olmak üzere) geliştirme ihtiyacı daha önceleri asla bu denli güçlü olmamıştı. Geleneksel olarak bizim doğayı sorgulayışımızla ilişkilendirilmekte olan bilim, doğanın anlaşılabilirliğine duyduğumuz inancı ifade eder. A.N. Whitehead’in sözcükleriyle söyleyecek olursak, bilim, “deneyimimizin her bir öğesini yorumlarken başvurabileceğimiz tutarlı, mantıklı, zorunlu bir genel düşünceler sistemi oluş burma” amacını ifade eder.
Gelgelelim, doğa kavramı kültürden kültüre değişir. Japonya’ya 1953 yılında ilk kez gittiğim de, büyük Japon fizikçi Hideki Yukawa ile tanışma onuruna eriştim. Batı geleneğinde çok başarılı bir bilim adamı olarak kabul edilmesine karşın, Yukawa’nın Batılı doğa görüşünü kabul etmediğini öğrenmek bana çok ilginç geldi. Yukawa, Çince de “doğa” teriminin “kendi halinde olan” anlamına geldiğini vurguladı. Bunun tersine, Galileo’dan Einstein’a dek Batı bilimi “doğa yasaları” düşüncesi üzerinde temellenmiştir. Doğa bir anlamda insan aklının keşfedebileceği ve betimleyebileceği belli kuralları izlemek “zorundadır”.
Rönesans döneminin Floransalı mimarı ve hümanisti Leon Battista Alberti, “istedikleri takdir de insanların her şeyi yapabileceğini” iddia ediyordu. Ama insanlar “her şeyi” nasıl yapabilirler? Bu sorunun yanıtını Francis Bacon verdi:Doğa yasalarına boyun eğerek. Ama doğa yasalarına boyun eğmek, bu yasaların ne olduğunun bilmeyi gerektirir. O tarihten bu yana her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme düşünceleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmayı sürdürdü. Ayrıca, yine o tarihten bu yana, kesinliğe dayanan bu bilimsel modeli topluma da uygulama yönündeki istek çok güçlü hale geldi. August Comte, belirlenimciligin kalesi olan astronomi üzerinde biçimlenen bir “toplumsal fizik” modeli kurmayı istedi. Bu aynı zamanda John Stuart Mill’in de amacıydı. İktidarın rasyonel bir temeli olacaktı; toplum, denetlenen, evcilleştirilmiş bir doğayı içeren birgörüşün parçası olacaktı. Gelgelelim, bu görüş bizi doğrudan doğruya Huxley, Kundera ve Orwell’in romanlarında karşımıza çıkan kâbuslarla, yani tarihin durduğu, zaman kavramının bulunmadığı şiddet ve terör tarafından bastırılmış bir toplum kâbusuyla buluşturur.
Ama bizler bugün, farklı bir doğa ve, bundan dolayı farklı bir bilim imgesi içeren yeni bir duruma ulaşmış bulunuyoruz. Artık devasa bir saat olarak betimlenen dünya imgesine inanmıyoruz. Kesinliklerin sona erdiğini görüyoruz. Gözlemin tüm düzeylerinde doğanın bir anlatı öğesi taşıdığını keşfettik. İster kozmoloji, ister parçacık fiziği, isterse biyoloji olsun, her yerde istikrarsızlığın ve dalgalanmaların egemen olduğunu keşfettik. Klasik doğa görüşü, iyi tanımlanmış koşullar altında bir sistemin belli bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin, sonuçlarda da buna benzer bir değişiklik yaratacağı yönündeki düşünceyi üstü kapalı olarak barındırıyordu. Şimdi bu düşüncenin yalnızca basit veya ideal durumlarda geçerli olabileceğini biliyoruz. Genelde sistemlerin doğrusal olmayan yasalar uyarınca çalıştıklarını ve apansız geçişler, durumların çok türlülüğü, kendi kendini örgütleme ve öngörülemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediklerini fark etmemizin sonucu olarak bakış açımızda kökten bir değişiklik oluşmaya başladı.
İçerisinde bulunduğumuz yüzyılın bitmesine az bir süre kala, hem bilimle hem de iktidarla ilintili ideolojilerin krize girdiklerini görüyoruz. Tuhaf bir şekilde, bu kriz, fen bilimleriyle toplum bilimlerini birbirlerine daha da yakınlaştırıyor. Aslında, evrimsel karmaşık sistemlerden hareketle önerilen yeni kavramsal çerçeveler toplum bilimlerine tutarlı bir düşünce kümesi sunuyor. Bu düşünceler şunları içerir: farklı gelecekler, seçenek ve çatallanmalar, tarihe bağımlılık, belirsizlik. Bu düşünceler önümüzdeki yirmi yıl içerisinde insanlığın karşılaşacağı meydan okumaları kavramamız ve karar alıcılara yeni araçlar sunmamız açısından önem taşıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: Çevrenin korunması, ulaşım politikaları ve teknolojiye ilişkin değerlendirmelerimizde denge ve optimizasyon varsayımlarının yer aldığı kısa vadeli tahminlere dayan maktayız. Bu argümanlar aracılığıyla tekrar “toplumsal fizik” ve iktidarın “rasyonel” temeli düşüncelerine vardık. Ama bu genişletilmiş fizik ve onun içerdiği rasyonellik, otuz kırk yıl önce düşünebileceğimizden oldukça farklı yeni bir bi çime bürünmektedir.
Kısaca değinmek istediğim başka konular da var. Bilimin kaydettiği şaşırtıcı ilerleme iktidarın işleyişini de dönüştürmüş bulunuyor. Çok çeşitli iletişim biçimlerinin egemenliğindeki, en formasyon temelli bir toplumun doğumuna tanık olmaktayız. Ama toplumun vardığı bu aşama, zor bir tercihin yapılmasını gerektiriyor. Daha önce, ister çevre isterse tıp alanında olsun, insanlık açısından doğrudan bir öneme sahip sorunlara yönelik bu kadar çok potansiyel uygulamaya rastlanmamıştı. Bundan dolayı uygulamalı bilimlerin daha da öne çıktıkları söylenebilir. Ama temel bilimin, özellikle bugün karmaşık ve öngörülemez olduğunu keşfettiğimiz dünyayla ilişkili olarak, çocukluk döneminde olduğunu unutmamalıyız. (……)
“Bilimin amacı nedir?” sorusuyla sık sık karşılaşırız. Hiç kimsenin buna verecek yanıtı yok elbet. Ama yine de yirminci yüzyılda yaşanılan tüm dramatik olaylara rağmen iyimser olmayı sürdürdüğümü kanıtlayan kişisel bir “ütopya”mı sizinle paylaşmak istiyorum. Dünyanın tüm bölgelerinde uygarlığa geçiş, işbölümünün, kast sistemlerinin ve toplumsal eşitsizliğin belirmesiyle eşanlı olarak gerçekleşti. Mısır’daki piramitlerin ya da Çin Seddi’nin inşa edilmesi için kölelerin çalıştırılması zorunluydu. Şiddet, uygarlığın ayrılmaz bir parçası olageldi. Bilim, şiddetin gerekmediği bir uygarlık ütopyasını, eşitsizliğin toplumsal bir zorunluluk olmadığı bir dünya ütopyasını, yaşatmamızı sağlamaktadır. Günümüzdeki durumu yirminci yüzyılın başlangıcındaki durumla karşılaştırdığımızda , genel hatlarıyla bakıldığında eşitsizlikte hem uluslar arasında hem de uluslar içerisinde bir azalma olduğu açıkça görülebilir. Bu noktada bilim olmaksızın asla gerçekleştirilemeyecek bir ilerlemeyle karşı karşıya gelerek tekrar bilim ve iktidar arasındaki ilişkiye dönüyoruz.(….) Bilim ve iktidar arasındaki ilişki, geleceğimiz açısından temel öneme sahip bir araştırma alanıdır.
Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar açısından değil, aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından da gündelik bir tecrübe haline geldi. Toplumumuzun yaslandığı temel etik sorunları etkileyen bir tartışmanın kaynağı olan genetik mühendisliğinden, Ebola ve HİV virüslerine karşı girişilen mücadele ye, açlık ve fakirliği kökünden yoketme umudundan, kirliliğin yol açtığı çevreyle ilgili felaketlere ya da bizim öngörme yeteneksizliğimizin yol açtığı doğal afetlere kadar tartışmaların merkezinde yatan konu daima bilim, bilimin uygulanışları ve iktidarla ilişkileridir. Bu esnada verilen kararlar sıklıkla aceleye gelir ve kimileyin yanlıştır.(….)
Bilim, bizim korku, umut ve bazen de dehşetten oluşan karma duygularla bakışlarımızı yönelttiğimiz bir Pandora’nın kutusuna benziyor. Ama yine de bilim gündelik hayatımızın ana bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. (…)
Bilim, kültürümüzün temel bir bileşeni olarak kabul edildiği zaman bile, ideolojiler tarafından kuşatılma tehlikesine karşı ya da politikacıların ve iktidarın ya da ekonomi lobilerinin ölümcül cazibesine karşı kendisini savunmak zorunda kalmasından ötürü, bu mücadele devam etti.(…..)
Bilim ve toplum arasındaki ilişkileri (toplumun iktidar yapısı dahil olmak üzere) geliştirme ihtiyacı daha önceleri asla bu denli güçlü olmamıştı. Geleneksel olarak bizim doğayı sorgulayışımızla ilişkilendirilmekte olan bilim, doğanın anlaşılabilirliğine duyduğumuz inancı ifade eder. A.N. Whitehead’in sözcükleriyle söyleyecek olursak, bilim, “deneyimimizin her bir öğesini yorumlarken başvurabileceğimiz tutarlı, mantıklı, zorunlu bir genel düşünceler sistemi oluş burma” amacını ifade eder.
Gelgelelim, doğa kavramı kültürden kültüre değişir. Japonya’ya 1953 yılında ilk kez gittiğim de, büyük Japon fizikçi Hideki Yukawa ile tanışma onuruna eriştim. Batı geleneğinde çok başarılı bir bilim adamı olarak kabul edilmesine karşın, Yukawa’nın Batılı doğa görüşünü kabul etmediğini öğrenmek bana çok ilginç geldi. Yukawa, Çince de “doğa” teriminin “kendi halinde olan” anlamına geldiğini vurguladı. Bunun tersine, Galileo’dan Einstein’a dek Batı bilimi “doğa yasaları” düşüncesi üzerinde temellenmiştir. Doğa bir anlamda insan aklının keşfedebileceği ve betimleyebileceği belli kuralları izlemek “zorundadır”.
Rönesans döneminin Floransalı mimarı ve hümanisti Leon Battista Alberti, “istedikleri takdir de insanların her şeyi yapabileceğini” iddia ediyordu. Ama insanlar “her şeyi” nasıl yapabilirler? Bu sorunun yanıtını Francis Bacon verdi:Doğa yasalarına boyun eğerek. Ama doğa yasalarına boyun eğmek, bu yasaların ne olduğunun bilmeyi gerektirir. O tarihten bu yana her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme düşünceleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmayı sürdürdü. Ayrıca, yine o tarihten bu yana, kesinliğe dayanan bu bilimsel modeli topluma da uygulama yönündeki istek çok güçlü hale geldi. August Comte, belirlenimciligin kalesi olan astronomi üzerinde biçimlenen bir “toplumsal fizik” modeli kurmayı istedi. Bu aynı zamanda John Stuart Mill’in de amacıydı. İktidarın rasyonel bir temeli olacaktı; toplum, denetlenen, evcilleştirilmiş bir doğayı içeren birgörüşün parçası olacaktı. Gelgelelim, bu görüş bizi doğrudan doğruya Huxley, Kundera ve Orwell’in romanlarında karşımıza çıkan kâbuslarla, yani tarihin durduğu, zaman kavramının bulunmadığı şiddet ve terör tarafından bastırılmış bir toplum kâbusuyla buluşturur.
Ama bizler bugün, farklı bir doğa ve, bundan dolayı farklı bir bilim imgesi içeren yeni bir duruma ulaşmış bulunuyoruz. Artık devasa bir saat olarak betimlenen dünya imgesine inanmıyoruz. Kesinliklerin sona erdiğini görüyoruz. Gözlemin tüm düzeylerinde doğanın bir anlatı öğesi taşıdığını keşfettik. İster kozmoloji, ister parçacık fiziği, isterse biyoloji olsun, her yerde istikrarsızlığın ve dalgalanmaların egemen olduğunu keşfettik. Klasik doğa görüşü, iyi tanımlanmış koşullar altında bir sistemin belli bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin, sonuçlarda da buna benzer bir değişiklik yaratacağı yönündeki düşünceyi üstü kapalı olarak barındırıyordu. Şimdi bu düşüncenin yalnızca basit veya ideal durumlarda geçerli olabileceğini biliyoruz. Genelde sistemlerin doğrusal olmayan yasalar uyarınca çalıştıklarını ve apansız geçişler, durumların çok türlülüğü, kendi kendini örgütleme ve öngörülemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediklerini fark etmemizin sonucu olarak bakış açımızda kökten bir değişiklik oluşmaya başladı.
İçerisinde bulunduğumuz yüzyılın bitmesine az bir süre kala, hem bilimle hem de iktidarla ilintili ideolojilerin krize girdiklerini görüyoruz. Tuhaf bir şekilde, bu kriz, fen bilimleriyle toplum bilimlerini birbirlerine daha da yakınlaştırıyor. Aslında, evrimsel karmaşık sistemlerden hareketle önerilen yeni kavramsal çerçeveler toplum bilimlerine tutarlı bir düşünce kümesi sunuyor. Bu düşünceler şunları içerir: farklı gelecekler, seçenek ve çatallanmalar, tarihe bağımlılık, belirsizlik. Bu düşünceler önümüzdeki yirmi yıl içerisinde insanlığın karşılaşacağı meydan okumaları kavramamız ve karar alıcılara yeni araçlar sunmamız açısından önem taşıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: Çevrenin korunması, ulaşım politikaları ve teknolojiye ilişkin değerlendirmelerimizde denge ve optimizasyon varsayımlarının yer aldığı kısa vadeli tahminlere dayan maktayız. Bu argümanlar aracılığıyla tekrar “toplumsal fizik” ve iktidarın “rasyonel” temeli düşüncelerine vardık. Ama bu genişletilmiş fizik ve onun içerdiği rasyonellik, otuz kırk yıl önce düşünebileceğimizden oldukça farklı yeni bir bi çime bürünmektedir.
Kısaca değinmek istediğim başka konular da var. Bilimin kaydettiği şaşırtıcı ilerleme iktidarın işleyişini de dönüştürmüş bulunuyor. Çok çeşitli iletişim biçimlerinin egemenliğindeki, en formasyon temelli bir toplumun doğumuna tanık olmaktayız. Ama toplumun vardığı bu aşama, zor bir tercihin yapılmasını gerektiriyor. Daha önce, ister çevre isterse tıp alanında olsun, insanlık açısından doğrudan bir öneme sahip sorunlara yönelik bu kadar çok potansiyel uygulamaya rastlanmamıştı. Bundan dolayı uygulamalı bilimlerin daha da öne çıktıkları söylenebilir. Ama temel bilimin, özellikle bugün karmaşık ve öngörülemez olduğunu keşfettiğimiz dünyayla ilişkili olarak, çocukluk döneminde olduğunu unutmamalıyız. (……)
“Bilimin amacı nedir?” sorusuyla sık sık karşılaşırız. Hiç kimsenin buna verecek yanıtı yok elbet. Ama yine de yirminci yüzyılda yaşanılan tüm dramatik olaylara rağmen iyimser olmayı sürdürdüğümü kanıtlayan kişisel bir “ütopya”mı sizinle paylaşmak istiyorum. Dünyanın tüm bölgelerinde uygarlığa geçiş, işbölümünün, kast sistemlerinin ve toplumsal eşitsizliğin belirmesiyle eşanlı olarak gerçekleşti. Mısır’daki piramitlerin ya da Çin Seddi’nin inşa edilmesi için kölelerin çalıştırılması zorunluydu. Şiddet, uygarlığın ayrılmaz bir parçası olageldi. Bilim, şiddetin gerekmediği bir uygarlık ütopyasını, eşitsizliğin toplumsal bir zorunluluk olmadığı bir dünya ütopyasını, yaşatmamızı sağlamaktadır. Günümüzdeki durumu yirminci yüzyılın başlangıcındaki durumla karşılaştırdığımızda , genel hatlarıyla bakıldığında eşitsizlikte hem uluslar arasında hem de uluslar içerisinde bir azalma olduğu açıkça görülebilir. Bu noktada bilim olmaksızın asla gerçekleştirilemeyecek bir ilerlemeyle karşı karşıya gelerek tekrar bilim ve iktidar arasındaki ilişkiye dönüyoruz.(….) Bilim ve iktidar arasındaki ilişki, geleceğimiz açısından temel öneme sahip bir araştırma alanıdır.
Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar açısından değil, aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından da gündelik bir tecrübe haline geldi. Toplumumuzun yaslandığı temel etik sorunları etkileyen bir tartışmanın kaynağı olan genetik mühendisliğinden, Ebola ve HİV virüslerine karşı girişilen mücadele ye, açlık ve fakirliği kökünden yoketme umudundan, kirliliğin yol açtığı çevreyle ilgili felaketlere ya da bizim öngörme yeteneksizliğimizin yol açtığı doğal afetlere kadar tartışmaların merkezinde yatan konu daima bilim, bilimin uygulanışları ve iktidarla ilişkileridir. Bu esnada verilen kararlar sıklıkla aceleye gelir ve kimileyin yanlıştır.(….)
Bilim, bizim korku, umut ve bazen de dehşetten oluşan karma duygularla bakışlarımızı yönelttiğimiz bir Pandora’nın kutusuna benziyor. Ama yine de bilim gündelik hayatımızın ana bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda. (…)
Bilim, kültürümüzün temel bir bileşeni olarak kabul edildiği zaman bile, ideolojiler tarafından kuşatılma tehlikesine karşı ya da politikacıların ve iktidarın ya da ekonomi lobilerinin ölümcül cazibesine karşı kendisini savunmak zorunda kalmasından ötürü, bu mücadele devam etti.(…..)
1 Yorum
Bilim tarafları ile iktidar tarafları arasında 180 derece faz farkı var. Bağımsızlık karekterleri arasında uçurum var.İktidarlar, sanayi kapitalistlerinin güdümünde bağımlıdırlar. Nesnelerin ve materyallerin yerlerini, değişimini onlar belirler. Arabayı bulan bilim,direksiyonu bilime bırakır. 14 yüzyıl dünyayı merkeze alan aslında oligarşik ve baskı ile 1500 yıl sonra bir cesaretle kopernik çıktı güneşle yer değiştirdi. Aslında iktidarla dinciler arasında iş birliği tamdır ve etle kemik gibidirler! Yeni meteorlar çarpana kadar eskiye rağbet devam edecektir.