Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 3
|
Kendinin ayırdında olma, us ve imgelem gücü, hayvan varoluşunun ayırıcı özelliği olan «uyum»u bozmuştur. Bu niteliklerin ortaya çıkışı, insanı, bir kuraldışı, evrenin garabeti haline getirmiştir, insan doğanın bir parçasıdır, doğanın fiziksel yasalarının egemenliği altındadır ve bunları değiştirme gücünden yoksundur; ama yine de doğayı aşar. Bir parça olduğu halde bir kenara konmuştur; yurtsuz-yuvasızdır, yine de bütün yaratıklarla paylaştığı yuvaya zincirlerle bağlanmıştır, Rastgele bir yer ve zamanda bu dünyaya atılan insan, rastlantısal olarak ve istencine karşıt biçimde, bu dünyanın dışına çıkmaya zorlanır. Kendi kendisinin ayırdında olduğu için, güçsüzlüğünü ve varoluşunun getirdiği sınırlamaları kavrar. Varoluşunun yarattığı ikilemden hiçbir zaman kurtulamaz: istese bile kendisini kafasından atamaz; canlı olduğu sürece —ve bedeni, canlı olmayı istemesini sağlar— kendisini bedeninden atamaz.
insanın yaşamı, türünün yaşam kalıbı yinelenerek yaşanamaz; o yaşamak zorundadır, insan, doğada kendisini evinde hissetmeyen, cennetten kovulmuş gibi hissedebilen tek hayvandır; kendi varoluşu, kendisi için, çözmesi gereken ve kaçamadığı bir sorun olan tek hayvandır, însanlık-öncesinde geçerli olan doğayla uyum durumuna geri dönemez ve ileri doğru giderse nereye ulaşacağını bilmez. İnsanın var-oluşsal çelişkisinin doğurduğu sonuç sürekli bir denge bozukluğu durumudur. Bu denge bozukluğu, insanı, bir bakıma doğayla uyum içinde yaşayan hayvandan ayırır. Kuşkusuz bu, hayvanların ille de banş içinde ve mutlu bir yaşam sürdürdükleri anlamına gelmez; bunun anlamı, hayvanın, evrim süreci yoluyla bedensel ve zihinsel niteliklerinin uyarlandığı kendine özgü uygun yaşam çevresine sahip olduğudur, insanın varoluşsal, bundan dolayı da kaçınılmaz denge bozukluğu, insan, kültürünün de desteğiyle, varoluşsal sorunlarıyla başa çıkmanın az-çok yeterli bir yolunu bulduğu zaman göreceli olarak dengeye kavuşabilir. Ne var ki bu göreceli istikrar, ikilemin ortadan kalktığı anlamına gelmez; ikilem yalnızca edilgin durumda kalır ve bu göreceli istikrarın koşulları değişir değişmez açıkça ortaya çıkar.
Gerçekten, insanın kendini yaratma sürecinde bu göreceli istikrar yine bozulmuştur. İnsan, tarihi boyunca, çevresini değiştirir ve bu süreçte kendisini de değiştirir. Bilgisi artar, ama bilgisizliğine ilişkin bilinci de artar; kendisini, salt toplumun bir üyesi olarak değil, bir birey olarak duyumsar ve böylelikle, ayrılmışlık ve yalıtlanma duyumu artar. Güçlü önderlerin yön verdiği daha büyük ve daha etkili toplumsal birimler yaratır — ve kendisi korkak ve boyun eğici hale gelir. Bir miktar özgürlüğe ulaşır — ve bizzat bu özgürlükten korkar hale gelir. Maddi üretim yeteneği artar; ama süreç içinde açgözlü ve bencil birisi haline gelir, kendi yarattığı şeylerin kölesi olur.
Her yeni denge bozukluğu durumu, insanı yeni bir denge aramaya zorlar. Gerçekte, çoğu kez insanın ilerleme yönündeki doğuştan dürtüsü olarak görülen şey, onun yeni ve olanak varsa daha iyi bir denge bulmaya yönelik girişimidir.
Yeni denge biçimleri, kesinlikle dümdüz bir insan ilerlemesi çizgisi oluşturmaz. Tarihte sık sık, yeni başarılar geriye dönük gelişmelere yol açmıştır. İnsan çoğu kez, yeni bir çözüm bulmaya zorlandığı zaman, kendini kurtarmak zorunda kaldığı bir çıkmaz sokağa girer ve bu zamana kadarki tarihte bunu başarabilmiş olması gerçekten dikkate değerdir.
Bu düşünceler, insanın özünün ya da doğasının nasıl tanımlanacağı konusunda bir varsayım ortaya koymaktadır, insanın doğasının, sevgi, nefret, us, iyi ya da kötü gibi özgül bir nitelik bakımından değil, ancak insan varoluşunu karakterize eden ve kökenleri, kayıp içgüdülerle kendinin ayırdında olma arasındaki biyolojik ikilemde bulunan ternel çelişkiler bakımından tanımlanabileceğini öneriyorum. İnsanın varoluşsal çatışması, bütün insanlarda ortak olan belli ruhsal gereksinmeler üretir, insan, ayrılmışlığın, güçsüzlüğün ve yitikliğin dehşetini alt etmeye, kendisini dünyaya bağlayacak ve kendini yuvasında hissetmesini sağlayacak yeni biçimler bulmaya zorlanır. Bu ruhsal gereksinmeleri vaıoluşsal gereksinmeler olarak adlandırdım, çünkü bunların kökeni bizzat insan varoluşunda bulunmaktadır. Bu gereksinmeler bütün insanlarca paylaşılır ve organik dürtülerin yerine getirilmesi, insanın canlı kalması bakımından ne denli zorunluysa, bunların yerine getirilmesi de insanın akıl sağlığını koruması bakımından o denli zorunludur. Ama bu gereksinmelerin her birisi, insanın içinde bulunduğu toplumsal koşul farklılıklarına göre değişen farklı biçimlerde giderilebilir. Varoluşsal gereksinmeleri gidermenin bu farklı biçimleri, sevgi, sevecenlik, adalet uğraşı, bağımsızlık, hakikat, nefret, sadistlik, mazoşistlik, yıkıcılık, özseverlik gibi tutkularda açığa çıkar. Bunları karakter-kökenli tutkular —ya da yalnızca insan tutkuları— olarak adlandırıyorum, çünkü bunlar insanın karakter'inâe bütünleşmiştir.
Daha ilerde karakter kavramı enine boyuna tartışılacağı için, burada şunu söylemek yeterli olacaktır: karakter, insanın kendisini insan ve doğa dünyasına bağlamasına aracılık eden ve bütün içgüdüsel olmayan uğraşlardan oluşmuş göreceli olarak sürekli sistemdir. Karakter, insanın kendinde bulunmayan hayvan içgüdülerinin yerine koyduğu bir sistem olarak anlaşılabilir; karakter insanın ikinci doğasıdır. Bütün insanlarda ortak olarak bulunan yönler, (deneyim aracılığıyla büyük ölçüde değiştirilebilir olmakla birlikte) organik dürtüleri ve varoluşsal gereksinmeleridir, insanlarda ortak olarak bulunmayan yönler, her birisinin karakterinde başat durumda bulunan tutku türleridir — karakter-kökenli tutkulardır. Karakter farklılığı, (kalıtımsal olarak kazanılmış yapılanmalar da karakterin oluşumunu etkilemekle birlikte) büyük ölçüde toplumsal koşullardaki farklılıktan ileri gelir. Bu nedenle, karakter-kökenli tutkular tarihsel bir sınıflama olarak, içgüdüler ise doğal bir sınıflama olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte, karakter-kökenli tutkular katıksız biçimde tarihsel bir sınıflama da değildir; çünkü toplumsal etki, ancak insan varoluşunun biyolojik olarak verili koşullan aracılığıyla işlerlik gösterebilir.
Artık insanın varoluşsal gereksinmelerini ye sırası gelince bu var-oluşsal gereksinmelere farklı yanıtlar oluşturan karakter-kökenli tutkuların çeşitlerini tartışmaya hazırız. Bu tartışmaya başlamadan önce, geriye dönüp yöntemle ilgili bir sorun ortaya atalım. Tarihöncesinin başlangıcında olabileceği biçimiyle insan zihninin «yeniden kurul-ma»sını önermiştim. Bu yönteme yöneltilen açık itiraz, bunun, ne türden olursa olsun hiçbir kanıtın gösterilemeyeceği —ya da öyle görünen— kuramsal bir yeniden-kurma olduğudur. Ne var ki, daha sonraki bulgularla doğrulanabilecek ya da yanlışlığı kanıtlanabilecek deneme niteliğinde bir varsayım için kanıttan bütün bütüne de yoksun değiliz.
Bu kanıtlar, esas olarak, belki de insanın ta yarım milyon yıl önce (Pekin insanı) tapımlara ve kuttörenlere sahip olduklarını ortaya koyan bulgulardır; sözünü ettiğimiz tapımlar ve kuttörenler, insanın ilgilerinin, maddi gereksinmelerini gidermenin ötesine geçtiğini gözler önüne sermektedir. (O zamanlar birbirinden ayrılamayan) tarihöncesi din ve sanatın tarihi, ilkel insanın zihniyetinin incelenmesi için ana kaynaktır. Açıktır ki, bu incelemenin bağlamı içersinde bu çok geniş ve henüz tartışmalı bölgeye giremem. Vurgulamak istediğim, ilkel tapımlar ve kuttörenler konusunda henüz bulunmamış veriler kadar, bugün elimizde bulunan veriler de tarihöncesi insanın zihniyetlerinin niteliğini açığa çıkarmayacaktır; bu zihniyetleri çözebilmemizi sağlayan bir anahtara sahip olmadıkça buna olanak yoktur. Benim inancıma göre, bu anahtar bizim kendi zihniyetimizdir. Bilinçli düşüncelerimiz değil, bilinçaltımıza gömülen ama yine de her kültürden bütün insanların sahip oldukları deneysel bir öz olan düşünce ve duygu öğeleridir; kısacası bu, insanın «birincil insan deneyimi» olarak adlandırmak istediğim şeydir. Bu birincil insan deneyiminin kendisi de insanın varoluşsal durumundan kaynaklanır. Bu yüzden bütün insanlarda ortaktır ve ırksal olarak devralınmış bir şey gibi açıklanması gerekmez.
insanın yaşamı, türünün yaşam kalıbı yinelenerek yaşanamaz; o yaşamak zorundadır, insan, doğada kendisini evinde hissetmeyen, cennetten kovulmuş gibi hissedebilen tek hayvandır; kendi varoluşu, kendisi için, çözmesi gereken ve kaçamadığı bir sorun olan tek hayvandır, însanlık-öncesinde geçerli olan doğayla uyum durumuna geri dönemez ve ileri doğru giderse nereye ulaşacağını bilmez. İnsanın var-oluşsal çelişkisinin doğurduğu sonuç sürekli bir denge bozukluğu durumudur. Bu denge bozukluğu, insanı, bir bakıma doğayla uyum içinde yaşayan hayvandan ayırır. Kuşkusuz bu, hayvanların ille de banş içinde ve mutlu bir yaşam sürdürdükleri anlamına gelmez; bunun anlamı, hayvanın, evrim süreci yoluyla bedensel ve zihinsel niteliklerinin uyarlandığı kendine özgü uygun yaşam çevresine sahip olduğudur, insanın varoluşsal, bundan dolayı da kaçınılmaz denge bozukluğu, insan, kültürünün de desteğiyle, varoluşsal sorunlarıyla başa çıkmanın az-çok yeterli bir yolunu bulduğu zaman göreceli olarak dengeye kavuşabilir. Ne var ki bu göreceli istikrar, ikilemin ortadan kalktığı anlamına gelmez; ikilem yalnızca edilgin durumda kalır ve bu göreceli istikrarın koşulları değişir değişmez açıkça ortaya çıkar.
Gerçekten, insanın kendini yaratma sürecinde bu göreceli istikrar yine bozulmuştur. İnsan, tarihi boyunca, çevresini değiştirir ve bu süreçte kendisini de değiştirir. Bilgisi artar, ama bilgisizliğine ilişkin bilinci de artar; kendisini, salt toplumun bir üyesi olarak değil, bir birey olarak duyumsar ve böylelikle, ayrılmışlık ve yalıtlanma duyumu artar. Güçlü önderlerin yön verdiği daha büyük ve daha etkili toplumsal birimler yaratır — ve kendisi korkak ve boyun eğici hale gelir. Bir miktar özgürlüğe ulaşır — ve bizzat bu özgürlükten korkar hale gelir. Maddi üretim yeteneği artar; ama süreç içinde açgözlü ve bencil birisi haline gelir, kendi yarattığı şeylerin kölesi olur.
Her yeni denge bozukluğu durumu, insanı yeni bir denge aramaya zorlar. Gerçekte, çoğu kez insanın ilerleme yönündeki doğuştan dürtüsü olarak görülen şey, onun yeni ve olanak varsa daha iyi bir denge bulmaya yönelik girişimidir.
Yeni denge biçimleri, kesinlikle dümdüz bir insan ilerlemesi çizgisi oluşturmaz. Tarihte sık sık, yeni başarılar geriye dönük gelişmelere yol açmıştır. İnsan çoğu kez, yeni bir çözüm bulmaya zorlandığı zaman, kendini kurtarmak zorunda kaldığı bir çıkmaz sokağa girer ve bu zamana kadarki tarihte bunu başarabilmiş olması gerçekten dikkate değerdir.
Bu düşünceler, insanın özünün ya da doğasının nasıl tanımlanacağı konusunda bir varsayım ortaya koymaktadır, insanın doğasının, sevgi, nefret, us, iyi ya da kötü gibi özgül bir nitelik bakımından değil, ancak insan varoluşunu karakterize eden ve kökenleri, kayıp içgüdülerle kendinin ayırdında olma arasındaki biyolojik ikilemde bulunan ternel çelişkiler bakımından tanımlanabileceğini öneriyorum. İnsanın varoluşsal çatışması, bütün insanlarda ortak olan belli ruhsal gereksinmeler üretir, insan, ayrılmışlığın, güçsüzlüğün ve yitikliğin dehşetini alt etmeye, kendisini dünyaya bağlayacak ve kendini yuvasında hissetmesini sağlayacak yeni biçimler bulmaya zorlanır. Bu ruhsal gereksinmeleri vaıoluşsal gereksinmeler olarak adlandırdım, çünkü bunların kökeni bizzat insan varoluşunda bulunmaktadır. Bu gereksinmeler bütün insanlarca paylaşılır ve organik dürtülerin yerine getirilmesi, insanın canlı kalması bakımından ne denli zorunluysa, bunların yerine getirilmesi de insanın akıl sağlığını koruması bakımından o denli zorunludur. Ama bu gereksinmelerin her birisi, insanın içinde bulunduğu toplumsal koşul farklılıklarına göre değişen farklı biçimlerde giderilebilir. Varoluşsal gereksinmeleri gidermenin bu farklı biçimleri, sevgi, sevecenlik, adalet uğraşı, bağımsızlık, hakikat, nefret, sadistlik, mazoşistlik, yıkıcılık, özseverlik gibi tutkularda açığa çıkar. Bunları karakter-kökenli tutkular —ya da yalnızca insan tutkuları— olarak adlandırıyorum, çünkü bunlar insanın karakter'inâe bütünleşmiştir.
Daha ilerde karakter kavramı enine boyuna tartışılacağı için, burada şunu söylemek yeterli olacaktır: karakter, insanın kendisini insan ve doğa dünyasına bağlamasına aracılık eden ve bütün içgüdüsel olmayan uğraşlardan oluşmuş göreceli olarak sürekli sistemdir. Karakter, insanın kendinde bulunmayan hayvan içgüdülerinin yerine koyduğu bir sistem olarak anlaşılabilir; karakter insanın ikinci doğasıdır. Bütün insanlarda ortak olarak bulunan yönler, (deneyim aracılığıyla büyük ölçüde değiştirilebilir olmakla birlikte) organik dürtüleri ve varoluşsal gereksinmeleridir, insanlarda ortak olarak bulunmayan yönler, her birisinin karakterinde başat durumda bulunan tutku türleridir — karakter-kökenli tutkulardır. Karakter farklılığı, (kalıtımsal olarak kazanılmış yapılanmalar da karakterin oluşumunu etkilemekle birlikte) büyük ölçüde toplumsal koşullardaki farklılıktan ileri gelir. Bu nedenle, karakter-kökenli tutkular tarihsel bir sınıflama olarak, içgüdüler ise doğal bir sınıflama olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte, karakter-kökenli tutkular katıksız biçimde tarihsel bir sınıflama da değildir; çünkü toplumsal etki, ancak insan varoluşunun biyolojik olarak verili koşullan aracılığıyla işlerlik gösterebilir.
Artık insanın varoluşsal gereksinmelerini ye sırası gelince bu var-oluşsal gereksinmelere farklı yanıtlar oluşturan karakter-kökenli tutkuların çeşitlerini tartışmaya hazırız. Bu tartışmaya başlamadan önce, geriye dönüp yöntemle ilgili bir sorun ortaya atalım. Tarihöncesinin başlangıcında olabileceği biçimiyle insan zihninin «yeniden kurul-ma»sını önermiştim. Bu yönteme yöneltilen açık itiraz, bunun, ne türden olursa olsun hiçbir kanıtın gösterilemeyeceği —ya da öyle görünen— kuramsal bir yeniden-kurma olduğudur. Ne var ki, daha sonraki bulgularla doğrulanabilecek ya da yanlışlığı kanıtlanabilecek deneme niteliğinde bir varsayım için kanıttan bütün bütüne de yoksun değiliz.
Bu kanıtlar, esas olarak, belki de insanın ta yarım milyon yıl önce (Pekin insanı) tapımlara ve kuttörenlere sahip olduklarını ortaya koyan bulgulardır; sözünü ettiğimiz tapımlar ve kuttörenler, insanın ilgilerinin, maddi gereksinmelerini gidermenin ötesine geçtiğini gözler önüne sermektedir. (O zamanlar birbirinden ayrılamayan) tarihöncesi din ve sanatın tarihi, ilkel insanın zihniyetinin incelenmesi için ana kaynaktır. Açıktır ki, bu incelemenin bağlamı içersinde bu çok geniş ve henüz tartışmalı bölgeye giremem. Vurgulamak istediğim, ilkel tapımlar ve kuttörenler konusunda henüz bulunmamış veriler kadar, bugün elimizde bulunan veriler de tarihöncesi insanın zihniyetlerinin niteliğini açığa çıkarmayacaktır; bu zihniyetleri çözebilmemizi sağlayan bir anahtara sahip olmadıkça buna olanak yoktur. Benim inancıma göre, bu anahtar bizim kendi zihniyetimizdir. Bilinçli düşüncelerimiz değil, bilinçaltımıza gömülen ama yine de her kültürden bütün insanların sahip oldukları deneysel bir öz olan düşünce ve duygu öğeleridir; kısacası bu, insanın «birincil insan deneyimi» olarak adlandırmak istediğim şeydir. Bu birincil insan deneyiminin kendisi de insanın varoluşsal durumundan kaynaklanır. Bu yüzden bütün insanlarda ortaktır ve ırksal olarak devralınmış bir şey gibi açıklanması gerekmez.