Filozof Tanrı misafiridir

Başlığa ilişkin bir açıklama ile sözlerime başlamak istiyorum. Açıklamamızın yine de yeterince açık olmadığını haklı olarak dü­şünecek okuyucuya, okumayı sonuna dek sürdürmesini önermekten başka bir şey elimden gelmiyor.

Türkçe sözlükte "çağrılmadan gece yatısına gelen konuk" karşılığı verilen "Tanrı misafiri" deyimi, sıradan bir deyim olmaktan öte, Türk kültürünün, yaşama tarzının bir görünüşünün Türkçe'ye özgü dile geli­şidir. Bu nedenle, örneğin "evin kapısı" gibi olağan bir deyişin sözcü­ğü sözcüğüne bir başka dile çevrilebilmesine karşın, "Tanrı misafiri" aynı biçimde çevrilemez. Böylesine kendi kültürümüze has bir deyişi, "filozof" gibi felsefe yapılan bütün dillerde pek az telâffuz ayrımları bir yana hep aynı biçimde söylenen, evrensel kültürün ürünü bir kavra­ma, bir tanım olarak vermek, yani "filozof Tanrı misafiridir" demek, ilk bakışta çelişkili gibi görülebilir. Fakat bizim bu deyimle asıl yap­mak istediğimiz, filozof ve felsefe hakkındaki görüşümüze kendi kül­türümüzde var olan bir deyimi bir iğretileme, bir metafor diye katarak, yine kendimize özgü canlı bir imgeye sahip olmaktır. Başka bir deyiş­le, biz "filozofun Türkçesini arıyorduk, karşımıza "Tanrı misafiri" çıktı. Eğer biz Türkçe'de düşüneceksek, Türkçe'yle felsefe yapacaksak, bu dilin kendine özgü renklerini felsefe anlayışımıza katmamız gerekir; daha doğrusu o renkler doğrudan doğruya, kendiliğinden felsefe yap­malarımıza girmelidir. Aksi halde, başka bir dilin anlama, rasyonelleştirme, bölümleme, sınıflama ve benzeri bilme tarzlarını benimseyerek, bunları Türkçe sözcüklerle dile getirmek gibi, ne yazık ki örneklerini sıkça gördüğümüz tuhaflıklara düşülür. Kaldı ki, felsefe bir yana, özgün kültürel öğelerin hiç ya da çok az rol oynadığına inanılan doğa bi­limlerinde bile doğal dil etkeninin bu bilme sistemlerinde nasıl belirleyici olduğunu dilbilimci Whorf' un saptama ve bulgulamaları bize çar­pıcı bir biçimde göstermektedir. Whorf'a göre(1), doğal dilin kullanıcıla­rı, kendi dillerinin kendilerine sunduğu karakteristik çizgilerle doğaya bakar ve onu öylece bölümler, örgütler, yani bilir. Farklı yapılı dillerde­ki aynı dünya-doğa betimlemeleri, birindeki rasyonelleştirme sistemi­nin tümüyle benimsenerek diğerine aktarılmasıdır; yoksa bu, ikincile­rin birincilerle birlikte "kendi anadillerinin özgün bakış açısından bu sistemi oluşturduklarını göstermez.(2)

Bu söylenenler, istenirse kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Örneğin, bu yanlış anlamalardan biri şöyle der: 'Demek ki her doğal dilde ayrı ayrı bilim, felsefe yapılacak ve bunlar her biri kendi içine kapalı birer monad olacak ve birbirleriyle alışverişleri olmayacak'. Hemen söyleye­yim, bu yanlış anlama bütünüyle yanlış değildir. Eğer monad benzet­mesi hoşa gidiyorsa, onu Leibniz'in söylediği gibi penceresiz değil, ter­sine pencereleri olan monad olarak anlarsak sözü geçen yanlış anlama­yı yok edebiliriz. Böylece diller arasında geçişliliğin olabildiği, ama buna karşın onların kendi özgün yapısal çizgilerini de taşımayı sürdür­dükleri göz önüne getirilebilir.(3) Diller arasında bazı yerlerde tıkanma­larla birlikte bir geçişlilik bulunabildiği gibi, anadili belli bir dil olan bir insanın başka bir dilin dünyasına girebilmesi, hatta bu ikinci dilin anadilin yerini alabilmesi de olanaklıdır. Bizim sözünü ettiğimiz yapı­sal ayrılıklar, dil sistemlerindeki ayrılıklardır; yoksa 'insanlar arasında insan olma bakımından yapısal ayrılıklar' gibi çelişkili, saçma bir şey değil.

"Filozof Tanrı misafiridir" sözünü bir felsefe söyleminde kullanma­yı haklı çıkarma yönünde bu söylediklerimizin ışığında, "Tanrı misafi­ri" deyişinin "filozofun önüne ne gibi bir anlam alanı serdiği sorusu­nu irdelemek istiyoruz. "Tanrı misafiri" deyiminin sözlük anlamı ya­nında, bu ad verilen kişiye bakıldığında, onun çat kapı bir orda bir burda görülen, görüldüğü yerde pek fazla kalmayan biri olduğu söylenebi­lir. Bu doğrultuda düşünmeyi biraz daha sürdürürsek, onun kendi belli yeri yurdu, daimi konağı olmayan, evi omuzunda ("haneberduş"), öm­rü yolda geçen, yol bilir -iz bilir- yordam bilir biri olduğunu gördüğümüzde, Jaspers'in "Felsefe yolda olmaktır" sözünü hemen anımsarız. Felsefe yolda olmaksa, filozof da yolda olandır; yani: Tanrı misafiri. O, sözgelişi bir gece boyu kadar konaklamak amacıyla arada bir fizikçi­nin, matematikçinin, dilbilimci, toplumbilimcinin vb. kapısını çalabilir; ama orada yerleşmemek, misafirliğini bilmek, zamanı gelince yine yo­la düşmek ve yine başka kapıları çalmak üzere. Filozofun bilim sorun­ları karşısındaki tutumu, onun bu konuk olma özelliğine uygun düşer. O, hiçbir bilim sorununa bodoslama girmez; tersine sorunun daima ya­nından geçer, çevresinde tur atar. Şöyle bir tabloyu göz önüne getire­lim: Diyelim ki filozof, bir fizik laboratuvarına konuk oldu, çağrılma­dan gelen bir konuk, bir Tanrı misafiri. Filozof, işbaşmdaki fizikçilerin tutumlarını, mimiklerini, el kol hareketlerini merakla izler, konuşmala­rına kulak kabartır, fırsatını buldukça kendisi de onlarla konuşmaktan geri kalmaz. Ve sonra da geldiği gibi gider; onun daha uğrayacağı baş­ka laboratuvarlar, konak yerleri vardır. Peki o böyle yapmayıp, bir laboratuvarda temelli kalamaz mıydı? Neden olmasın dı? Ama o vakit o, artık örneğin bir fizikçi olurdu, filozof değil. Hani, filozof bir laboratuvar kaçkını değildir demek istiyorum. Peki, onun, burası senin şurası benim dolaşması bir aylaklık, bir tembellik değil midir bir bakıma? Evet öyledir. Wittgenstein; filozofun bu tutumunu matematik karşısın­da şöyle dile getirir: "Filozof, daha ileriye gidebilmezden önce çözül­mesi gerekecek bir matematik problemine toslamadan matematik prob­lemlerine uğrayıp geçecek biçimde kendisini döndürmeli ve yönlendir­melidir. Onun felsefedeki işi sanki matematikteki bir tembelliktir."(4). De­mek ki, matematikte ya da genellikle söylendikte bilimde tembellik sa­yılan şey, filozofun asıl işidir. Evi omuzunda bu aylak kişi, filozof, böyle aylak aylak dolaşarak ne yapar? -Gezip gördüğü, uğradığı yerler­den üstüne başına, ayaklarına ne bulaşmışsa onunla ve de buna "iyi sa­atlerde olsunlar"dan aldığını katarak ördüğü bir ağ. Böylece bu tetabel kişi, matematikten fiziğe, dilbilimden toplumbilimine ne denli çok yer­de bulunmuşsa, o denli çok ve çeşitli ağ iplikleriyle resimler çizer; çiz­gi ve renk yerine sözcükleri kullandığı resimler. Her felsefe, kendi re­simlerinin oluşturduğu bir albümdür. Türk felsefesi de Türkçe'de oluşturulmakta olan bir albüm. Felsefe yapmak resim çizmektir. Filozof, sanki tuvalinde sözcükler olan bir ressamdır.

Nasıl sanat felsefesinde, hiç kimse sanat yapıldığı düşüncesine ka­pılmazsa, aynı şekilde fizik felsefesinde fizik, tarih felsefesinde tarih, matematik felsefesinde de matematik vb. aramak boşuna olur. Felsefe, hangi alanın felsefesi ise onun kapısının dışında durur. Felsefe kapıla­rın dışındadır. Kimse bana, öyleyse yaşam felsefesi de yaşamın dışında mıdır, diye sormasın. Çünkü biz tek tek alanların felsefelerinden söz ediyorduk. Yaşam, alanlardan biri değildir.

İğretilemelere sık sık başvurmamız, belki bazılarının hoşuna gitme­miş olabilir. Bu nedenle, felsefenin ağır top sorunlarından biri olan "temellendirme"nin bile iğretilemeyle yakın akraba olduğunu göstermek istiyorum. Ötesini varın siz düşünün. Hemen söyleyelim: Buradaki "te­mel" sözcüğünün, mecaz anlamları bir yana, ev, bina ve benzeri yapı te­mellerini çağrıştırması yalnız Türkçe'ye özgü, rastlantısal bir durum değildir. Buna göre, bir binanın temelinin atılması imgesi, bir savın temellendirilmesi için bir metaforu oluşturmuyor mu? Ya da temeli çürük bir evin yıkıldı yıkılacak görüntüsünün, dayanıksız savlar için iğretileme vermesi? Savın temellendirilmesinin nasıl yapıldığını açıklarken de metaforumuzu yine göz önünde tutar, ikisi arasında karşılaştırmalar ya­parız. Öyle ki, somut bina temeli özelliklerinden soyut sav temellendirmesi işi için yarayacak olanlar alınır ve bu iş için kullanılır. Hatta bu bazen öyle yapılır ki, sanki "bina temeli"nden hiçbir çağrışım alınma­mış gibidir. Bu son durumda, esasında metafor kullanılmış olunmasına karşın, o hiç ortalıkta görünmez. Kısaca söyleyeyim: Bir deyimi açıklayan ikinci bir deyim söz konusu olduğunda, bu iki deyimin birbirinin yerine geçmesi, yani değiş tokuş edilebilmesi ancak matematik cümle­lerinde olanaklıdır; bunun dışında ikisi arasında daima az ya da çok bir mesafe oluşur, işte metafor bu mesafede meydana gelir. Yani o, meşru zeminde bulunur. Metafor, metaforu olduğu şeyi ne denli canlı, imge­sel, çarpıcı biçimde gösteriyorsa, ondan o denli uzakta durmaya da hak kazanır.

Matematik dışında, bilimin, felsefenin kendi belirleyecekleri ölçü­lerde metaforu kullanmaları meşrudur. Niçin matematiği dışlıyoruz? Neden matematikte metafor yoktur? Yanıt kestirmeden geliyor: Çünkü matematikte olay yoktur. Matematikçi olaylarla uğraşmaz. "2 sayısı ne­ye benzer?" —Hiçbir şeye! Olaydır ancak bir şeye benzetilebilen; mate­matiksel kavramlar, işlemler değil. Geçelim! Peki öyleyse, metafiziğin, hele hele mistik'in metaforu kullanmasına ne diyeceğiz? Şimdi "Metafizik nedir?," "Mistik nedir?" gibi sorular sormayacağım. Onları hepi­mizin bildiğini varsayarak, onlardan söz edeceğim; tıpkı bilimden ve felsefeden söz ettiğimdeki gibi.

Felsefe nerede biter, metafizik nerede başlar? Bu ikisi arasındaki sı­nırı her defasında gösterecek bir ölçüt edinebilir miyiz? O ölçütün ken­disi felsefi bir şey diye mi sayılacak? Öyleyse, ne malum onda da metafiziksel bir şey yok, bunu kim bilecek? (Hiç kimse bilim demesin. Kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürerdi.) Yoksa ölçüt bu ikisinin, felsefe ile metafiziğin, ÜSTÜNDE bir şey mi? Ancak hepimizin, tüm insanların inanacağı, güveneceği bir ve aynı Tanrı böyle bir ölçütü bize verebilirdi. Hadi, diyelim ki onu edindik. O ne işimize yarar? Elimizde "metafizik—ölçer" bir âlet, felsefe sorunları alanında dolaştığımızı dü­şünüyorum; metafiziksel olana rastlandığında âletimiz, yanıp sönen kırmızı ışık verecek. Sanırım, bu âlet sürekli kırmızı yanardı. Şaka bir yana, felsefeyi "metafizik artık"lardan temizlemek için kolları sıvayan­lar az olmamıştır. Gerçi bu sıralar, onların soluğu kesildi ya. Oysa fel­sefe sorunları hep bu "artık"larla doğmuş ve yaşaya gelmiştir. Şöyle di­yebilir miyiz: Felsefe sorunları, söylenecek söz olmadığı halde, yine de konuşulduğu yerde ortaya çıkıyor? Ve o zaman nasıl konuşulur? —El­bette iğreti konuşulur. Yani "akıllı uslu"sundan en çarpıcısına metafor­lar buyur edilir. Açık bir bilgi durumu, öznenin karşısında bir nesne bu­lunması durumudur. Ama bu karşı karşıya oluşun ipi koparsa, özne ile nesne birbirinden ayrılırsa ve bu mesafe uzadıkça uzarsa, o zaman öz­ne ne yapacak? Susmak mı? Belki. Ama o, hiçbir şey dememektense bir şey demeyi denemek isterse? Doğrusu bu durum felsefeden ve hat­ta metafizikten çok mistik'in, yani susanın konuştuğu durumdur. Susan konuşur. Bu çelişkidir. Ama ona trajik-olan demek daha doğru olurdu.

Çünkü burada, iki karşıtın arasında sıkışıp kalma söz konusu: Susmak derde deva değil, konuşmak dert arttırır. Çelişki de dense bu durum, imkân ile imkânsızı karşı karşıya getiren bir paradokstur. Ya imkânsızı, yani konuşma imkânını reddetmeyi seçeceksiniz ya da imkânı seçecek, onun getireceği belâyı üstlenecek ve konuşacaksınız. Bu seçim sorunu­dur. Ama her zaman imkânın imkânsıza yeğ tutulduğu da bilinen bir şeydir. Mistiğin konuşması, olağan konuşma tarzında kendini göster­mez. Çünkü onun konuşma nesnesi, kendi karşısında duruyor değildir. O, bu uzakta olanı dolaylı yoldan simgesel olarak dile getirmeye çalı­şır. İkincisi mistik, dinleyicisini alıştırarak, onun uygun egzersizler yapmasını ondan bekleyerek, dinleyicisinde uzak olana duyulan arzuyu ve yetiyi uyandırarak konuşur. Metafizik ile mistik arasında açık bir ay­rım değil ama, hiç yoktan iyidir diyerek, ne de olsa bize bir fikir vere­bileceğini düşündüğüm şu ayrımı önermek isterim: Mistik, neredeyse bütün bütüne "sanki"li konuşur; "sanki" diye söze başlar. Daha doğru­su, onun bu tarz konuşmaktan hiçbir çekincesi yoktur. Oysa metafizik, belki de, inandırıcılığını zayıflatır korkusuyla "sanki"ye pek itibar etmez. Neden "sanki"den mistik sakınmıyor da metafizik sakınır sorusu­na yanıt şudur: Çünkü metafiziğin dinleyicisi, demin özellikleri belirti­len mistiğin dinleyicisi değildir; o daha çok felsefeninkine yakındır.

Felsefe, metafizik ve mistik: Üç yol arkadaşı. Felsefenin bu yoldaş­lığı reddetmesi, hep boşa çıkmıştır; o dönüp dolaşıp yine onlarla karşı­laşmıştır. Ama o, bu arkadaşlık bağlarını koparmak yerine aydınlık kı­labilir; ki bu aydınlık kılma etkinliği yetisi diğer ikisinde yoktur; zira böyle bir yeti, onların özüne aykırı olurdu. Ancak bu ayrım, felsefenin her zaman sağduyu tarafında kaldığı anlamına gelmez. Yani filozof, her zaman akıllı uslu olmak durumunda değildir. Demokritos'tan günümü­ze filozofa biraz da "deli," "meczup" gözüyle bakılması, psikiyatrik bir olguyu değil, fakat safdil sağduyunun felsefeye bakışının bir ifadesini gösterir. Yine de bu safdilliğin hiç de boş olmadığına, Wittgenstein'ın şu kurmaca öyküsünü örnek vermek istiyorum: "Bir filozofla bahçede oturuyorum. O, yanımızdaki bir ağacı göstererek, tekrar tekrar, '"Bunun bir ağaç olduğunu biliyorum' diyor. Bir üçüncü kişi buraya doğru geliyor ve bunu işitiyor. Ve ben ona şöyle diyorum: 'Bu adam deli de­ğildir: Biz sadece felsefe yapıyoruz'(5)

Üçüncü kişi, yani sokaktaki adam, bazen safdil, bazen değil ve bi­lim adamı, ama kesinkes safdil olmaksızın sağduyuyu temsil eder; fi­lozof ise hem sağduyuyu hem de cinneti. Belki bilimde değil ama, fel­sefede mutlaka fıttırmaya izin olmalıdır; meğer ki bu, yeni bakış açıla­rı getire. "1 gramın ağırlığı nedir(6)veya "(çekirgeler düşünmezler) cümlesi nereye aittir(7) gibi sorulan hangi sağduyu Wittgenstein'a söy­letti? Yoksa bu tür sözleri sık sık kullandığı derslerinde şunu da dediği için mi ona kimse deli gözüyle bakmadı: "Sağduyunu bir şemsiye gibi ele alma. Felsefe yapılan bir odaya girerken onu dışarda bırakma, içe­riye getir.(8) Sakın o bununla, felsefe yapılan odanın tekin yer olmadığı­nı, içeri gelenlerin kendilerini tütsüleyip de girmeleri gerektiğini ima etmiş olmasın(!) Her neyse. Cinnet sağduyunun sınırıdır. Ölümün ya­şam sınırı olması gibi. Şu farkla ki, yaşamdan ölüme geçilir, ama geri­ye dönülmez. Oysa sağduyuyu zırh gibi bürünmüş olanlardan bile sağduyusu daha kuvvetli, sarsılmaz olan filozof, cinnete yaptığı sık ama kısa yolculuklardan geriye dönebilir. Kuşkusuz bazen de orada daim kalındığı olur. Bu da felsefenin bedelidir: Aklın cinnete ödediği kendi kefareti. "Felsefe sigorta şirketi değildir." diyen filozofu burada anımsamalı. Filozof yolunda giderken, yani felsefe yaparken arada şeytana uyup yoldan çıkmaktan çekinmez. Engelleri ortadan kaldırıp, doğrusu, kaldırdığını sanıp yolunu kolaylayan, yönünü bulan felsefe mühendisi­dir, filozof değil. Zira felsefe düz yolda yürümek değildir. Bu yoldan çıkmalarda edineceği yeni bakış açılarıyla filozof, kendi yolunu aydın­lık kılar. Çünkü sağduyu körlüğü, sağduyu ile yok edilemez; onun göz­lerini açmak için panzehirine, yani cinnete gerek vardır. Sağduyu zır­hından ya da aynı şey demek olan hapishanesinden kurtulamayan, üs­telik hapishanede bulduğunu dahi ayırt edemeyen bir felsefe, olsa olsa, örneğin ancak küt kafa bir pozitivizm olur. Sağduyu, ama bilim için as­la bir hapishane değildir; tersine onun anayurdudur. Bilim ile felsefe arasındaki ayrımı göremeyenler, bilime anayurt olarak verilen sağduyunun felsefeyi neden küt kafa bir pozitivizm yapacağını anlamazlar. Bir de şu var: Bilim ile felsefe arasındaki ayrılık, bir kişinin hem bilim ada­mı hem filozof olmasına engel değildir; nasıl ki bahçıvanın şoför de ol­masına bir engel yoksa. Sorun, bir kimsenin "bilimsel felsefe (?) yapı­yorum" diye ne bilim ne felsefe yapmasındadır.

Filozof kurta benzer: Dumanlı havayı sever. Onun dolaştığı yerler­de sis vardır. Ona bir sis lâmbası gerek. Bilim adamı ise duman kalksın ister.

Bilim, felsefe, metafizik, mistik kavramları dolayında, bunların benzer ve ayrı yönlerini burada göstermeye çalıştım. Bu kavramlar çev­reninde başlangıçtan beri asıl yapmaya çalıştığım yalnızca bir filozof tipolojisiydi. Ona kendi kültürümüzden renkler katmaktan da kendimi alamazdım. Her şeye rağmen bu tipin biricik olduğunu hiç söyleme­dim. Diyeceğim, her tip filozofa izin olmalıdır. Ama bana senin filozo­fun kimdir, onun bize bir resmini çiz diye sorulsaydı, o zaman bu yazı, o sorunun bir yanıtı olurdu.


Notlar:

1 – Bkz.Benjamin Lee Whorf, Sprache-Denken-Wirklichkeit. S. 12 , Rowohlt Taschenbuch Verlag, Hamburg 1988.

2 – Whorf, a.g.y., s.13.

3 - Bu konudaki ayrıntılı düşüncelerimiz için bkz. ‘’Sentetik ve Semantik Yapılar Arası İlişkiler Açısından Türkçe’ de Anlam Nasıl Oluşuyor,’’ İnsancıl . Saytı:16-17-18, İstanbul 1992.

4 – Wittgenstein, Bemerkungen über die Grundlagen der Mathematik, Teil V, 52.

5 - Wittgenstein, Über Gewissheit, 467/ 3.4.951

6 - Wittgenstein, Philosohische Grammatik, Teil I /II – 23.

7 - Wittgenstein, Bemerkungen über die Philosophie der Psychologie, Bd 2, 24.

8 - Wittgenstein, Vorlesungen über die Mathemartik, Cambridge 1930, VI



Kaynak: Ömer Naci Soykan - TÜRKİYE’DEN FELSEFE MANZARALARI

1 Yorum

26 Ağustos 2019 15:49  


"Derisini değiştirmeyen yılan,kafasını değiştirmeyen insan ölüme mahkumdur."

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP