Parmenides'in Varlık çözümlemesinin eleştirisi - 2
|
Genç ermişin (böyle diyorum çünkü genç yaşta göğe yükselmiştir) sözleri olarak alabiliriz bunları –hep yapıldığı gibi. Hem kolaylıkla yukarıdaki tanrıça’nın veya herhangi bir tanrıça’nın varolmadığını varsaydığımız için hem de Parmenides’in bu sözlere birebir katıldığını, hatta giderek onun kendi düşünceleri olduğunu varsayma geleneğine katılmayı Akla-uygun bulduğum için. Günümüzde Hristiyanlık, İslam, Yahudilik, çeşitli versiyonlarıyla Budizm, … gibi dinler ve dinsel inanışlardan herhangi bir tanrısal seçip onun tanrısal olduğuna inanmıyoruz, biz bunlarda pek çok şeyin saçma olduğunu ve bir çok şeyin de düşük zihinsel performans ürünü olduğunu düşünüyoruz desek, bir etki uyandırabilir ; ama yukarıdaki tanrıça’nın artık hiç inananı kalmadığından o ancak böyle alıntılar arasından, mitolojik derlemeler içinden bize seslenebilecek bir Mythos kişiliği, bir yazın karakteri olabilir bizim için. Bu yüzden ben de bu sözleri bir tanrısal varlık değil de filozof Parmenides, bilge Parmenides söylemiş gibi ele alacağım.
Varlık ve yokluk kesin bir biçimde ayrılırlar. Ama oluş içinde de ayrı dururlar; salt mantıksal bir işlem değildir yapılan: “…bir olan, toplu şey. Nasıl doğuş bulacaksın ona?” Diyorum ki güvensiz olabilirdim: Çevirmene, Kranz’a. Şüphelenebilirdim ki: Varlık ile varoluşu, yokluk ile yokoluşu karıştırarak çevirdiler diye. Ama hiç gerek yok. Parmenides şöyle bir ayrım yapmıyor: Varlık maddi evrene, bu Oluş evrenine tabi olmayan, onda içkin olarak olsun-olmasın, Oluş’un değişim, dönüşüm yasasına tabi olmayan bir formdur, bir ideadır. Hayır böyle düşünmüyor: Varlık varolana eşit –ve evrik olarak da doğru, yokluk da yokolana. O bir tür “doğa felsefecesi”. Oluş’u, Doğa’yı baz alarak uslamlamasını ona göreli olarak kuruyor. “…nasıl yok olabilir var-olan öyleyse? Nasıl doğabilir? Doğduysa var değildir, ilerde doğacaksa da öyle.” İşte bu! Hem Doğa’yı gözlemleyerek düşünüyor, hem de soyut düşünmeye çalışıyor. Diyor ki, varlık geçmişte bir anda varolmaya başlamışsa daha öncesinde yok olmalıdır. İyi ama bu saçmadır. Peki bir çocuk, daha önce yoktu. Saçma, babasının sperminde vardı O halde bir olan, toplu olan ne? Kainatın ta kendisi olmalı, bu düşünce buraya varır. Peki yokolana nerede yer bulunur? Hiçbir yerde! Yokolan ne yer kaplayabilir, ne düşünülebilir; yokolan basitçe yoktur. “Görünmez gece” dahi dolu bir şeydir; boş değil —görülmüyor olmasına aldanmayın! …Parmenides, bu zeki delikanlı, haklıdır. İşi karıştıran, karşısındaki tarafın bir bağlamda daha da haklı olmasıdır. Zaten köpeğin çelişik koşulları birlik içinde tutarken yaptığını düşünün: Kendini birlik içinde tuttuğunu göstermişti. Parmenides farkındadır, sağlığını koruması gerektiğinin farkındadır: “Sen bu araştırma yolundan uzak tut düşünceni”. Var-olanın yokolduğunu deneyimlememiştir hiç. Böyle bir şeyin düşünülemez olduğunu söylüyordur. Oysa söylemek istediği şuna benzer: Hiç var-olanın yok-olana dönüştüğünü gören mi oldu? Ama işte düşüncenin bu devimi, Doğa’daki Varlık-Yokluk üzerine yaptığı gözlemleri soyutlamasına yardımcı olmaktadır. Yokluk sadece yok-olan bir şeydir: Tanımlanamaz, belirlenemez; yani içine Doğa’nın hiçbir uzamsal parçası giremediği gibi, düşüncede de koşutluk vardır: Hiçbir doğası, özü yoktur. O halde asla varolduğu belirlenemez bir şeydir yokluğun. Şu dahi doğru olmasına karşın totolojik, ancak betimleyici bir ifadedir: Yokluk, yoktur. Doğa bengi varlıktır, çünkü: “…Nasıl bir gereklilik zorlamış ola onu, sonradan yahut önceden hiçten başlayarak doğmaya? …nasıl yok olabilir var-olan öyleyse? Nasıl doğabilir?” Doğa, herhangi bir anda yokluktan varlığa geçmiş olamaz. Etkileyici olan ve biraz da tuhaf olan- herhangi bir anın yer almasıdır: “sonradan yahut önceden” Doğa’nın başlangıç anı yoktur, o sadece varlıktır. Günümüzün fiziğinin giderek daha çok tanıtlanmış, eldeki verilere dayanılarak teorik fizik uslamlamalarıyla artık yeterince sınamadan sonra tanıtlanmış Big-bang’e itirazı olamaz Parmenides’in. İtirazı Big-bang’ten önce bir şeyin varolmaması uslamlamasına olur. Dahası “sonradan yahut önceden” şuna da getirir, Doğa yok da olamaz, hiçbir anda. Varolan doğa parçalarının dönüşüme uğradığını yadsıyacağını sanmıyorum; böyle özenli bir gözlemlemenin zekice farkındalığının –ama yokolmazlar, tek bir şey dahi yokolmaz. “Çok denemiş alışkanlık bu yola itip sürmesin seni” İşte, harika bir uslamlama daha. Eğer çiçek, kedi, insan ölüyorsa yokolmuş olan bir kişilikleri, benlikleri… olabilir, der örneğin alışkanlık. Böylece, der; böylece kavrayamıyorsam da varlığın yokluğa dönüşmediğini söyleyemem. Çok sevdiğim bir kadın vardı, ve öldü; artık ondan haber de alamıyorum, hani nice zaman da geçti. Yadsımıyorum onun bedenin dönüştüğünü. Bedeninin parçaları yine doğada, canlı-cansız şeyler o bedeni içlerine soğurdular. Ama o, onda bir şey yokolmuş olabilir… İşte “Çok denemiş alışkanlık” örneği. Ama sorsan bunlara, desen ki: Hadi anlat, nasıl varlık, yokluğa dönüşüyor? Verecekleri cevap yok. Bunca denemeden sonra bile. Öyleyse Parmenides bu ‘kafasız’ların yolundan gidecek değildir.
Parmenides, hemen Herakleitos’tan sonra, insan ruhunun sorması gereken ilk-temel soruyu, büyük bir farkındalık düzeyiyle filozoflara yakışan bir ustalıkla ortaya atar. Önce tanımlamamız, önce belirlememiz gerekir: Varlık nedir-yokluk nedir? Varlığın ne olduğu sorulduğunda, bu soruyla sorulmak istenen varlığın doğasının, özünün ne olduğu ise soru doğru sorulmuştur –ve evrik olarak yokluğun ne olduğu da böyle bir sorudur. Amaçlanan varolan şeyin veya varolan şeylerin tümünün doğasını bize anlatılmasıdır. Doğası denildiğinde o şeyin/şeylerin her özelliği, her niteliği, o şeyi oluşturan ne varsa tümü amaçlanıyor olabilir. Doğası demek, o şeyin bütünün ortaya serimlenişi demek anlamında kullanılabiliyor. Özü demek ise daha kısıtlayıcı bir ifade: Şeyde sadece özsel olarak varolan şeyler kastediliyor. Bunun dışında şeyin doğası veya özü birbirinden ayrı tutulmayarak, birbirinin yerine geçerek eşanlamlı olarak da kullanılıyor. “Varlık nedir?” sorusu “Varlığın doğası/özü nedir?” diye sorulacakken yanlışlıkla “varlık nedir?” diye sorulmuşsa sorun yok –sadece küçük bir yanlışlık sözkonusu. Kişi derdini biraz açarsa aslında sorduğunun varlığın doğası/özü olduğu anlaşılır. Spinoza, komşusunun “bahçem tavuğuna uçtu” demesinin pek bir önemi olmadığını, aslında ne söylediğini anladığı için üzerinde durmadığını belirtir. Öte yandan örneğimizde dil, denmek isteneni ifade edebilecek gibi de görünmüyor. Heideggerci ve Sartrecı tarzda yaklaşmaya çalışalım: “Varlığın anlamı nedir?” Ve diyelim ki soruyu yanıtlayacak kişiye: aman bu anlama açıklık getirmeye çalışırken varlığın doğasını/özünü dokunulmamış bırak. Geriye herhangi bir doğa parçası ile, herhangi bir özsellikle el yordamıyla dahi belirlenemeyecek bir varlık kalacaktır ki şuna benzeyecektir: Kendinde varlık, ki sadece bir soyutlamadır. Şimdi buraya kadar anlattığım tüm şeyler yokluk kavramına da uyarlanabilir. O halde bir tür Aristotelesçilikle yaklaşmak gerekecektir: Bir kategoridir varlık, kategoridir yokluk da. Çünkü öyle ilk-e-lerdir ki ilk olan şeylerdir. Bir oluşumun görünen doğasının ardında onu belirleyen doğalar bulabiliriz, ve onu belirleyen doğaları da belirleyen doğalar bulabiliriz. Ama varlığın bengi veya oluş içinde varolmasından başka bir belirli varlığı yoktur ki şöyle diyebiliriz: Varlığın belirlenimi kendisidir; veya şöyle: varlığın bir belirlenimi yoktur. İlki sorun doğurmaz: Varlık bir ilkedir ki her sürecin başlangıcında gizil olarak bulunur; hatta öyle bir şeydir ki başlangıçsızdır; sadece bilerek veya bilmeyerek başlangıç olarak alınmaktadır. İkincisi sorunludur: Her şeyin belirlenimi var veya olası olarak var iken bir tek varlığın belirlenimi yoktur. Ne yani, varlık eşittir yokluk gibi mi?
Parmenides böyle bir arı mantıksal soyutlamalar zincirinden bir başka arı mantıksal soyutlamalar zinciri ile kaçmayı denemiştir ki, tüm tarih böyle soyutlamalar zincirleri ile doludur: Hint’te, Tibet’te, geçenlerde elime geçen Japon felsefesi kitabında da. Orada da bir tür karşı-Aristotelesçi tasım zinciri kurmuş olan Sanron okuluna rastladım. Ama soyutlamaların arasında bir o vargıya bir başka vargıya sonra bir başkasına… dönmekten başkasını da yapabiliriz. Soyut düşünme yetisi ille de sığ ve tek-yanlı sonuçlara götürecek değil. Parmenides’e göre olamaz da; çünkü kendisi de soyutlayarak buldu: Varlığın bengiliğini, yokluğun mutlak yokluk olduğunu ve varlık ile yokluk arasındaki geçişsizliği. Ve daha önemlisi bulduklarında direniyor da. Direnmekte haksız da değil: Eğer yokluk bir kez, bir an için varlıkla dolarsa o şeyin doğası-özü de sallantıdadır: çünkü doğası-özü varolup varolmadığı veya ne ölçüde var, ne ölçüde yok olduğu tartışmalı bir hal kazanır ki, böyle bir durumu düşünebilmek bile saçma gelir insana. Bu bir şaşkınlık halidir; bir kararsızlık hali, görülemeyecek, işitilemeyecek bir şeydir.
Varlık ve yokluk kesin bir biçimde ayrılırlar. Ama oluş içinde de ayrı dururlar; salt mantıksal bir işlem değildir yapılan: “…bir olan, toplu şey. Nasıl doğuş bulacaksın ona?” Diyorum ki güvensiz olabilirdim: Çevirmene, Kranz’a. Şüphelenebilirdim ki: Varlık ile varoluşu, yokluk ile yokoluşu karıştırarak çevirdiler diye. Ama hiç gerek yok. Parmenides şöyle bir ayrım yapmıyor: Varlık maddi evrene, bu Oluş evrenine tabi olmayan, onda içkin olarak olsun-olmasın, Oluş’un değişim, dönüşüm yasasına tabi olmayan bir formdur, bir ideadır. Hayır böyle düşünmüyor: Varlık varolana eşit –ve evrik olarak da doğru, yokluk da yokolana. O bir tür “doğa felsefecesi”. Oluş’u, Doğa’yı baz alarak uslamlamasını ona göreli olarak kuruyor. “…nasıl yok olabilir var-olan öyleyse? Nasıl doğabilir? Doğduysa var değildir, ilerde doğacaksa da öyle.” İşte bu! Hem Doğa’yı gözlemleyerek düşünüyor, hem de soyut düşünmeye çalışıyor. Diyor ki, varlık geçmişte bir anda varolmaya başlamışsa daha öncesinde yok olmalıdır. İyi ama bu saçmadır. Peki bir çocuk, daha önce yoktu. Saçma, babasının sperminde vardı O halde bir olan, toplu olan ne? Kainatın ta kendisi olmalı, bu düşünce buraya varır. Peki yokolana nerede yer bulunur? Hiçbir yerde! Yokolan ne yer kaplayabilir, ne düşünülebilir; yokolan basitçe yoktur. “Görünmez gece” dahi dolu bir şeydir; boş değil —görülmüyor olmasına aldanmayın! …Parmenides, bu zeki delikanlı, haklıdır. İşi karıştıran, karşısındaki tarafın bir bağlamda daha da haklı olmasıdır. Zaten köpeğin çelişik koşulları birlik içinde tutarken yaptığını düşünün: Kendini birlik içinde tuttuğunu göstermişti. Parmenides farkındadır, sağlığını koruması gerektiğinin farkındadır: “Sen bu araştırma yolundan uzak tut düşünceni”. Var-olanın yokolduğunu deneyimlememiştir hiç. Böyle bir şeyin düşünülemez olduğunu söylüyordur. Oysa söylemek istediği şuna benzer: Hiç var-olanın yok-olana dönüştüğünü gören mi oldu? Ama işte düşüncenin bu devimi, Doğa’daki Varlık-Yokluk üzerine yaptığı gözlemleri soyutlamasına yardımcı olmaktadır. Yokluk sadece yok-olan bir şeydir: Tanımlanamaz, belirlenemez; yani içine Doğa’nın hiçbir uzamsal parçası giremediği gibi, düşüncede de koşutluk vardır: Hiçbir doğası, özü yoktur. O halde asla varolduğu belirlenemez bir şeydir yokluğun. Şu dahi doğru olmasına karşın totolojik, ancak betimleyici bir ifadedir: Yokluk, yoktur. Doğa bengi varlıktır, çünkü: “…Nasıl bir gereklilik zorlamış ola onu, sonradan yahut önceden hiçten başlayarak doğmaya? …nasıl yok olabilir var-olan öyleyse? Nasıl doğabilir?” Doğa, herhangi bir anda yokluktan varlığa geçmiş olamaz. Etkileyici olan ve biraz da tuhaf olan- herhangi bir anın yer almasıdır: “sonradan yahut önceden” Doğa’nın başlangıç anı yoktur, o sadece varlıktır. Günümüzün fiziğinin giderek daha çok tanıtlanmış, eldeki verilere dayanılarak teorik fizik uslamlamalarıyla artık yeterince sınamadan sonra tanıtlanmış Big-bang’e itirazı olamaz Parmenides’in. İtirazı Big-bang’ten önce bir şeyin varolmaması uslamlamasına olur. Dahası “sonradan yahut önceden” şuna da getirir, Doğa yok da olamaz, hiçbir anda. Varolan doğa parçalarının dönüşüme uğradığını yadsıyacağını sanmıyorum; böyle özenli bir gözlemlemenin zekice farkındalığının –ama yokolmazlar, tek bir şey dahi yokolmaz. “Çok denemiş alışkanlık bu yola itip sürmesin seni” İşte, harika bir uslamlama daha. Eğer çiçek, kedi, insan ölüyorsa yokolmuş olan bir kişilikleri, benlikleri… olabilir, der örneğin alışkanlık. Böylece, der; böylece kavrayamıyorsam da varlığın yokluğa dönüşmediğini söyleyemem. Çok sevdiğim bir kadın vardı, ve öldü; artık ondan haber de alamıyorum, hani nice zaman da geçti. Yadsımıyorum onun bedenin dönüştüğünü. Bedeninin parçaları yine doğada, canlı-cansız şeyler o bedeni içlerine soğurdular. Ama o, onda bir şey yokolmuş olabilir… İşte “Çok denemiş alışkanlık” örneği. Ama sorsan bunlara, desen ki: Hadi anlat, nasıl varlık, yokluğa dönüşüyor? Verecekleri cevap yok. Bunca denemeden sonra bile. Öyleyse Parmenides bu ‘kafasız’ların yolundan gidecek değildir.
Parmenides, hemen Herakleitos’tan sonra, insan ruhunun sorması gereken ilk-temel soruyu, büyük bir farkındalık düzeyiyle filozoflara yakışan bir ustalıkla ortaya atar. Önce tanımlamamız, önce belirlememiz gerekir: Varlık nedir-yokluk nedir? Varlığın ne olduğu sorulduğunda, bu soruyla sorulmak istenen varlığın doğasının, özünün ne olduğu ise soru doğru sorulmuştur –ve evrik olarak yokluğun ne olduğu da böyle bir sorudur. Amaçlanan varolan şeyin veya varolan şeylerin tümünün doğasını bize anlatılmasıdır. Doğası denildiğinde o şeyin/şeylerin her özelliği, her niteliği, o şeyi oluşturan ne varsa tümü amaçlanıyor olabilir. Doğası demek, o şeyin bütünün ortaya serimlenişi demek anlamında kullanılabiliyor. Özü demek ise daha kısıtlayıcı bir ifade: Şeyde sadece özsel olarak varolan şeyler kastediliyor. Bunun dışında şeyin doğası veya özü birbirinden ayrı tutulmayarak, birbirinin yerine geçerek eşanlamlı olarak da kullanılıyor. “Varlık nedir?” sorusu “Varlığın doğası/özü nedir?” diye sorulacakken yanlışlıkla “varlık nedir?” diye sorulmuşsa sorun yok –sadece küçük bir yanlışlık sözkonusu. Kişi derdini biraz açarsa aslında sorduğunun varlığın doğası/özü olduğu anlaşılır. Spinoza, komşusunun “bahçem tavuğuna uçtu” demesinin pek bir önemi olmadığını, aslında ne söylediğini anladığı için üzerinde durmadığını belirtir. Öte yandan örneğimizde dil, denmek isteneni ifade edebilecek gibi de görünmüyor. Heideggerci ve Sartrecı tarzda yaklaşmaya çalışalım: “Varlığın anlamı nedir?” Ve diyelim ki soruyu yanıtlayacak kişiye: aman bu anlama açıklık getirmeye çalışırken varlığın doğasını/özünü dokunulmamış bırak. Geriye herhangi bir doğa parçası ile, herhangi bir özsellikle el yordamıyla dahi belirlenemeyecek bir varlık kalacaktır ki şuna benzeyecektir: Kendinde varlık, ki sadece bir soyutlamadır. Şimdi buraya kadar anlattığım tüm şeyler yokluk kavramına da uyarlanabilir. O halde bir tür Aristotelesçilikle yaklaşmak gerekecektir: Bir kategoridir varlık, kategoridir yokluk da. Çünkü öyle ilk-e-lerdir ki ilk olan şeylerdir. Bir oluşumun görünen doğasının ardında onu belirleyen doğalar bulabiliriz, ve onu belirleyen doğaları da belirleyen doğalar bulabiliriz. Ama varlığın bengi veya oluş içinde varolmasından başka bir belirli varlığı yoktur ki şöyle diyebiliriz: Varlığın belirlenimi kendisidir; veya şöyle: varlığın bir belirlenimi yoktur. İlki sorun doğurmaz: Varlık bir ilkedir ki her sürecin başlangıcında gizil olarak bulunur; hatta öyle bir şeydir ki başlangıçsızdır; sadece bilerek veya bilmeyerek başlangıç olarak alınmaktadır. İkincisi sorunludur: Her şeyin belirlenimi var veya olası olarak var iken bir tek varlığın belirlenimi yoktur. Ne yani, varlık eşittir yokluk gibi mi?
Parmenides böyle bir arı mantıksal soyutlamalar zincirinden bir başka arı mantıksal soyutlamalar zinciri ile kaçmayı denemiştir ki, tüm tarih böyle soyutlamalar zincirleri ile doludur: Hint’te, Tibet’te, geçenlerde elime geçen Japon felsefesi kitabında da. Orada da bir tür karşı-Aristotelesçi tasım zinciri kurmuş olan Sanron okuluna rastladım. Ama soyutlamaların arasında bir o vargıya bir başka vargıya sonra bir başkasına… dönmekten başkasını da yapabiliriz. Soyut düşünme yetisi ille de sığ ve tek-yanlı sonuçlara götürecek değil. Parmenides’e göre olamaz da; çünkü kendisi de soyutlayarak buldu: Varlığın bengiliğini, yokluğun mutlak yokluk olduğunu ve varlık ile yokluk arasındaki geçişsizliği. Ve daha önemlisi bulduklarında direniyor da. Direnmekte haksız da değil: Eğer yokluk bir kez, bir an için varlıkla dolarsa o şeyin doğası-özü de sallantıdadır: çünkü doğası-özü varolup varolmadığı veya ne ölçüde var, ne ölçüde yok olduğu tartışmalı bir hal kazanır ki, böyle bir durumu düşünebilmek bile saçma gelir insana. Bu bir şaşkınlık halidir; bir kararsızlık hali, görülemeyecek, işitilemeyecek bir şeydir.