Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 2
|
Ruhbilim cephesinde, insanın özgül gereksinmelerini tanımlamaya yönelik en tanınmış girişimlerden birisi Abraham Maslow'un yaptığı girişimdir; Maslow, insanın «temel gereksinrneler»ine —fizyolojik ve estetik gereksinmelere, güvenlik, ait olma, sevgi, saygınlık, kendini gerçekleştirme, bilgi ve anlayış gereksinmelerine— ilişkin bir liste belirlemiştir (A. Maslow, 1954). Bu liste biraz sistemsiz bir sıralamadır ve ne yazık ki, Maslow insanın doğasmdaki böylesi gereksinmelerin ortak kökenini çözümlemeye uğraşmamıştır.
insanın doğasını, insan türünün —biyolojik ve zihinsel— özgül koşulları açısından tanımlama girişimi, bizi ilkönce, insanın doğuşuna ilişkin bazı yorumlara götürmektedir. Bir insan bireyin ne zaman var olmaya başladığını bilmek kolay görünür, ama gerçekte bu, göründüğü kadar kolay değildir. Yanıt şöyle olabilir: gebe kalındığı zaman, dölüt belirgin insan biçimi aldığı zaman, doğum eyleminde, memeden kesme zamanında; hatta çoğu insanın öldükleri zaman bile henüz tam olarak doğmadıkları öne sürülebilir. Biı- bireyin «doğuş»u için bir gün ya da bir saat belirlemekten kaçınmamız; bunun yerine, akışı içersinde bir kişinin var olmaya başladığı bir süreç'ten söz etmemiz en iyisi olacaktır. Bir tür olarak insanın ne zaman doğduğunu soracak olursak, yanıt çok daha zordur. Evrim süreci hakkında çok daha az şey bilmekteyiz. Burada milyonlarca yılı ele almaktayız; bilgimiz, önemleri hâlâ büyük ölçüde tartışılan rastlantısal iskelet ve alet bulgularına dayanmaktadır. Yine de, bilgimizin yetersizliğine karşın, ayrıntılı biçimde değişime uğratılmaları gerekse bile, bize, insanın doğuşu olarak adlandırabileceğimiz sürecin genel bir tablosunu sunan birkaç veri vardır. İnsanın ana rahmine düşüş 'ünü, yaklaşık bir buçuk milyar yıl önce tekhücreli yaşamın başlangıcına ya da yaklaşık iki yüz milyon yıl önce ilkel memelilerin ortaya çıkmaya başlamasına kadar geri götürebiliriz; insan gelişiminin, insanın yaklaşık on dört milyon yıl önce, belki de daha önce yaşamış olan hominid atalarıyla birlikte başladığını söyleyebiliriz, insanın doğum tarihini, Asya'da bulunan çeşitli örnekleri, yaklaşık bir milyon ile yaklaşık beş yüz bin yıl öncesine ait bir dönemi kapsayan ilk insanın, Homo erectus'un (Pekin Insanı'nın) ortaya çıkışı olarak saptayabiliriz; ya da bütün temel biyolojik yönlerden bugünkü insanla özdeş olan modern insanın (Homo sapiens sapiens'iri) ortaya çıktığı yaklaşık kırk bin yıl öncesi olarak belirleyebiliriz.3 Gerçekten, tarihsel zaman açısından insanın gelişimine baktığımızda, tam anlamıyla insanın ancak birkaç dakika önce doğduğunu söyleyebiliriz. Hatta insanın hâlâ doğum sürecinde olduğunu, göbek bağının henüz kesilmediğini, insanın canlı mı, yoksa ölü mü doğacağının kuşkulu görünmesine yol açan yan hastalıkların ortaya çıktığı bile düşünülebilir.
insan evrimi incelemecilerinin çoğu, insanın doğuşunu bir özel olayla tarihlendirmektedirler: Benjamin Franklin'in insanı Homo faber, alet yapan insan olarak tanımlamasına uyarak, alet yapımı'yla. Marx, «Yankeelik'in ayırıcı özelliği» saydığı bu tanımı şiddetle eleştirmiştir. Çağdaş yazarlar arasında da Mumford, alet yapımına dayalı bu yönelimi son derecede inandırıcı biçimde eleştirmiştir (L. Mumford, 1967).
insanın doğasına ilişkin bir kavramı, çok açık olarak üretimle ilgili çağdaş saplantının damgasını taşıyan alet yapımı gibi yalıtılmış yönlerden çok, insan evrimi sürecinde aramak gerekir, insanın doğası konusunda bir anlayışa, insanın ortaya çıkışını belirleyen iki temel biyolojik koşulun bileşimini temel alarak ulaşmamız gerekir. Bu koşullardan birisi, davranışların belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması'da. içgüdülerin niteliği hakkındaki birçok karşı görüşü göz önüne aldığımızda bile, bir hayvanın ulaştığı evrim aşaması ne denli yüksekse, kesin biçim de saptanmış ve kalıtımsal olarak beyinde programlanmış birörnek davranış kalıplanılın ağırlığının da o denli az olduğu genellikle kabul edilmektedir. Davranışın belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması süreci kesintisiz bir süreç olarak tasarımlanabilir; bu sürecin sıfır ucunda, hayvan evriminin, içgüdüsel belirlenme düzeyi en yüksek olan en aşağı biçimlerini görürüz; bu düzey hayvan evrimiyle birlikte düşer ve memelilerde belli bir düzeye ulaşır; primatlara doğru yükselen gelişme içinde daha da düşer ve burada bile, Yerkes ve Yerkes'in klasik araştırmalarında ortaya koydukları gibi, kuyruklu ve kuyruksuz maymunlar arasında büyük bir uçurumla karşılaşırız (R. M. ve A. V. Yerkes, 1929). içgüdüsel belirlenme, Homo türünde en büyük düşüşe ulaşmıştır.
Hayvan evriminde rastlanan öteki eğilim, beynin ve özellikle de neokorteksin büyümesi'dir. Yine burada da evrimi kesintisiz bir süreç olarak tasarımlayabiliriz — bir uçta, en ilkel sinir yapısına ve göreceli olarak az sayıda sinir hücresine sahip en aşağı hayvanlar; öteki uçta, daha büyük ve daha karmaşık bir beyin yapısına, özellikle de kendi hominid atalannınkinden bile üç kat daha büyük bir neokortekse ve gerçekten akıl almaz sayıda sinir hücreleriarası bağlantıya sahip insan bulunur.
Bu verileri göz önüne alırsak, insan, içgüdüsel belirlenmenin en alt düzeye, beynin gelişmesinin ise en üst düzeye ulaştığı evrim noktasında ortaya çıkmış primat olarak tanımlanabilir. Bu enaz içgüdüsel belirlenme ve en yüksek beyin gelişimi birleşimi hayvan evriminde hiçbir zaman meydana gelmemiştir ve biyolojik açıdan konuşursak, bütünüyle yeni bir olgudur..
insan ortaya çıktığı zaman, insanın davranışını, sahip olduğu içgüdüsel donanım çok az yönlendiriyordu. Tehlikeye ya da cinsel uyaranlara gösterilen tepkiler gibi bazı temel tepkileri saymazsak, insana, yaşamının doğru bir karara bağlı olabileceği çoğu durumda nasıl karar vermesi gerektiğini söyleyen, kalıtımla devralınmış hiçbir program yoktur. Bu yüzden insan, biyolojik bakımdan, bütün hayvanların en umarsızı ve güçsüzü gibi görünür.
İnsan beyninin olağanüstü gelişmesi, onun içgüdüsel eksikliğini karşılar mı?
Bir ölçüye kadar karşılar, insan, doğru seçimlerde bulunmak için zihni tarafından yönlendirilir. Ama bu aracın ne denli güçsüz ve güvenilmez olduğunu da biliyoruz. Zihin, insanın arzularından ve tutkularından kolayca etkilenir ve bunların etkisine teslim olur. insanın beyni, güçsüzleşmiş içgüdülerin yerini alacak bir şey olarak yetersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda yaşama ödevini de son derecede karmaşık duruma getirir. Böyle demekle araçsal zekâ'yı, kişinin gereksinmelerini gidermek amacıyla nesnelerden yararlanmakta bir araç olarak düşünceyi kullanmasını anlatmak istemiyorum; ne de olsa, insan bu yeteneği hayvanlarla, özellikle de primatlarla paylaşır, insanın düşünüşünün bütünüyle yeni bir nitelik, kendinin ayırdında olma niteliği kazandığı yönü anlatmak istiyorum, insan, yalnızca nesneleri bilmekle kalmayan, bildiğinin de ayırdında olan tek hayvandır. Yalnızca araçsal zekâya değil, usa da, yani nesnel biçimde anlamak —bir başka deyişle, şeylerin niteliğini, yalnız kendi doyumunu sağlayan araçlar olarak değil, kendi başlarına oldukları gibi bilmek— için düşünme gücünden yararlanma yeteneğine de sahip olan tek hayvan insandır. Kendinin ayırdında olma ve us yeteneklerine doğuştan sahip olan insan, doğadan ve başkalarından ayrı bir varlık olarak kendisinin ayırdındadır; güçsüzlüğünün, bilgisizliğinin ayırdındadır; varacağı sonun —ölümün— ayırdındadır.
insanın doğasını, insan türünün —biyolojik ve zihinsel— özgül koşulları açısından tanımlama girişimi, bizi ilkönce, insanın doğuşuna ilişkin bazı yorumlara götürmektedir. Bir insan bireyin ne zaman var olmaya başladığını bilmek kolay görünür, ama gerçekte bu, göründüğü kadar kolay değildir. Yanıt şöyle olabilir: gebe kalındığı zaman, dölüt belirgin insan biçimi aldığı zaman, doğum eyleminde, memeden kesme zamanında; hatta çoğu insanın öldükleri zaman bile henüz tam olarak doğmadıkları öne sürülebilir. Biı- bireyin «doğuş»u için bir gün ya da bir saat belirlemekten kaçınmamız; bunun yerine, akışı içersinde bir kişinin var olmaya başladığı bir süreç'ten söz etmemiz en iyisi olacaktır. Bir tür olarak insanın ne zaman doğduğunu soracak olursak, yanıt çok daha zordur. Evrim süreci hakkında çok daha az şey bilmekteyiz. Burada milyonlarca yılı ele almaktayız; bilgimiz, önemleri hâlâ büyük ölçüde tartışılan rastlantısal iskelet ve alet bulgularına dayanmaktadır. Yine de, bilgimizin yetersizliğine karşın, ayrıntılı biçimde değişime uğratılmaları gerekse bile, bize, insanın doğuşu olarak adlandırabileceğimiz sürecin genel bir tablosunu sunan birkaç veri vardır. İnsanın ana rahmine düşüş 'ünü, yaklaşık bir buçuk milyar yıl önce tekhücreli yaşamın başlangıcına ya da yaklaşık iki yüz milyon yıl önce ilkel memelilerin ortaya çıkmaya başlamasına kadar geri götürebiliriz; insan gelişiminin, insanın yaklaşık on dört milyon yıl önce, belki de daha önce yaşamış olan hominid atalarıyla birlikte başladığını söyleyebiliriz, insanın doğum tarihini, Asya'da bulunan çeşitli örnekleri, yaklaşık bir milyon ile yaklaşık beş yüz bin yıl öncesine ait bir dönemi kapsayan ilk insanın, Homo erectus'un (Pekin Insanı'nın) ortaya çıkışı olarak saptayabiliriz; ya da bütün temel biyolojik yönlerden bugünkü insanla özdeş olan modern insanın (Homo sapiens sapiens'iri) ortaya çıktığı yaklaşık kırk bin yıl öncesi olarak belirleyebiliriz.3 Gerçekten, tarihsel zaman açısından insanın gelişimine baktığımızda, tam anlamıyla insanın ancak birkaç dakika önce doğduğunu söyleyebiliriz. Hatta insanın hâlâ doğum sürecinde olduğunu, göbek bağının henüz kesilmediğini, insanın canlı mı, yoksa ölü mü doğacağının kuşkulu görünmesine yol açan yan hastalıkların ortaya çıktığı bile düşünülebilir.
insan evrimi incelemecilerinin çoğu, insanın doğuşunu bir özel olayla tarihlendirmektedirler: Benjamin Franklin'in insanı Homo faber, alet yapan insan olarak tanımlamasına uyarak, alet yapımı'yla. Marx, «Yankeelik'in ayırıcı özelliği» saydığı bu tanımı şiddetle eleştirmiştir. Çağdaş yazarlar arasında da Mumford, alet yapımına dayalı bu yönelimi son derecede inandırıcı biçimde eleştirmiştir (L. Mumford, 1967).
insanın doğasına ilişkin bir kavramı, çok açık olarak üretimle ilgili çağdaş saplantının damgasını taşıyan alet yapımı gibi yalıtılmış yönlerden çok, insan evrimi sürecinde aramak gerekir, insanın doğası konusunda bir anlayışa, insanın ortaya çıkışını belirleyen iki temel biyolojik koşulun bileşimini temel alarak ulaşmamız gerekir. Bu koşullardan birisi, davranışların belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması'da. içgüdülerin niteliği hakkındaki birçok karşı görüşü göz önüne aldığımızda bile, bir hayvanın ulaştığı evrim aşaması ne denli yüksekse, kesin biçim de saptanmış ve kalıtımsal olarak beyinde programlanmış birörnek davranış kalıplanılın ağırlığının da o denli az olduğu genellikle kabul edilmektedir. Davranışın belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması süreci kesintisiz bir süreç olarak tasarımlanabilir; bu sürecin sıfır ucunda, hayvan evriminin, içgüdüsel belirlenme düzeyi en yüksek olan en aşağı biçimlerini görürüz; bu düzey hayvan evrimiyle birlikte düşer ve memelilerde belli bir düzeye ulaşır; primatlara doğru yükselen gelişme içinde daha da düşer ve burada bile, Yerkes ve Yerkes'in klasik araştırmalarında ortaya koydukları gibi, kuyruklu ve kuyruksuz maymunlar arasında büyük bir uçurumla karşılaşırız (R. M. ve A. V. Yerkes, 1929). içgüdüsel belirlenme, Homo türünde en büyük düşüşe ulaşmıştır.
Hayvan evriminde rastlanan öteki eğilim, beynin ve özellikle de neokorteksin büyümesi'dir. Yine burada da evrimi kesintisiz bir süreç olarak tasarımlayabiliriz — bir uçta, en ilkel sinir yapısına ve göreceli olarak az sayıda sinir hücresine sahip en aşağı hayvanlar; öteki uçta, daha büyük ve daha karmaşık bir beyin yapısına, özellikle de kendi hominid atalannınkinden bile üç kat daha büyük bir neokortekse ve gerçekten akıl almaz sayıda sinir hücreleriarası bağlantıya sahip insan bulunur.
Bu verileri göz önüne alırsak, insan, içgüdüsel belirlenmenin en alt düzeye, beynin gelişmesinin ise en üst düzeye ulaştığı evrim noktasında ortaya çıkmış primat olarak tanımlanabilir. Bu enaz içgüdüsel belirlenme ve en yüksek beyin gelişimi birleşimi hayvan evriminde hiçbir zaman meydana gelmemiştir ve biyolojik açıdan konuşursak, bütünüyle yeni bir olgudur..
insan ortaya çıktığı zaman, insanın davranışını, sahip olduğu içgüdüsel donanım çok az yönlendiriyordu. Tehlikeye ya da cinsel uyaranlara gösterilen tepkiler gibi bazı temel tepkileri saymazsak, insana, yaşamının doğru bir karara bağlı olabileceği çoğu durumda nasıl karar vermesi gerektiğini söyleyen, kalıtımla devralınmış hiçbir program yoktur. Bu yüzden insan, biyolojik bakımdan, bütün hayvanların en umarsızı ve güçsüzü gibi görünür.
İnsan beyninin olağanüstü gelişmesi, onun içgüdüsel eksikliğini karşılar mı?
Bir ölçüye kadar karşılar, insan, doğru seçimlerde bulunmak için zihni tarafından yönlendirilir. Ama bu aracın ne denli güçsüz ve güvenilmez olduğunu da biliyoruz. Zihin, insanın arzularından ve tutkularından kolayca etkilenir ve bunların etkisine teslim olur. insanın beyni, güçsüzleşmiş içgüdülerin yerini alacak bir şey olarak yetersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda yaşama ödevini de son derecede karmaşık duruma getirir. Böyle demekle araçsal zekâ'yı, kişinin gereksinmelerini gidermek amacıyla nesnelerden yararlanmakta bir araç olarak düşünceyi kullanmasını anlatmak istemiyorum; ne de olsa, insan bu yeteneği hayvanlarla, özellikle de primatlarla paylaşır, insanın düşünüşünün bütünüyle yeni bir nitelik, kendinin ayırdında olma niteliği kazandığı yönü anlatmak istiyorum, insan, yalnızca nesneleri bilmekle kalmayan, bildiğinin de ayırdında olan tek hayvandır. Yalnızca araçsal zekâya değil, usa da, yani nesnel biçimde anlamak —bir başka deyişle, şeylerin niteliğini, yalnız kendi doyumunu sağlayan araçlar olarak değil, kendi başlarına oldukları gibi bilmek— için düşünme gücünden yararlanma yeteneğine de sahip olan tek hayvan insandır. Kendinin ayırdında olma ve us yeteneklerine doğuştan sahip olan insan, doğadan ve başkalarından ayrı bir varlık olarak kendisinin ayırdındadır; güçsüzlüğünün, bilgisizliğinin ayırdındadır; varacağı sonun —ölümün— ayırdındadır.