Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin - 1
|
Tayfun Atay
Tarihin bize "geçmişin bilgisi"ni veya geçmiş olayların “hakikat”ini sunduğunu, bugünü anlamak için bir "hazine" olan geçmişin kapısını açtığını ve bu geçmişten gelecek için dersler çıkarmamızı sağladığını "iç huzuru" ile söyleyebileceğimiz güvenli günlerin çok uzağında olduğumuz kesin.(2) Her yeni kuşakta tarihin yeniden yazıldığı sıklıkla tekrar edilen bir ifadedir.(3) Bu kadar sıklıkla vurgulanmayan bir diğer önemli nokta ise, yine her yeni kuşakta tarihin "ne" olduğu üzerine soruların da yeniden ele alınıyor olmasıdır. Tarih geçmişi bugüne mi taşır, yoksa bugünden hareketle bir geçmiş mi kurar (yahut "kurgular")? Geçmişte ne olduğunu "doğru" olarak söyleme imkânımız ne ölçüde veya ne kadar vardır? Bununla bağlantılı olarak, tarih olgusal mı, yorumsal mıdır, bilim mi yoksa meslek ya da "zanaat" mıdır?.. Bu sorular şimdiye değin belki defalarca ele alınmış, farklı dönemler içerisinde bunlara tatminkâr sayılabilecek yanıtlar üretilmiştir; ancak söz konusu sorular yine de tamamıyla tüketilip aşılamamış olup bugün de geçerliliklerini sürdürmektedirler.(4)
Yapılabilecek bir başka tespit bu tartışmalara Türkiye tarihçiliğinden katkıların şimdiye değin hayli güdük ve yetersiz kaldığıdır.(5) Özellikle akademik tarihçiliğimizin "tarihin ne olduğu"nu tartışmak, tarihi ve tarihçiliği sorgulamak gibi bir eğilim ya da yönelime hâlâ sahip olmadığı, böylesi bir "sorunsal" üzerinde odaklanarak tarihi ele alan, "mektepli" olmayan tarih araştırıcısı-sosyal bilimcilere karşı da geleneksel kapalılığını sürdürdüğü ifade edilmektedir.(6) Oysaki bu tarihçilik ya da tarih yazımına yalnızca üstünkörü bir bakış bile Türkiye’de tarih çalışmalarının geçmişi aydınlatıp bugüne ışık tutmak ve yarını düzenlemek ("kurtarmak") gibi "hayırlı" amaçların çok uzağında, "bugün"ün kutuplaşmalarını, çatışmalarını ve kavgalarını adeta geçmişe teyellemeye yönelik olarak gerçekleştirildiğini düşündürebilecek ipuçlarını gözler önüne sermeye yetmektedir.
Bu çalışmada Türkiye tarihine ilişkin bu nitelikte bir örnek olaydan yola çıkarak tarihin "ne"liği, "ne" ya da "kimin için"liği, "hangi" zaman dilimine (geçmişe / bugüne / geleceğe) "ne kadar" ilişikliği üzerine bazı hatırlatmalarda bulunmak, buna, yine bu tarihsel olay ve bu olaya adını veren tarihsel şahsiyetin ele alınış biçimleri temelinde ve bununla sınırlı çerçevede bazı yeni argümanlar eklemek, böylece daha genel bir tartışmaya kapı aralamak hedeflenmektedir. Söz konusu tarihsel şahsiyet: Şeyh Bedreddin'dir. Burada onun adı ile anılan isyan hareketi üzerine yazılanları, ortaya atılan görüş ve savları karşılaştırmalı biçimde irdelemeye çalışacağım. Tarihçi olmadığım için tabii ki burada tarih üzerine söyleyeceklerimin, özellikle bu disiplinin erbabı ve emekçileri açısından, çok orijinal ya da "sofistike" olmayabileceği kaygısını taşıdığımı geçerken belirtmek durumundayım. Yapacağım yalnızca kendi antropolojik ilgi alanıma girdiği kadarıyla ve bunun gerektirdiği ölçüde İslam-Tasavvuf-Tarikat tarihi üzerine okumalar yaparken karşılaştığım Şeyh Bedreddin Olayı'nı yukarıda belirtilen sorular setiyle ilişkilendirmek ve bu işlemin sonucunda beliren çağrışımları paylaşmaktan ibaret olacaktır. Böylesi bir girişime beni sevk eden neden, bu konuya ilişkin yazılanların, yapılan yorum ve değerlendirmelerin söz konusu tarihsel şahsiyet ve olayı anlaşılır kılmak yerine daha bilinemez hale getiriyor gibi görünmeleridir.
"Asi" ve İsyan
Şeyh Bedreddin, bilindiği gibi, Türkiye tarihi içerisinde popüler ilgiye de en fazla mazhar olmuş ender şahsiyetlerden biridir. Özellikle sanat ve edebiyat alanında Şeyh Bedreddin ve onun öncülük ettiği söylenen isyan olayının hatırı sayılır ürüne tema teşkil ettiğini görüyoruz. Erol Toy'un Azap Ortakları adlı iki ciltlik küllî romanı, Nazım'ın meşhur Şeyh Bedreddin Destanı, onu takiben Hilmi Yavuz'un Bedreddin Üzerine Şiirler'i ve iki tiyatro eseri; Orhan Asena’nın Simavnalı Şeyh Bedreddin’i ve Mehmet Akan'ın Hikâye-i Mahmud Bedreddin'i, daha yakınlarda da Radi Fiş'in Ben de Halimce Bedreddinem adlı biyografik romanı, bu tarihsel şahsiyeti günümüze taşıyan ve onu kamuoyuna tanıtmakta çok büyük katkı sahibi olmuş çalışmalardır. Hâlâ bunlardan haberdar olmayanların da en azından Zülfü Livaneli'nin özellikle 1980 öncesinde çok popüler olan ve kulaklarımızda iz bırakan, Nazım'ın Destan şiirinin uyarlamasını anımsamamaları olanaksızdır.
Şeyh Bedreddin’i bu kadar popüler yapan, hiç kuşkusuz, onun adı ile anılan isyan hareketidir. Bu isyanın taşıdığı iddia edilen motifler ve unsurlar yakın dönem Türkiye’sinde özellikle siyasal-ideolojik konumları itibariyle "sol"da yer alan çevrelerin ilgisini çekmiştir. Çünkü "sol" başlığı altında savunulan görüş ve düşüncelerin bu topraklarda derinlere giden kökleri bulunduğu gibi heyecan verici bir sava haklılık kazandırma yolunda bulunmuş bir membadır adeta Şeyh Bedreddin.(7) Buna bağlı olarak, özellikle milliyetçi ve İslamcı versiyonlarıyla Türk sağı da, adeta "insiyaki" biçimde, uzunca bir süre karşıt kutupta Bedreddin'i lanetli bir "devlet-i-ebed-müddet" düşmanı olarak resmetmekten kendisini alamamıştır.
Olup bitenleri kısaca hatırlatalım.(8) Bedreddin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış bir şahsiyettir (1359/60 - 1417/20). Doğum yeri Edirne'nin Simavna kasabasıdır. Bir Selçuklu soylusu olan babası Simavna kalesinin Bizanslılardan alan birliğin komutanı olup bu nedenle de Simavna gazisi olarak nitelenen İsrail'dir. İsrail, kalesini fethettiği Bizans tekfurunun kızını önce ganimet olarak alır, sonra evlenir; Rum kızı Müslüman olur ve Melek adını alır. Melek, Bedreddin'in annesidir. Kitaplar İsrail'in aynı zamanda Simavna kadısı olduğunu bildiriyorsa da Simavna'nın o dönemde bir kadı atanmasını gerektirecek kadar büyük olmadığına işaret eden bazı araştırmalar buna kuşku ile yaklaşmaktadırlar.(9)
Bedreddin esas olarak bir din adamı (âlim), bir parça mutasavvıf ve sonra da devlet adamıdır (kadıasker). Ama bunların hepsinden öte tarihe bir asi, siyasal iktidara karşı halk kitlelerinin tepkilerine tercüman olmuş bir isyancı olarak geçmiş biridir. Osmanlı devletinin kuruluş sancılarının tamamıyla son bulmadığı, hayli kritik bir dönemde etkinlik gösterir. Dönem Yıldırım Bayezid'in Timur karşısında 1402'deki Ankara Savaşı'nda bozguna uğramasından sonra Bayezid'in dört oğlu arasında zuhur eden kardeş kavgasının görüldüğü Fetret Devri'dir (1402-1413). Dolayısıyla büyük bir siyasal bunalım ve buna bağlı toplumsal çalkantı ve kargaşa havaya hâkimdir.
20’li yaşlarının başından itibaren Bedreddin, Edirne'de başlamış olduğu İslami ilimler tahsilini sürdürmek üzere o zamanki İslam coğrafyasını karış karış dolaşmaya başlar. Önce Bursa ve Konya’da, daha sonra da Kahire'de eğitimini sürdürür. Bu arada Şam ve Kudüs'e, oradan da Mekke'ye hacca gider. Mısır'a dönüşünden sonra Sultan Berkuk oğlunun eğitimini Bedreddin'e verir. Ardından Mısır’da bir sufî şeyhinin etkisinde tasavvufa yönelir. Sultan tarafından kendisine verilen Habeş cariye ile evlenir ve ondan oğlu İsmail doğar. Sonra Doğu Anadolu'ya ve Tebriz'e geçer, burada Timur'la tanışır. Memleketine dönmeye karar verir; Şam ve Halep yoluyla Anadolu'ya geçer, önce Konya’da, sonra Alevî Türkmenlerle tanıştığı Tire, Aydın, Kütahya gibi yerlerde bulunur. İzmir'den Sakız adasına geçer, Rum Tekfuru tarafından kabul görür, adadaki rahiplerle dostluk geliştirir. Tekrar Türkmenlerle meskûn Kütahya'ya ve Bursa üzerinden de Edirne'ye döner. 1380 başlarından 1406'ya kadar yaklaşık 25 yıllık bir dönemdir bu.
Dönüşünden bir süre sonra Fetret Devri'nin sonlarına doğru Rumeli'nde hüküm süren (1411-1413) Musa Çelebi'nin kazaskeri olur. Düşüncelerinin Musa Çelebi üzerinde etkili olduğu ve onun siyasal tutum alışlarına yön verdiği söylenir. Kaynaklarda belirtildiği kadarıyla bu düşünceler siyasal-ekonomik anlamda eşitlikçi, dinsel anlamda panteist (İbn-i Arabî etkisinde bir "vahdet-i vücut"çuluk) ve toplumsal-kültürel anlamda da bağdaştırmacı yani senkretiktir. Bu senkretizm Osmanlı fütuhatının halka halka genişlediği bir dönemde farklı dinsel kimliklerin, özellikle Müslüman Türkmen ve Hristiyan Rum unsurların kâh yan yana kâh karşı karşıya kâh iç içe bir görüntü sergiledikleri son derece dinamik bir etkileşim ortamının söz konusu olduğu hatırlandığında anlam kazanacak bir stratejidir.(10)
Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmet karşısında yenik düşüp iktidarı yitirmesinden sonra Bedreddin İznik'e sürgün edilir. Ama düşüncelerini benimseyip kendisine gönül verenler üzerindeki etkisi de devam eder. Bir süre sonra da kendisi ile bağlantılı hareket ettikleri söylenen iki şahsiyet, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından Aydın ve Manisa'da yürütülen isyanlar Osmanlı resmiyetine karşı patlar. İsyanlar bastırılır, Börklüce ile Torlak ve nihayetinde de onların isyanından mesul tutulacağını bilerek İznik'ten kaçıp Rumeli'nde Deliorman'a giden ve orada kendi çevresine toplananlarla bir hareketlilik içine giren Bedreddin yakalanarak "siyaseten katl"e uğrarlar. Ancak bugüne de "Osmanlı egemenlerine karşı halk kitlelerinin tepkisini isyana yönelten şahsiyetler" olarak kalırlar. Dönemin kroniklerinde (özellikle Dukas Tarihi’nde) Börklüce'nin isyanına ilişkin olarak belirtilen, "kadınlar hariç mal-mülk her şeyde ortaklığın" isyanın şiarı olduğu bilgisinin bugüne değin olarak yorumlanmasının sonucunda durum, "değersel" bir boyut da kazanır. Bu değersellik iki yönlüdür. Bir yandan "olumlu/yüceltici" bir vurguyla, mülkiyetin kaldırıldığı "ortaklaşmacı" bir düzen isteğinin ve savunuculuğunun bu topraklarda ta 15. yüzyıla kadar geriye götürülebileceği görüşlerine temel oluşturur. Nazım’ın destan şiirinin ağızlarda nakarat olan "Yârin yanağından gayrı / her şeyde her yerde / hep beraber diyebilmek için..." dizeleri bu heyecana tercüman olur.(11) Hangi çevrelerden gelebileceğini tahmin etmenin zor olmayacağı karşıt yöndeki "olumsuz" değersellik ise, "yârin yanağından gayrı” nüansını atlayarak Şeyh Bedreddin hadisesinin temelinde, Orhan Seyfi Orhon'un ifadesiyle, "eşlere varıncaya kadar herkesin dünya nimetlerinde ortak olduğu" şeklinde, sapkın olmanın ötesinde, "sapıkça" bir görüş olduğunu ileri sürer.(12)
Benzer Bakışlar Farklı Yorumlar
Elimize ulaşabilen Osmanlı vekayınamelerinde yer aldığı biçimiyle Bedreddin Olayı özetle böyledir. Bu olay hem meslekten (akademik) tarihçilerin, hem popüler tarihçilerin, hem de amatör tarih meraklılarının ilgisini çekmiş ve yabana atılamayacak sayıda çalışmaya konu olmuştur. Üzerinde durulması gereken nokta, Bedreddin olayına ilişkin bu literatüre başvurulduğunda meseleye vakıf olmak yerine daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir tıkanma noktasına varılıyor olmasıdır. Konuya ilişkin doğrudan çalışma yapan veya yeri geldiğince bu konuya değinen tarihçi, sosyal bilimci, gazeteci-yazar ve aydınların saptama ve yorumlarındaki farklılık ve hatta karşıtlık o düzeylere varmaktadır ki, birinin "ak" dediğine ötekinin "kara" demesine sıklıkla tanık olunmaktadır. Öyle ki aynı ideolojik söylem dünyası içerisinde yer aldığı söylenebilecek yazarların dahi karşıt belirlemelere varabildikleri görülmektedir.
Örneğin "Türkiye solları"nın Bedreddin olayına ilgi duyduğunu ve onu "kendince" değerlendirdiğini yukarıda belirttik. Ancak sol perspektiften, daha doğrusu "tarihsel-maddeci" yaklaşımla kaleme alınan çalışmaların kendi içinde dahi Bedreddin olayını nereye koymak gerektiği konusunda zıt görüşler ortaya çıktığı fark edilmektedir. Türkiye tarihini halk hareketlerinin tarihine indirgeyen Yetkin'e göre Bedreddin, "materyalist anlayışı çağına göre çok ileri olan bir halk adamı"dır.(13) Buna karşılık aynı yaklaşımın bir başka temsilcisi olduğu düşünülebilecek olan Yerasimos için Bedreddin, "sınıfsız ve özel mülkiyetsiz ilkel topluma yani geriye dönüş özlemine dayanan bir halk ayaklanmasının öncüsü”dür.(14) Bedreddin, Yetkin'e göre "ilerici", Yerasimos'a göre "gerici"dir! Aynı şekilde yıllar önce 1970'lerde Devrim'de yazan İlber Ortaylı Bedreddin'i şöyle değerlendiriyor:
Tarihe gerçek devrimci bir gözle baktığımızda ilerici ve itici gücün Bedreddin'in düşün ve eylemi değil, Osmanlı'nın kurduğu düzen olduğunu görürüz. Feodalitenin pekiştiği ve küçük beyliğin bir imparatorluğa doğru geliştiği dönemde, ilerici ve gerçekçi olanlar Çelebi Sultan Mehmetler, Evrenos Gaziler, Çandarlılardı.(15)
Tarihin bize "geçmişin bilgisi"ni veya geçmiş olayların “hakikat”ini sunduğunu, bugünü anlamak için bir "hazine" olan geçmişin kapısını açtığını ve bu geçmişten gelecek için dersler çıkarmamızı sağladığını "iç huzuru" ile söyleyebileceğimiz güvenli günlerin çok uzağında olduğumuz kesin.(2) Her yeni kuşakta tarihin yeniden yazıldığı sıklıkla tekrar edilen bir ifadedir.(3) Bu kadar sıklıkla vurgulanmayan bir diğer önemli nokta ise, yine her yeni kuşakta tarihin "ne" olduğu üzerine soruların da yeniden ele alınıyor olmasıdır. Tarih geçmişi bugüne mi taşır, yoksa bugünden hareketle bir geçmiş mi kurar (yahut "kurgular")? Geçmişte ne olduğunu "doğru" olarak söyleme imkânımız ne ölçüde veya ne kadar vardır? Bununla bağlantılı olarak, tarih olgusal mı, yorumsal mıdır, bilim mi yoksa meslek ya da "zanaat" mıdır?.. Bu sorular şimdiye değin belki defalarca ele alınmış, farklı dönemler içerisinde bunlara tatminkâr sayılabilecek yanıtlar üretilmiştir; ancak söz konusu sorular yine de tamamıyla tüketilip aşılamamış olup bugün de geçerliliklerini sürdürmektedirler.(4)
Yapılabilecek bir başka tespit bu tartışmalara Türkiye tarihçiliğinden katkıların şimdiye değin hayli güdük ve yetersiz kaldığıdır.(5) Özellikle akademik tarihçiliğimizin "tarihin ne olduğu"nu tartışmak, tarihi ve tarihçiliği sorgulamak gibi bir eğilim ya da yönelime hâlâ sahip olmadığı, böylesi bir "sorunsal" üzerinde odaklanarak tarihi ele alan, "mektepli" olmayan tarih araştırıcısı-sosyal bilimcilere karşı da geleneksel kapalılığını sürdürdüğü ifade edilmektedir.(6) Oysaki bu tarihçilik ya da tarih yazımına yalnızca üstünkörü bir bakış bile Türkiye’de tarih çalışmalarının geçmişi aydınlatıp bugüne ışık tutmak ve yarını düzenlemek ("kurtarmak") gibi "hayırlı" amaçların çok uzağında, "bugün"ün kutuplaşmalarını, çatışmalarını ve kavgalarını adeta geçmişe teyellemeye yönelik olarak gerçekleştirildiğini düşündürebilecek ipuçlarını gözler önüne sermeye yetmektedir.
Bu çalışmada Türkiye tarihine ilişkin bu nitelikte bir örnek olaydan yola çıkarak tarihin "ne"liği, "ne" ya da "kimin için"liği, "hangi" zaman dilimine (geçmişe / bugüne / geleceğe) "ne kadar" ilişikliği üzerine bazı hatırlatmalarda bulunmak, buna, yine bu tarihsel olay ve bu olaya adını veren tarihsel şahsiyetin ele alınış biçimleri temelinde ve bununla sınırlı çerçevede bazı yeni argümanlar eklemek, böylece daha genel bir tartışmaya kapı aralamak hedeflenmektedir. Söz konusu tarihsel şahsiyet: Şeyh Bedreddin'dir. Burada onun adı ile anılan isyan hareketi üzerine yazılanları, ortaya atılan görüş ve savları karşılaştırmalı biçimde irdelemeye çalışacağım. Tarihçi olmadığım için tabii ki burada tarih üzerine söyleyeceklerimin, özellikle bu disiplinin erbabı ve emekçileri açısından, çok orijinal ya da "sofistike" olmayabileceği kaygısını taşıdığımı geçerken belirtmek durumundayım. Yapacağım yalnızca kendi antropolojik ilgi alanıma girdiği kadarıyla ve bunun gerektirdiği ölçüde İslam-Tasavvuf-Tarikat tarihi üzerine okumalar yaparken karşılaştığım Şeyh Bedreddin Olayı'nı yukarıda belirtilen sorular setiyle ilişkilendirmek ve bu işlemin sonucunda beliren çağrışımları paylaşmaktan ibaret olacaktır. Böylesi bir girişime beni sevk eden neden, bu konuya ilişkin yazılanların, yapılan yorum ve değerlendirmelerin söz konusu tarihsel şahsiyet ve olayı anlaşılır kılmak yerine daha bilinemez hale getiriyor gibi görünmeleridir.
"Asi" ve İsyan
Şeyh Bedreddin, bilindiği gibi, Türkiye tarihi içerisinde popüler ilgiye de en fazla mazhar olmuş ender şahsiyetlerden biridir. Özellikle sanat ve edebiyat alanında Şeyh Bedreddin ve onun öncülük ettiği söylenen isyan olayının hatırı sayılır ürüne tema teşkil ettiğini görüyoruz. Erol Toy'un Azap Ortakları adlı iki ciltlik küllî romanı, Nazım'ın meşhur Şeyh Bedreddin Destanı, onu takiben Hilmi Yavuz'un Bedreddin Üzerine Şiirler'i ve iki tiyatro eseri; Orhan Asena’nın Simavnalı Şeyh Bedreddin’i ve Mehmet Akan'ın Hikâye-i Mahmud Bedreddin'i, daha yakınlarda da Radi Fiş'in Ben de Halimce Bedreddinem adlı biyografik romanı, bu tarihsel şahsiyeti günümüze taşıyan ve onu kamuoyuna tanıtmakta çok büyük katkı sahibi olmuş çalışmalardır. Hâlâ bunlardan haberdar olmayanların da en azından Zülfü Livaneli'nin özellikle 1980 öncesinde çok popüler olan ve kulaklarımızda iz bırakan, Nazım'ın Destan şiirinin uyarlamasını anımsamamaları olanaksızdır.
Şeyh Bedreddin’i bu kadar popüler yapan, hiç kuşkusuz, onun adı ile anılan isyan hareketidir. Bu isyanın taşıdığı iddia edilen motifler ve unsurlar yakın dönem Türkiye’sinde özellikle siyasal-ideolojik konumları itibariyle "sol"da yer alan çevrelerin ilgisini çekmiştir. Çünkü "sol" başlığı altında savunulan görüş ve düşüncelerin bu topraklarda derinlere giden kökleri bulunduğu gibi heyecan verici bir sava haklılık kazandırma yolunda bulunmuş bir membadır adeta Şeyh Bedreddin.(7) Buna bağlı olarak, özellikle milliyetçi ve İslamcı versiyonlarıyla Türk sağı da, adeta "insiyaki" biçimde, uzunca bir süre karşıt kutupta Bedreddin'i lanetli bir "devlet-i-ebed-müddet" düşmanı olarak resmetmekten kendisini alamamıştır.
Olup bitenleri kısaca hatırlatalım.(8) Bedreddin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış bir şahsiyettir (1359/60 - 1417/20). Doğum yeri Edirne'nin Simavna kasabasıdır. Bir Selçuklu soylusu olan babası Simavna kalesinin Bizanslılardan alan birliğin komutanı olup bu nedenle de Simavna gazisi olarak nitelenen İsrail'dir. İsrail, kalesini fethettiği Bizans tekfurunun kızını önce ganimet olarak alır, sonra evlenir; Rum kızı Müslüman olur ve Melek adını alır. Melek, Bedreddin'in annesidir. Kitaplar İsrail'in aynı zamanda Simavna kadısı olduğunu bildiriyorsa da Simavna'nın o dönemde bir kadı atanmasını gerektirecek kadar büyük olmadığına işaret eden bazı araştırmalar buna kuşku ile yaklaşmaktadırlar.(9)
Bedreddin esas olarak bir din adamı (âlim), bir parça mutasavvıf ve sonra da devlet adamıdır (kadıasker). Ama bunların hepsinden öte tarihe bir asi, siyasal iktidara karşı halk kitlelerinin tepkilerine tercüman olmuş bir isyancı olarak geçmiş biridir. Osmanlı devletinin kuruluş sancılarının tamamıyla son bulmadığı, hayli kritik bir dönemde etkinlik gösterir. Dönem Yıldırım Bayezid'in Timur karşısında 1402'deki Ankara Savaşı'nda bozguna uğramasından sonra Bayezid'in dört oğlu arasında zuhur eden kardeş kavgasının görüldüğü Fetret Devri'dir (1402-1413). Dolayısıyla büyük bir siyasal bunalım ve buna bağlı toplumsal çalkantı ve kargaşa havaya hâkimdir.
20’li yaşlarının başından itibaren Bedreddin, Edirne'de başlamış olduğu İslami ilimler tahsilini sürdürmek üzere o zamanki İslam coğrafyasını karış karış dolaşmaya başlar. Önce Bursa ve Konya’da, daha sonra da Kahire'de eğitimini sürdürür. Bu arada Şam ve Kudüs'e, oradan da Mekke'ye hacca gider. Mısır'a dönüşünden sonra Sultan Berkuk oğlunun eğitimini Bedreddin'e verir. Ardından Mısır’da bir sufî şeyhinin etkisinde tasavvufa yönelir. Sultan tarafından kendisine verilen Habeş cariye ile evlenir ve ondan oğlu İsmail doğar. Sonra Doğu Anadolu'ya ve Tebriz'e geçer, burada Timur'la tanışır. Memleketine dönmeye karar verir; Şam ve Halep yoluyla Anadolu'ya geçer, önce Konya’da, sonra Alevî Türkmenlerle tanıştığı Tire, Aydın, Kütahya gibi yerlerde bulunur. İzmir'den Sakız adasına geçer, Rum Tekfuru tarafından kabul görür, adadaki rahiplerle dostluk geliştirir. Tekrar Türkmenlerle meskûn Kütahya'ya ve Bursa üzerinden de Edirne'ye döner. 1380 başlarından 1406'ya kadar yaklaşık 25 yıllık bir dönemdir bu.
Dönüşünden bir süre sonra Fetret Devri'nin sonlarına doğru Rumeli'nde hüküm süren (1411-1413) Musa Çelebi'nin kazaskeri olur. Düşüncelerinin Musa Çelebi üzerinde etkili olduğu ve onun siyasal tutum alışlarına yön verdiği söylenir. Kaynaklarda belirtildiği kadarıyla bu düşünceler siyasal-ekonomik anlamda eşitlikçi, dinsel anlamda panteist (İbn-i Arabî etkisinde bir "vahdet-i vücut"çuluk) ve toplumsal-kültürel anlamda da bağdaştırmacı yani senkretiktir. Bu senkretizm Osmanlı fütuhatının halka halka genişlediği bir dönemde farklı dinsel kimliklerin, özellikle Müslüman Türkmen ve Hristiyan Rum unsurların kâh yan yana kâh karşı karşıya kâh iç içe bir görüntü sergiledikleri son derece dinamik bir etkileşim ortamının söz konusu olduğu hatırlandığında anlam kazanacak bir stratejidir.(10)
Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmet karşısında yenik düşüp iktidarı yitirmesinden sonra Bedreddin İznik'e sürgün edilir. Ama düşüncelerini benimseyip kendisine gönül verenler üzerindeki etkisi de devam eder. Bir süre sonra da kendisi ile bağlantılı hareket ettikleri söylenen iki şahsiyet, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal tarafından Aydın ve Manisa'da yürütülen isyanlar Osmanlı resmiyetine karşı patlar. İsyanlar bastırılır, Börklüce ile Torlak ve nihayetinde de onların isyanından mesul tutulacağını bilerek İznik'ten kaçıp Rumeli'nde Deliorman'a giden ve orada kendi çevresine toplananlarla bir hareketlilik içine giren Bedreddin yakalanarak "siyaseten katl"e uğrarlar. Ancak bugüne de "Osmanlı egemenlerine karşı halk kitlelerinin tepkisini isyana yönelten şahsiyetler" olarak kalırlar. Dönemin kroniklerinde (özellikle Dukas Tarihi’nde) Börklüce'nin isyanına ilişkin olarak belirtilen, "kadınlar hariç mal-mülk her şeyde ortaklığın" isyanın şiarı olduğu bilgisinin bugüne değin olarak yorumlanmasının sonucunda durum, "değersel" bir boyut da kazanır. Bu değersellik iki yönlüdür. Bir yandan "olumlu/yüceltici" bir vurguyla, mülkiyetin kaldırıldığı "ortaklaşmacı" bir düzen isteğinin ve savunuculuğunun bu topraklarda ta 15. yüzyıla kadar geriye götürülebileceği görüşlerine temel oluşturur. Nazım’ın destan şiirinin ağızlarda nakarat olan "Yârin yanağından gayrı / her şeyde her yerde / hep beraber diyebilmek için..." dizeleri bu heyecana tercüman olur.(11) Hangi çevrelerden gelebileceğini tahmin etmenin zor olmayacağı karşıt yöndeki "olumsuz" değersellik ise, "yârin yanağından gayrı” nüansını atlayarak Şeyh Bedreddin hadisesinin temelinde, Orhan Seyfi Orhon'un ifadesiyle, "eşlere varıncaya kadar herkesin dünya nimetlerinde ortak olduğu" şeklinde, sapkın olmanın ötesinde, "sapıkça" bir görüş olduğunu ileri sürer.(12)
Benzer Bakışlar Farklı Yorumlar
Elimize ulaşabilen Osmanlı vekayınamelerinde yer aldığı biçimiyle Bedreddin Olayı özetle böyledir. Bu olay hem meslekten (akademik) tarihçilerin, hem popüler tarihçilerin, hem de amatör tarih meraklılarının ilgisini çekmiş ve yabana atılamayacak sayıda çalışmaya konu olmuştur. Üzerinde durulması gereken nokta, Bedreddin olayına ilişkin bu literatüre başvurulduğunda meseleye vakıf olmak yerine daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir tıkanma noktasına varılıyor olmasıdır. Konuya ilişkin doğrudan çalışma yapan veya yeri geldiğince bu konuya değinen tarihçi, sosyal bilimci, gazeteci-yazar ve aydınların saptama ve yorumlarındaki farklılık ve hatta karşıtlık o düzeylere varmaktadır ki, birinin "ak" dediğine ötekinin "kara" demesine sıklıkla tanık olunmaktadır. Öyle ki aynı ideolojik söylem dünyası içerisinde yer aldığı söylenebilecek yazarların dahi karşıt belirlemelere varabildikleri görülmektedir.
Örneğin "Türkiye solları"nın Bedreddin olayına ilgi duyduğunu ve onu "kendince" değerlendirdiğini yukarıda belirttik. Ancak sol perspektiften, daha doğrusu "tarihsel-maddeci" yaklaşımla kaleme alınan çalışmaların kendi içinde dahi Bedreddin olayını nereye koymak gerektiği konusunda zıt görüşler ortaya çıktığı fark edilmektedir. Türkiye tarihini halk hareketlerinin tarihine indirgeyen Yetkin'e göre Bedreddin, "materyalist anlayışı çağına göre çok ileri olan bir halk adamı"dır.(13) Buna karşılık aynı yaklaşımın bir başka temsilcisi olduğu düşünülebilecek olan Yerasimos için Bedreddin, "sınıfsız ve özel mülkiyetsiz ilkel topluma yani geriye dönüş özlemine dayanan bir halk ayaklanmasının öncüsü”dür.(14) Bedreddin, Yetkin'e göre "ilerici", Yerasimos'a göre "gerici"dir! Aynı şekilde yıllar önce 1970'lerde Devrim'de yazan İlber Ortaylı Bedreddin'i şöyle değerlendiriyor:
Tarihe gerçek devrimci bir gözle baktığımızda ilerici ve itici gücün Bedreddin'in düşün ve eylemi değil, Osmanlı'nın kurduğu düzen olduğunu görürüz. Feodalitenin pekiştiği ve küçük beyliğin bir imparatorluğa doğru geliştiği dönemde, ilerici ve gerçekçi olanlar Çelebi Sultan Mehmetler, Evrenos Gaziler, Çandarlılardı.(15)