Metafizik Kavramı, anlamı ve içerigi üzerine - Bölüm A - 3
|
İlk felsefe olarak metafizik, evrenin en yüksek, ilk ve en genel ilkelerini araştırmaktadır. Evrene ilişkin bilgi verme gayretinde olan bütün diğer bilimler, en yüksek prensipleri araştıran bu ilk felsefenin altında yer almaktadırlar. Metafizik, tek tek bilimlerin yaptığı gibi varlığın belli bir alanını konu edinmek yerine varlığın kendisine ilişkin prensipleri araştırmakta, varlığı ne ise o olarak ele almaktadır.
Aristoteles açısından metafizik, fiziki olan hakkında ortaya konulacak teorinin öncesinde yer alıp onun temellerini oluşturacak bilginin elde edilmesine yönelik bir soruşturmadır. Bu durumda olgulara yönelik fizik araştırması, bir yerden sonra metafizik soruşturmaya doğru yönelmektedir. Çünkü metafizik keşfedilmeksizin ortaya konan bir fizik havada kalmış, eksik bir uğraşı olacaktır. Aristoteles’in soruşturması fizik olandan başlamaktadır. Fakat fizik olan hakkında köklü bir bilgi edinme, bizi onun doğasına ilişkin metafizik bir soruşturmaya yönlendirmektedir.
Metafiziğin deneyimlediğimiz gerçekliğin ötesinde olan şeye ilişkin savları o metafizik sistemin içinde değerlendirilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, her metafizik sistemi kendi içinde tutarlıdır. Bu durumda kimi zaman birbiri ile çelişen metafiziklerin savlarından gerçekte hangisinin doğru olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır.
Kant’taki biçimi ile eleştirel anlayış metafiziklere kendi sistemleri içinden değil, metafizik dışı bir yapıdan, insanın bilmesinin meşru alanını belirleme çalışmasından yaklaşmaktadır. İnsanın meşru bilme alanı bir kez belirlendiğinde, metafiziğin olanaklı olup olmadığı, eğer olanaklı ise kapsamının ne olduğu açıkça ortaya konabilecektir. Hume, meşru bilgimizin sınırlarını ortaya koyma çabası sonucunda iki bilgi alanı belirlemiştir. Bunlardan ilki, bilimlerin soruşturma yetkisine giren olgu sorunları ve matematiğin alanı olan ide bağıntılarıdır.
İde bağıntılarını dile getiren önermeler, olgular hakkında hiçbir şey söylemezler. Onlar sadece, konu edindikleri kavramda örtük olarak bulunan şeyi ifade ederler. Diğer yandan hiçbir olumsallığa yer vermeyecek biçimde kesindirler. Çünkü onlar çelişmezlik ilkesinin bir tezahürüdürler ve karşıtlarının düşünülmesi çelişkiye yol açar. Kant’ın daha sonra analitik önermeler olarak nitelendireceği bu tür ifadelerin bilgi verici ifadeler oldukları söylenemez. Çünkü onlar kavramda zaten ayırt edilmiş bulunan bir şeyin önermede tekrar edilmesi anlamında totolojiktirler.
Olgu sorunlarını dile getiren ifadeler ise duyu deneyimlerine dayanan, gerçekliğe ilişkin, olumsal önermelerdir. Bunlar konu edinilmiş kavramda önceden ayırt edilmiş olmayan bir şeyi ifade eden önermelerdir. Bu tür ifadelerin bilgi bakımından değeri, onların deneyimden elde edilmiş olmaları ile ilişkilidir. Onlar olgulara ilişkin ifadeler olduklarından, doğrulanma olanakları da olgular ile karşılaştırılarak sağlanır. Çelişiği olan ifadeler de kendileri kadar doğru olabildiğinden dolayı bunlar, zorunlu bir doğruluğu dile getirmezler. Olgu sorunlarını dile getiren önermeler, kesin değil fakat olası bir doğruluk taşırlar.
Hume, matematiğin ide bağıntılarını, ampirik bilimlerin olgu sorunlarını dile getiren önermelerinin bilgi bakımından meşru ya da anlamlı olduğunu, bunların dışında kalan önermelerin ise anlamsız olduğunu öne sürmektedir. Metafiziğin ifadeleri ise ne ide bağıntılarını ne de olgu sorunlarını dile getirmektedir. Bu durumda metafizik ifadelerin ne bilgi bakımından meşruluğu söz konusudur ne de bir anlam içermektedirler. Söz gelimi, metafizikçilerin sıklıkla başvurdukları töz, madde, gerçeklik gibi kavramlar Hume’un ortaya koymuş olduğu bu ampirik ölçüt açısından anlamsızdırlar. Çünkü bunlar ne duyu deneyimlerine ilişkin ifadeler ne de matematiksel kavramlardır.
Metafiziğin temel konularından birisi olan, fizik dünyanın ötesinde olduğu varsayılan nihai gerçeklik, bizim meşru bilmemizin sınırını aşmaktadır. Dolayısıyla bu alanla ilgili öne sürülen savların ne doğru ne de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Metafiziğin kavramlarının deneyimimize konu olmak bakımından hiçbir anlamı yoktur.
İnsan bilgisinin tek meşru kaynağı izlenimlerdir. Bu durumda bir terimin anlamlı olup olmadığının soruşturulması, o terimin hangi izlenimden türetildiği sorusu dâhilinde yürütülmelidir. Eğer kullanılan terime karşılık gelecek bir izlenim verilemiyorsa, terim anlam taşımıyor demektir. Metafizik problemlere yapılacak bu türden köklü bir analiz, bunların anlamdan yoksun ve dolayısıyla çözümsüz olduklarını gösterecektir.
Özetle toparlamak gerekirse Metafiziğin felsefenin varlığın mahiyetine ilişkin sorgulamanın yapıldığı temel alan olması, Aristoteles’in felsefesinden sonra adını alması ve Hume, Kant ile beraber değişikliğe uğradığı görülmektedir. Varlığın özünü bilme uğraşısı olarak ele alındığında metafizik, fizik ötesini tanıma çabası olarak da anlaşılabilir. Görünür olan varlığın özünden bahsettiğimizde, fizik dünyanın ötesinde olan bir şeye yönelmiş oluruz. Amaç; görünür varlığın ötesindeki, nihai gerçekliğe ulaşmaktır. Burada yöntem ise görünürde olanın eleştirel bir incelemeye tabi tutulması yolu ile onun ötesinin bilgisine ulaşmaktır.
Aristoteles açısından metafizik, fiziki olan hakkında ortaya konulacak teorinin öncesinde yer alıp onun temellerini oluşturacak bilginin elde edilmesine yönelik bir soruşturmadır. Bu durumda olgulara yönelik fizik araştırması, bir yerden sonra metafizik soruşturmaya doğru yönelmektedir. Çünkü metafizik keşfedilmeksizin ortaya konan bir fizik havada kalmış, eksik bir uğraşı olacaktır. Aristoteles’in soruşturması fizik olandan başlamaktadır. Fakat fizik olan hakkında köklü bir bilgi edinme, bizi onun doğasına ilişkin metafizik bir soruşturmaya yönlendirmektedir.
Metafiziğin deneyimlediğimiz gerçekliğin ötesinde olan şeye ilişkin savları o metafizik sistemin içinde değerlendirilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, her metafizik sistemi kendi içinde tutarlıdır. Bu durumda kimi zaman birbiri ile çelişen metafiziklerin savlarından gerçekte hangisinin doğru olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır.
Kant’taki biçimi ile eleştirel anlayış metafiziklere kendi sistemleri içinden değil, metafizik dışı bir yapıdan, insanın bilmesinin meşru alanını belirleme çalışmasından yaklaşmaktadır. İnsanın meşru bilme alanı bir kez belirlendiğinde, metafiziğin olanaklı olup olmadığı, eğer olanaklı ise kapsamının ne olduğu açıkça ortaya konabilecektir. Hume, meşru bilgimizin sınırlarını ortaya koyma çabası sonucunda iki bilgi alanı belirlemiştir. Bunlardan ilki, bilimlerin soruşturma yetkisine giren olgu sorunları ve matematiğin alanı olan ide bağıntılarıdır.
İde bağıntılarını dile getiren önermeler, olgular hakkında hiçbir şey söylemezler. Onlar sadece, konu edindikleri kavramda örtük olarak bulunan şeyi ifade ederler. Diğer yandan hiçbir olumsallığa yer vermeyecek biçimde kesindirler. Çünkü onlar çelişmezlik ilkesinin bir tezahürüdürler ve karşıtlarının düşünülmesi çelişkiye yol açar. Kant’ın daha sonra analitik önermeler olarak nitelendireceği bu tür ifadelerin bilgi verici ifadeler oldukları söylenemez. Çünkü onlar kavramda zaten ayırt edilmiş bulunan bir şeyin önermede tekrar edilmesi anlamında totolojiktirler.
Olgu sorunlarını dile getiren ifadeler ise duyu deneyimlerine dayanan, gerçekliğe ilişkin, olumsal önermelerdir. Bunlar konu edinilmiş kavramda önceden ayırt edilmiş olmayan bir şeyi ifade eden önermelerdir. Bu tür ifadelerin bilgi bakımından değeri, onların deneyimden elde edilmiş olmaları ile ilişkilidir. Onlar olgulara ilişkin ifadeler olduklarından, doğrulanma olanakları da olgular ile karşılaştırılarak sağlanır. Çelişiği olan ifadeler de kendileri kadar doğru olabildiğinden dolayı bunlar, zorunlu bir doğruluğu dile getirmezler. Olgu sorunlarını dile getiren önermeler, kesin değil fakat olası bir doğruluk taşırlar.
Hume, matematiğin ide bağıntılarını, ampirik bilimlerin olgu sorunlarını dile getiren önermelerinin bilgi bakımından meşru ya da anlamlı olduğunu, bunların dışında kalan önermelerin ise anlamsız olduğunu öne sürmektedir. Metafiziğin ifadeleri ise ne ide bağıntılarını ne de olgu sorunlarını dile getirmektedir. Bu durumda metafizik ifadelerin ne bilgi bakımından meşruluğu söz konusudur ne de bir anlam içermektedirler. Söz gelimi, metafizikçilerin sıklıkla başvurdukları töz, madde, gerçeklik gibi kavramlar Hume’un ortaya koymuş olduğu bu ampirik ölçüt açısından anlamsızdırlar. Çünkü bunlar ne duyu deneyimlerine ilişkin ifadeler ne de matematiksel kavramlardır.
Metafiziğin temel konularından birisi olan, fizik dünyanın ötesinde olduğu varsayılan nihai gerçeklik, bizim meşru bilmemizin sınırını aşmaktadır. Dolayısıyla bu alanla ilgili öne sürülen savların ne doğru ne de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Metafiziğin kavramlarının deneyimimize konu olmak bakımından hiçbir anlamı yoktur.
İnsan bilgisinin tek meşru kaynağı izlenimlerdir. Bu durumda bir terimin anlamlı olup olmadığının soruşturulması, o terimin hangi izlenimden türetildiği sorusu dâhilinde yürütülmelidir. Eğer kullanılan terime karşılık gelecek bir izlenim verilemiyorsa, terim anlam taşımıyor demektir. Metafizik problemlere yapılacak bu türden köklü bir analiz, bunların anlamdan yoksun ve dolayısıyla çözümsüz olduklarını gösterecektir.
Özetle toparlamak gerekirse Metafiziğin felsefenin varlığın mahiyetine ilişkin sorgulamanın yapıldığı temel alan olması, Aristoteles’in felsefesinden sonra adını alması ve Hume, Kant ile beraber değişikliğe uğradığı görülmektedir. Varlığın özünü bilme uğraşısı olarak ele alındığında metafizik, fizik ötesini tanıma çabası olarak da anlaşılabilir. Görünür olan varlığın özünden bahsettiğimizde, fizik dünyanın ötesinde olan bir şeye yönelmiş oluruz. Amaç; görünür varlığın ötesindeki, nihai gerçekliğe ulaşmaktır. Burada yöntem ise görünürde olanın eleştirel bir incelemeye tabi tutulması yolu ile onun ötesinin bilgisine ulaşmaktır.