Gönül Almak
|
Alain (Émile-Auguste Chartier)
Öğrenilmesi gereken bir "yaşama sanatı"ndan söz açmıştım. Oraya şu kuralı koyardım; "Gönül almak". Oldukç sert mizaçlı olduğu halde sonradan huyunu değiştiren bir tanıdığım bana şu telkinde bulunmuştu: Bu tür bir kural ilk bakışta hayret uyandırır. Gönül almak; yalancı, koltukçu, dalkavuk olmak demek değil midir? Kuralı yanlış anlamayalım. Bizim kastettiğimiz, yalancılığa düşmeden ve bayağlaşmadan gönül almaktır. Ve bunu mümkün olduğu her durumda uygulamak gerekir. Hemen her zaman da olasıdır bu. Bir tatsız gerçeği, sinirli bir sesle, yüzümüz pancar kesilerek söylediğmiz zaman öfeye kapılıyoruz demektir; bu tedavi etmesini bilmediğimiz kısa bir hastalıktır; sonradan bu hareketimizi cesaret örneği gibi göstermeye kalkışmamız boşunadır; eğer hareketimiz sonucunda bizim için bir tehlike söz konusu değilse ve bu hareketi önceden tasarlayarak yapmış bulunmuyorsak, cesaret göstermiş olmamız pek kuşkuludur. Bundan şu ahlak kuralını çıkarıyorum: "Küstahlık edeceksen güçlü olana kaşı et." Ama gerçeği hiç sesini yükseltmeden söylemek, gerçek içinde de övülmeye değer olanı seçmek yeğdir.
Hemen her şeyde övülecek bir taraf vardır. Çünkü gerçek neden ve etkenler bizim için hep bir bilinmeyen olarak kalır ve kalleşlik yerine sağduyuya, ihtiyatlılık yerine dostluğa başvurmaktan bir zarar görmeyiz. Özellikle gençlerle ilişkilerinizde, tahminden öteye gitmeyen konularda her şeyi iyi yanından alın ve onlara kendilerini kötü göstermeyin; öyle olduklarına inanırlar, çok geçmeden de öyle olurlar; oysa yermek hemen hiçbir zaman işe yaramaz. Örneğin, karşınızdaki bir şairse, en iyi dizelerini anımsayın ve, ona okuyun; bir politikacıysa, yapmadığ kötülüklerden dolayı onu kutlayın.
Burada aklıma bir ana okulunda geçen olay geldi. İşi gücü yaramazlık etmek ve defterlerini karalamak olan minicik bir çocuk, bir gün, sayfanın üçte birini düzgün çizgilerle doldurmuştu. Öğretmen sıralar arasında dolaşıyor ve aferinler dağtıyordu; bunca zahmet pahasına doldurulmuş bu sayfayı görmeyince küçük afacan: "Vay anasını be!" dedi; ve bunu böylece, açık açık söyledi. (Okul yoksul bir mahalledeydi.) Bunun üerine öğetmen yanına geldi, hiçbir şey söylemeden çocuğa aferin verdi; övülen ödevdi, nezaket değil.
Ama bunlar güç durumlardır. Çoğu kez, insan, hiç tereddütsüz gülümseyip nazik ve övücü davranabilir. Bir kalabalıkta sizi biraz itiştirecek olsalar, buna gülüp geçmeyi adet edinin; gülmek, itiştirmenin etkisini yok eder, çünkü küçük bir öfkeye kapılan herkesin yüzü kızarır. Oysa böyle yaparak belki de büyük bir öfkeden, yani küçük bir hastalıktan kurtulmuş olacksınız.
Ben nezaketi böyle anlarım; bu, aşırı hareketlerimize karşılık bir beden eğtiminden ibarettir. Nazik olmak, her hareketiyle ve her sözle "kızmayalım, hayatın şu anını berbat etmeyelim" demektir. Bu, dini bir sevap duygusu mudur? Hayır. Oraya kadar varacak değilim; sevap işlemenin gizlendiği ve karşısındaki kşiyi küçük düşürdüğü olur. Gerçek nezaket, bütün ilişkileri tatlılaştıran bulaşıcı bir neşe var olur. Bu nezaket de asla öğetilemez. Kibarlar dünyası denilen çevrelerde ben nice kamburlaşmış sırtlar görmüşümdür; ama asla nazik bir insana rastlamadım.
Öğrenilmesi gereken bir "yaşama sanatı"ndan söz açmıştım. Oraya şu kuralı koyardım; "Gönül almak". Oldukç sert mizaçlı olduğu halde sonradan huyunu değiştiren bir tanıdığım bana şu telkinde bulunmuştu: Bu tür bir kural ilk bakışta hayret uyandırır. Gönül almak; yalancı, koltukçu, dalkavuk olmak demek değil midir? Kuralı yanlış anlamayalım. Bizim kastettiğimiz, yalancılığa düşmeden ve bayağlaşmadan gönül almaktır. Ve bunu mümkün olduğu her durumda uygulamak gerekir. Hemen her zaman da olasıdır bu. Bir tatsız gerçeği, sinirli bir sesle, yüzümüz pancar kesilerek söylediğmiz zaman öfeye kapılıyoruz demektir; bu tedavi etmesini bilmediğimiz kısa bir hastalıktır; sonradan bu hareketimizi cesaret örneği gibi göstermeye kalkışmamız boşunadır; eğer hareketimiz sonucunda bizim için bir tehlike söz konusu değilse ve bu hareketi önceden tasarlayarak yapmış bulunmuyorsak, cesaret göstermiş olmamız pek kuşkuludur. Bundan şu ahlak kuralını çıkarıyorum: "Küstahlık edeceksen güçlü olana kaşı et." Ama gerçeği hiç sesini yükseltmeden söylemek, gerçek içinde de övülmeye değer olanı seçmek yeğdir.
Hemen her şeyde övülecek bir taraf vardır. Çünkü gerçek neden ve etkenler bizim için hep bir bilinmeyen olarak kalır ve kalleşlik yerine sağduyuya, ihtiyatlılık yerine dostluğa başvurmaktan bir zarar görmeyiz. Özellikle gençlerle ilişkilerinizde, tahminden öteye gitmeyen konularda her şeyi iyi yanından alın ve onlara kendilerini kötü göstermeyin; öyle olduklarına inanırlar, çok geçmeden de öyle olurlar; oysa yermek hemen hiçbir zaman işe yaramaz. Örneğin, karşınızdaki bir şairse, en iyi dizelerini anımsayın ve, ona okuyun; bir politikacıysa, yapmadığ kötülüklerden dolayı onu kutlayın.
Burada aklıma bir ana okulunda geçen olay geldi. İşi gücü yaramazlık etmek ve defterlerini karalamak olan minicik bir çocuk, bir gün, sayfanın üçte birini düzgün çizgilerle doldurmuştu. Öğretmen sıralar arasında dolaşıyor ve aferinler dağtıyordu; bunca zahmet pahasına doldurulmuş bu sayfayı görmeyince küçük afacan: "Vay anasını be!" dedi; ve bunu böylece, açık açık söyledi. (Okul yoksul bir mahalledeydi.) Bunun üerine öğetmen yanına geldi, hiçbir şey söylemeden çocuğa aferin verdi; övülen ödevdi, nezaket değil.
Ama bunlar güç durumlardır. Çoğu kez, insan, hiç tereddütsüz gülümseyip nazik ve övücü davranabilir. Bir kalabalıkta sizi biraz itiştirecek olsalar, buna gülüp geçmeyi adet edinin; gülmek, itiştirmenin etkisini yok eder, çünkü küçük bir öfkeye kapılan herkesin yüzü kızarır. Oysa böyle yaparak belki de büyük bir öfkeden, yani küçük bir hastalıktan kurtulmuş olacksınız.
Ben nezaketi böyle anlarım; bu, aşırı hareketlerimize karşılık bir beden eğtiminden ibarettir. Nazik olmak, her hareketiyle ve her sözle "kızmayalım, hayatın şu anını berbat etmeyelim" demektir. Bu, dini bir sevap duygusu mudur? Hayır. Oraya kadar varacak değilim; sevap işlemenin gizlendiği ve karşısındaki kşiyi küçük düşürdüğü olur. Gerçek nezaket, bütün ilişkileri tatlılaştıran bulaşıcı bir neşe var olur. Bu nezaket de asla öğetilemez. Kibarlar dünyası denilen çevrelerde ben nice kamburlaşmış sırtlar görmüşümdür; ama asla nazik bir insana rastlamadım.