Felsefe Bağlamında Düşünmenin Serüveni - 1
|
Betül Çotuksöken
'İnsanın en belirgin niteliği, özgül ayrımı nedir?' sorusu Antikçağdan günümüze değin düşünenleri uğraştırmıştır, İnsanın özünü belirleme çabalarında onun bir akıl varlığı olduğu, konuşan bir varlık olduğu, toplumsal-siyasal bir varlık olduğu, araçlar üreten ve bunları kullanan bir varlık olduğu, simgeler (semboller) yaratan bir varlık olduğu türünden belirlenimler birbirini izlemiştir. 'İnsanı insan yapan nedir?' sorusu öylesine önemsenmiştir ki, bu soruya verilen yanıt başka türden sorulara verilecek yanıtların da temelidir, esasıdır denmiştir.
İnsanı belirlemek üzere önerilen bu yaklaşım denemelerinin ortak bir yanı var mıdır diye sorulabilir. Bütün bu belirlemelerin ortak temeli nedir diye bir soru sormak olanaklıdır. Akıl varlığı olma, konuşma, araç yapma, simgeler yaratma gibi bir bakıma değerlendirmelerin temelde 'düşünme' adı verilen bir etkinlikte asıl dayanaklarını bulduğunu ileri sürmek pek yanlış olmasa gerek. Araç yapma, simgeler oluşturma, bir toplum içinde başka bireylerle bağlantı kurma, iletişim kurma, konuşma temelde düşünmeyi gerektiren etkinliklerdir. Öyleyse insan daha baştan, düşünen ve düşündüklerini dile dökerek, başka deyişle düşünce haline getirerek, bir yandan kendisi için, öte yandan da diğer toplum bireyleri için anlaşılır kılmaya çalışan bir varlık olarak kendini sunar. İnsan düşündüklerini başkalarına ya dilsel olarak ya da eylemler, davranışlar kılığına büründürerek iletmeye çalışır.
Düşünme insanın günlük yaşamında, eylem dünyasında genellikle davranışlara yansıyarak kendini gösterdiği gibi, bilgi alanında da çeşitli biçimlerde kendini sunar. Her düşünme eylemi bir şey'e bir nesneye, bir tür varolana ilişkindir. İnsan düşündüğünde -ki bu ruhbilimsel yönden farkında olunsun ya da olunmasın hep sürüp giden, gerçekleştirilen bir etkinliktir- mutlaka bir şeyi, bir olayı, bir yapıyı, bir olup biteni, olmakta olanı düşünür ve bu düşünmenin ürünü olan düşünceler çok çeşitli niteliklerde kendilerini ortaya koyarlar. Bu etkinlikler sonucu kısaca bilim, sanat, felsefe adı verilen yapılar ortaya çıkar.
Ancak böyle bir ayrışma başlangıçlarda, Antikçağın başlangıç dönemlerinde tam anlamıyla belirgin değildi. Ama bir süre sonra, insanlar elde ettikleri bilgisel içerikleri sınıflandırmayı, onları sahip oldukları özgül ayrımlara göre birbirinden ayırmayı denediler. Çünkü düşünen varlık aynı zamanda sürekli olarak sınıflandırmalar yapar; karşılaştığı nesneleri benzerliklerine ve ayrılıklarına göre belli öbekler halinde birbirinden ayırmaya çalışan bir varlıktır insan. Öyleyse elde edilen bilgiler de bu sınıflandırma işlemine tabi tutulmalıydı. O yıllarda henüz bizim anladığımız anlamda "bilim" sözü geçmiyordu. Bilim yerine kullanılan sözcük felsefeydi; felsefe; bilim, bilgi sevgisi anlamına geliyordu ve bilginin üzerinde düşünenler, filozoflar, bilgiyi sevenler; işte felsefeyi çeşitli bölümlere ayırıyorlardı; çünkü felsefe her şeyi kucaklıyordu. Felsefe hem dış-dünyayı (doğayı), hem düşünmenin yapısını, neliğini (mantık-psikoloji) hem eylem alanını, insanlararası ilişkilerin neliğini, niteliğini (ahlak alanını) hem de yaratma etkinliğinin söz konusu olduğu sanat alanını araştıran, inceleyen çok yönlü bir bilgisel etkinlik olarak kendini gösteriyordu.
Hiç kuşkusuz filozoflar, birer doğa filozofu olarak ilkin dış dünyanın, doğanın ana yapısının ne olduğunu araştırmaya çalıştılar. Evrenin, doğanın ana maddesi temel taşıyıcısı neydi?
Bildiğiniz gibi, bu yapıyı 'su', 'apeiron', 'hava', 'toprak', 'ateş' gibi öğelerle belirlemeye çalıştılar. Ancak bir süre sonra; insana ve insan dünyasına, doğrudan insan eylemlerinin incelenmesine tüm düşünsel eylemlerini adadılar.
Tarihsel, toplumsal yapıların evrimiyle, yeni toplumsal yapıların belirmesiyle, felsefedeki birtakım yeni gelişmelerle de birlikte kendi bireysel öznelerinin belirleyiciliğini uzunca bir süre mutlak, yetkin bir öznenin belirleyiciliğine bıraktılar. Tektanrıcı dinlerle, onların içerdiği yeni düşünüş-inanış biçimleriyle olup bitene bakmaya başladılar. Kısaca dile getirdiğim bu özellikler Ortaçağa özgüydü.
Fakat içten içe başka oluşumlar da gözleniyordu. İdeal yapı ve tasarımlara, 'sözün' bağlayıcılığına büyük önem vermenin yanı sıra, dış dünyada bulunanın, tekil, bireysel yapıların en büyük değeri taşıdığı savı gün geçtikçe değer kazanıyordu. Ayrıca, doğanın, salt doğa olarak kendinde bir değer taşıdığı, doğanın anlaşılması, bilinmesi ve giderek de ona egemen olunması gerektiği savı öne geçiyordu. Böylelikle felsefenin, bilimin, dinin alanları ayrışma noktasına geliyordu.
Renaissance'ın başlangıç yıllarıydı artık. Antikçağla olan ilgileri -sanıldığının ötesinde- hiç kopmamış olan Avrupalılar hem doğayı yeniden keşfediyor hem Antikçağ kültür öğelerine yeni bir gözle bakıyor hem de artık 'bilim' adı verilen yeni bir düşünme biçimiyle doğanın, varolanın, olup bitenin kendisine yönetiyorlardı.
İngiliz devlet adamı ve filozofu Francis Bacon (1561-1626) artık yepyeni bir düşünüş biçimini öne çıkarıyor, genelden, tümelden özele değil; tam tersine, özel olandan aşamalı bir düşünme modeliyle genel olana gidilmesi gereği üzerinde duruyordu. Bireyin, düşünmenin rolü öne çıkıyor; düşünme inanmanın, imanın önüne geçmeye başlıyordu yavaş yavaş ya da dinsel inançlar insanların vicdanlarında sadece yer almaya başlarken bağımsız düşünmenin rolü, önemi artıyordu. Fransız filozofu Descartes (1596-1654), düşünen beni, düşünmeyi varolmak için düşünmekten başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ben'i tamamen öne çıkarıyor ve hatta asıl varolmayı ona yüklüyordu: "Düşünüyorum öyleyse varım" diyordu ünlü cümlesinde.
İnsan ve insanın üzerinde yaşadığı 'bu dünya' laikleşme sürecinde büyük önem kazanıyordu. Akıl ile inancın, bağımsız düşünme ile dinsel dogmaların ışığı altında düşünmenin sınırları iyice birbirinden ayrılıyordu. Kesinlik, .mutlak bilgi arayışları kendilerine artık matematik, mekanik gibi bilgileri temel alıyorlardı. Her bilgi açık-seçik olmalıydı. Descartes Yöntem Üzerine Konuşmada yeni yöntemin esaslarını dört ana noktada gözler önüne sermeyi amaçlıyordu: Açık seçik bilgiler elde etme; bir bilgiyi en temel öğelerine kadar ayırma, çözümleme; çözümlenmiş bu yapılardan bireşime, senteze varma ve son olarak da bilgilerin unutulmasına engel olmak için onları sık sık denetleme ve sayma.
Descartes ve çağdaşlarında, XVIII. yy'ı hazırlayan filozoflarda, en iyi örnekler olarak Spinoza (1632-1677) ve Leibniz'de (1646-1716), akılla ilgili belirlemeler, hatta akıl alanı içinde kalarak doğruya, hakikatin bilgisine ulaşma çabalan doruğuna ulaşmıştır.
Ancak bilgide deneyin rolünü de ön plana çıkarmayı amaçlayanların etkisiyle -ve giderek düşünme gücünün eleştirilmesiyle birlikte- aklın eleştirildiği, sınırlarının çizildiği hem de her türlü vesayetten, bağımlılıktan kurtarıldığı bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemin adı Aydınlanmadır. Aydınlanma çağı Avrupa'da ortaya çıktığı yörelerde birçok farklılıklar içermekle birlikte yine de bağımsız düşünmenin en çok önem kazandığı ve bunun 'felsefece' en yoğun biçimde temellendirildiği bir dönemdir. Aydınlanma çağının en önemli, en yapıcı filozofu Immanuel Kant'tır (1724-1804).
Kant'ın "Aydınlanma Nedir?" (1784) sorusuna yanıt yazısı son derece ilginçtir; günümüz için bile yol gösterici bir iletiyi, rnesajı içinde taşımaktadır: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmağıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! (Yüreklice düşün). Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanma'nın parolası olmaktadır." (Çeviren N.Bozkurt Seçilmiş Yazılar Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 213)
İnsanın kendi aklına göre düşünmesi, kendi ben'ine sahip çıkması tüm aydınlanma düşüncesinin temel niteliği, başka deyişle özgül ayrımı olmuştur. Bu, empirik ben'in mutlak ben karşısında bağımsızlaşmasıdır.
'İnsanın en belirgin niteliği, özgül ayrımı nedir?' sorusu Antikçağdan günümüze değin düşünenleri uğraştırmıştır, İnsanın özünü belirleme çabalarında onun bir akıl varlığı olduğu, konuşan bir varlık olduğu, toplumsal-siyasal bir varlık olduğu, araçlar üreten ve bunları kullanan bir varlık olduğu, simgeler (semboller) yaratan bir varlık olduğu türünden belirlenimler birbirini izlemiştir. 'İnsanı insan yapan nedir?' sorusu öylesine önemsenmiştir ki, bu soruya verilen yanıt başka türden sorulara verilecek yanıtların da temelidir, esasıdır denmiştir.
İnsanı belirlemek üzere önerilen bu yaklaşım denemelerinin ortak bir yanı var mıdır diye sorulabilir. Bütün bu belirlemelerin ortak temeli nedir diye bir soru sormak olanaklıdır. Akıl varlığı olma, konuşma, araç yapma, simgeler yaratma gibi bir bakıma değerlendirmelerin temelde 'düşünme' adı verilen bir etkinlikte asıl dayanaklarını bulduğunu ileri sürmek pek yanlış olmasa gerek. Araç yapma, simgeler oluşturma, bir toplum içinde başka bireylerle bağlantı kurma, iletişim kurma, konuşma temelde düşünmeyi gerektiren etkinliklerdir. Öyleyse insan daha baştan, düşünen ve düşündüklerini dile dökerek, başka deyişle düşünce haline getirerek, bir yandan kendisi için, öte yandan da diğer toplum bireyleri için anlaşılır kılmaya çalışan bir varlık olarak kendini sunar. İnsan düşündüklerini başkalarına ya dilsel olarak ya da eylemler, davranışlar kılığına büründürerek iletmeye çalışır.
Düşünme insanın günlük yaşamında, eylem dünyasında genellikle davranışlara yansıyarak kendini gösterdiği gibi, bilgi alanında da çeşitli biçimlerde kendini sunar. Her düşünme eylemi bir şey'e bir nesneye, bir tür varolana ilişkindir. İnsan düşündüğünde -ki bu ruhbilimsel yönden farkında olunsun ya da olunmasın hep sürüp giden, gerçekleştirilen bir etkinliktir- mutlaka bir şeyi, bir olayı, bir yapıyı, bir olup biteni, olmakta olanı düşünür ve bu düşünmenin ürünü olan düşünceler çok çeşitli niteliklerde kendilerini ortaya koyarlar. Bu etkinlikler sonucu kısaca bilim, sanat, felsefe adı verilen yapılar ortaya çıkar.
Ancak böyle bir ayrışma başlangıçlarda, Antikçağın başlangıç dönemlerinde tam anlamıyla belirgin değildi. Ama bir süre sonra, insanlar elde ettikleri bilgisel içerikleri sınıflandırmayı, onları sahip oldukları özgül ayrımlara göre birbirinden ayırmayı denediler. Çünkü düşünen varlık aynı zamanda sürekli olarak sınıflandırmalar yapar; karşılaştığı nesneleri benzerliklerine ve ayrılıklarına göre belli öbekler halinde birbirinden ayırmaya çalışan bir varlıktır insan. Öyleyse elde edilen bilgiler de bu sınıflandırma işlemine tabi tutulmalıydı. O yıllarda henüz bizim anladığımız anlamda "bilim" sözü geçmiyordu. Bilim yerine kullanılan sözcük felsefeydi; felsefe; bilim, bilgi sevgisi anlamına geliyordu ve bilginin üzerinde düşünenler, filozoflar, bilgiyi sevenler; işte felsefeyi çeşitli bölümlere ayırıyorlardı; çünkü felsefe her şeyi kucaklıyordu. Felsefe hem dış-dünyayı (doğayı), hem düşünmenin yapısını, neliğini (mantık-psikoloji) hem eylem alanını, insanlararası ilişkilerin neliğini, niteliğini (ahlak alanını) hem de yaratma etkinliğinin söz konusu olduğu sanat alanını araştıran, inceleyen çok yönlü bir bilgisel etkinlik olarak kendini gösteriyordu.
Hiç kuşkusuz filozoflar, birer doğa filozofu olarak ilkin dış dünyanın, doğanın ana yapısının ne olduğunu araştırmaya çalıştılar. Evrenin, doğanın ana maddesi temel taşıyıcısı neydi?
Bildiğiniz gibi, bu yapıyı 'su', 'apeiron', 'hava', 'toprak', 'ateş' gibi öğelerle belirlemeye çalıştılar. Ancak bir süre sonra; insana ve insan dünyasına, doğrudan insan eylemlerinin incelenmesine tüm düşünsel eylemlerini adadılar.
Tarihsel, toplumsal yapıların evrimiyle, yeni toplumsal yapıların belirmesiyle, felsefedeki birtakım yeni gelişmelerle de birlikte kendi bireysel öznelerinin belirleyiciliğini uzunca bir süre mutlak, yetkin bir öznenin belirleyiciliğine bıraktılar. Tektanrıcı dinlerle, onların içerdiği yeni düşünüş-inanış biçimleriyle olup bitene bakmaya başladılar. Kısaca dile getirdiğim bu özellikler Ortaçağa özgüydü.
Fakat içten içe başka oluşumlar da gözleniyordu. İdeal yapı ve tasarımlara, 'sözün' bağlayıcılığına büyük önem vermenin yanı sıra, dış dünyada bulunanın, tekil, bireysel yapıların en büyük değeri taşıdığı savı gün geçtikçe değer kazanıyordu. Ayrıca, doğanın, salt doğa olarak kendinde bir değer taşıdığı, doğanın anlaşılması, bilinmesi ve giderek de ona egemen olunması gerektiği savı öne geçiyordu. Böylelikle felsefenin, bilimin, dinin alanları ayrışma noktasına geliyordu.
Renaissance'ın başlangıç yıllarıydı artık. Antikçağla olan ilgileri -sanıldığının ötesinde- hiç kopmamış olan Avrupalılar hem doğayı yeniden keşfediyor hem Antikçağ kültür öğelerine yeni bir gözle bakıyor hem de artık 'bilim' adı verilen yeni bir düşünme biçimiyle doğanın, varolanın, olup bitenin kendisine yönetiyorlardı.
İngiliz devlet adamı ve filozofu Francis Bacon (1561-1626) artık yepyeni bir düşünüş biçimini öne çıkarıyor, genelden, tümelden özele değil; tam tersine, özel olandan aşamalı bir düşünme modeliyle genel olana gidilmesi gereği üzerinde duruyordu. Bireyin, düşünmenin rolü öne çıkıyor; düşünme inanmanın, imanın önüne geçmeye başlıyordu yavaş yavaş ya da dinsel inançlar insanların vicdanlarında sadece yer almaya başlarken bağımsız düşünmenin rolü, önemi artıyordu. Fransız filozofu Descartes (1596-1654), düşünen beni, düşünmeyi varolmak için düşünmekten başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ben'i tamamen öne çıkarıyor ve hatta asıl varolmayı ona yüklüyordu: "Düşünüyorum öyleyse varım" diyordu ünlü cümlesinde.
İnsan ve insanın üzerinde yaşadığı 'bu dünya' laikleşme sürecinde büyük önem kazanıyordu. Akıl ile inancın, bağımsız düşünme ile dinsel dogmaların ışığı altında düşünmenin sınırları iyice birbirinden ayrılıyordu. Kesinlik, .mutlak bilgi arayışları kendilerine artık matematik, mekanik gibi bilgileri temel alıyorlardı. Her bilgi açık-seçik olmalıydı. Descartes Yöntem Üzerine Konuşmada yeni yöntemin esaslarını dört ana noktada gözler önüne sermeyi amaçlıyordu: Açık seçik bilgiler elde etme; bir bilgiyi en temel öğelerine kadar ayırma, çözümleme; çözümlenmiş bu yapılardan bireşime, senteze varma ve son olarak da bilgilerin unutulmasına engel olmak için onları sık sık denetleme ve sayma.
Descartes ve çağdaşlarında, XVIII. yy'ı hazırlayan filozoflarda, en iyi örnekler olarak Spinoza (1632-1677) ve Leibniz'de (1646-1716), akılla ilgili belirlemeler, hatta akıl alanı içinde kalarak doğruya, hakikatin bilgisine ulaşma çabalan doruğuna ulaşmıştır.
Ancak bilgide deneyin rolünü de ön plana çıkarmayı amaçlayanların etkisiyle -ve giderek düşünme gücünün eleştirilmesiyle birlikte- aklın eleştirildiği, sınırlarının çizildiği hem de her türlü vesayetten, bağımlılıktan kurtarıldığı bir dönem ortaya çıkmıştır. Bu dönemin adı Aydınlanmadır. Aydınlanma çağı Avrupa'da ortaya çıktığı yörelerde birçok farklılıklar içermekle birlikte yine de bağımsız düşünmenin en çok önem kazandığı ve bunun 'felsefece' en yoğun biçimde temellendirildiği bir dönemdir. Aydınlanma çağının en önemli, en yapıcı filozofu Immanuel Kant'tır (1724-1804).
Kant'ın "Aydınlanma Nedir?" (1784) sorusuna yanıt yazısı son derece ilginçtir; günümüz için bile yol gösterici bir iletiyi, rnesajı içinde taşımaktadır: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmağıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! (Yüreklice düşün). Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanma'nın parolası olmaktadır." (Çeviren N.Bozkurt Seçilmiş Yazılar Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 213)
İnsanın kendi aklına göre düşünmesi, kendi ben'ine sahip çıkması tüm aydınlanma düşüncesinin temel niteliği, başka deyişle özgül ayrımı olmuştur. Bu, empirik ben'in mutlak ben karşısında bağımsızlaşmasıdır.