Hakaret, Öfke, Sevginin Dalında
|
Beni iç dünyamla tanıyan bilir: İnsanın canıyla, teniyle ilgili yazdıklarımı yaşamışımdır. Hayatın yazıyı okşaması, avuçlaması, çimdiklemesi, ısırması, yazının tenini darbeleriyle çürütmesi, hayatın anlaşılmasında büyük bir imkan olarak görünüyor. Yazıyı hayatın ışığına, karanlığına, küçücük ayrıntılarına açmalı: İşte tam da orada, insanların zorlama makyajları dökülmeye başlıyor. İşte tam da orada, teorilerle sünnet çocukları gibi giydirilmemiş hayatı, çıplaklığı, mazlumluğu, hışmı, zulmü ve pençeleriyle üzerimize geliyor.
Orada bir öğrencimin kaygılı yüzü alacakaranlığı içinde görünüyor: “Yazınızı şişirmişsiniz. Ne zaman okusam aynı basmakalıp görüşleri yazıp duruyorsunuz.” İşte tam da burada, yazım çıkıyor ortaya. Yazımla birlikte hayatım. Hayatımdaki insanlar. Yazı böcekleri, civcivleri, serçeleri, leylekleri, horozları, tilkileri. “Sayın İnam, yazdıklarınızı anlamada zorlanıyoruz. Bize niçin kültürümüzün gereksinim duyduğu bilgileri vermiyor, dünyadaki felsefi akımlardan, ülkemizin içinde bulunduğu siyasal ortamdan söz etmiyorsunuz? Bize bilimi, matematiği, mantığı, iletişimi anlatın. Neden kişisel dünyanızdan, duygularınızdan, bol bol kelime cambazlığı yaparak söz ediyorsunuz? İnsanların böyle sözlere karnı tok. Dışımızda hepimizi ilgilendiren “gerçek” bir dünya var!”
Var galiba. Ama ben bu dünyada yaşamıyorum. Okur bilsin isterim. Ben o “gerçek” deyip betimlemeye kalkıştığınız dünyada değilim. Olmayacağım da.
İşimle ilgili bir yöntem kavgasında, bir meslektaşım benim yönetici olamayacağımı, çünkü yönetim kurullarında hiç sesimi çıkarmayıp sustuğumu, kavga etmediğimi söylüyor. Sevgiden, gönülden dem vurduğum için kurtlar sofrasında beni yerlermiş. “Çekil yöneticilikten” diyor. “Çekilmeyeceğim” diyorum. “Ne horozlanıyorsun, ulan” diyor bu sevgili profesör. “Yöneticilik yapabilir misin, bundan sonra, görürüz.” Kapıyı hızla vurup çıkıyor odadan. Öfkeyi ve bu arkadaşı seviyorum. Genç arkadaşlar, odada şaşkın, üzgün. İnsanlar iç yüzlerini gösteriyorlar. Hayatı bunun için seviyorum. Öfkeyi de. İnsanı ne güzel ele veriyor. Önce kendimi. Yazılarımı yayınlayan yayıncılara arada bir öfkeli mektuplar yazıyorum: “Paramı neden geciktiriyorsunuz?” “Demek ben, iktidar ve para tutkunu biriymişim” diyorum. “Kimim ben yahu?” diyorum.
“Tutmayan hakikatler eken, bahçesine.” Bir şarkının sözlerinden. Hakikatlerim tutsun diye, toprakla, güllerle, güneş ışığıyla, suyla, havayla, hatta ateşle bile uğraşıyorum. Hakikat bakım ister. Avuçlarımızda titreyen bir candır. Aşk değsin ister. Hakikatlerimizin üstüne titriyoruz. Bir hoyrat çiğnemesin. Çiğniyorlar. Hakaret hakikati çiğniyor. Öfkenin hakikate tahammülü yok. Oysa, hakikat öfkeye gülümsüyor, kucaklıyor onu. Hakikatlerimiz hakikat olamıyor. Yıkılıyoruz. Üryan. Garip. Mazlum.
Aynı toplantıda, kapıyı vurup çıkan profesörün ardından bir başka profesörün ironik bir yorumu çınlıyor kulağımda: “Hah işte, artık mazlumsun. Mazlumlar haklıdır!” Her zaman değil dostum. Nietzsche’nin mazlumları sevmeyişini seviyorum. Her hakarete uğrayan mazlum değildir. Her mazlum haklı değildir. Odama dönüyor ve yazıyorum: “Hayat, sana şükrediyorum: Bana kendimi ve insanları gösterdiğin için!” Her zaman sevgi ile üstüme gelmeni istemiyorum. Sevdiklerimin gazabıyla gel. Hakaret ve küfürle gel. Hayat, nasıl istersen öyle gel üstüme. Her mihnetine razıyım. Ey, hayyolan, hayat, bana duyur kendini. Yazının lav silahıyla, sevgilinin küçücük dudakları, düşüncenin buzdağıyla. Türkçemle.
“Her seçim bizden bir şeyler alıp götürüyor” diyor, duygulu bir dostum. Bir ud üstadını dinlerken düşünmüş bu, seçme afetini. Her seçim bir kayıp mıdır? Seçimlerin yok mudur kazananı? Ey, hayyolan ölüm, üstüme gel, korkum yok senden.
Kişisel tarihlerimiz ne kadar da Türkiye’nin tarihine benziyor! Hakikatlerimiz ne kadar da Türkiye’nin hakikatine. Türkiye, ne kadar dünyaya benziyor. Ve hakikatlerimiz, Türkiye ve dünya, ne kadar da farklı birbirinden. Kalem seni öpüp başıma koyuyorum.
Parktayım. Antalya. Dudaklarımda marpuç. Yanı başımda nargilem. Nargilemle yanıyorum. İnsan olabilmenin günahı ve sevabıyla dağlıyor duygularımı kızgın kömür. Çevremde okul kaçağı öğrenciler, birkaç polis, ucuz bir gazetenin bilmecelerini çözmeye çalışan bir işsiz. Masalarda fısıldayan aşıklar. Güneş puslu bir havada mütebessim. Yazı hayata değiyor. Kalemimi denize atıyorum.
Her gerginlik kaçırılan bir an demek. Her an bir sonsuzluk. “Gel keyfim gel” diyen sesi, hat sanatının inceliğinde işitiyorum. Hakaret ve öfkeyle açığa çıkan anı yakalamalıyım. Öfke bana hakikatimi öğretecek. Yüzlerimi.
Türkü çığıra çığıra gittiğimiz yolculukta, bir sevgili dostumun güleç yüzünde varıyorum türküye. Türkiye. Duyguları bir nakış gibi dokuyan ağıtlarda, dostumun ruhuna konuk gidiyorum. Derrida konukseverlikten söz ediyormuş. Öyleyse onunla aynı handa kalıyoruz. Hanlıyız. Handayız. Ama biraz yurtsuz. Hiçbir zaman ev sahibi değil, hep konuk. Hep yolcu. Abbas, haydi vakit tamam.
Yazmaya müebbet hapisim. Dünyayı tutturamamaya, kendimi tekrara. Ve tekrar yoktur. Söylediklerimiz arasındaki ayrımı göremeyenlere konuk gidemiyoruz. Bir yazarın yazgısı bu: Tükendi ve kendini tekrar ediyor. Okur da tükenir.
Tarihe gelin giden düşüncelerden olma çocuklarımıza nasıl bir emanet bırakacağız? Gönül gözleri kapanmasın. Dünyayı gönülleriyle yönetsinler, öfkeleriyle değil.
Gönül iktidarda değil. Olacak gibi de görünmüyor. Akıl iktidarda değil, olacak gibi de görünmüyor. Canımızın neden çıktığının bir başka tespitidir bu.
Gönül iktidar kollamaz. Akıl kollar. İktidar kollayan akıl, bozuk akıl olmuş.
Gönül henüz yazıda da yok. Yazı sarpa sarmış. Yazı namusunu koruyamıyor. Ona çırılçıplak kendini veren hayatı göremiyor. Kurnazlıklarından, tekniğinden kurtulamıyor. Öfkesini yenemiyor. Hayata ettiği bunca hakaretin yükü altında, gözler kan çanağına dönmüş.
Hakikati arayanlara muştumdur: Hakikat dostun bağında.
Kaynak: Ahmet İNAM - Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair (s.106-108)
Orada bir öğrencimin kaygılı yüzü alacakaranlığı içinde görünüyor: “Yazınızı şişirmişsiniz. Ne zaman okusam aynı basmakalıp görüşleri yazıp duruyorsunuz.” İşte tam da burada, yazım çıkıyor ortaya. Yazımla birlikte hayatım. Hayatımdaki insanlar. Yazı böcekleri, civcivleri, serçeleri, leylekleri, horozları, tilkileri. “Sayın İnam, yazdıklarınızı anlamada zorlanıyoruz. Bize niçin kültürümüzün gereksinim duyduğu bilgileri vermiyor, dünyadaki felsefi akımlardan, ülkemizin içinde bulunduğu siyasal ortamdan söz etmiyorsunuz? Bize bilimi, matematiği, mantığı, iletişimi anlatın. Neden kişisel dünyanızdan, duygularınızdan, bol bol kelime cambazlığı yaparak söz ediyorsunuz? İnsanların böyle sözlere karnı tok. Dışımızda hepimizi ilgilendiren “gerçek” bir dünya var!”
Var galiba. Ama ben bu dünyada yaşamıyorum. Okur bilsin isterim. Ben o “gerçek” deyip betimlemeye kalkıştığınız dünyada değilim. Olmayacağım da.
İşimle ilgili bir yöntem kavgasında, bir meslektaşım benim yönetici olamayacağımı, çünkü yönetim kurullarında hiç sesimi çıkarmayıp sustuğumu, kavga etmediğimi söylüyor. Sevgiden, gönülden dem vurduğum için kurtlar sofrasında beni yerlermiş. “Çekil yöneticilikten” diyor. “Çekilmeyeceğim” diyorum. “Ne horozlanıyorsun, ulan” diyor bu sevgili profesör. “Yöneticilik yapabilir misin, bundan sonra, görürüz.” Kapıyı hızla vurup çıkıyor odadan. Öfkeyi ve bu arkadaşı seviyorum. Genç arkadaşlar, odada şaşkın, üzgün. İnsanlar iç yüzlerini gösteriyorlar. Hayatı bunun için seviyorum. Öfkeyi de. İnsanı ne güzel ele veriyor. Önce kendimi. Yazılarımı yayınlayan yayıncılara arada bir öfkeli mektuplar yazıyorum: “Paramı neden geciktiriyorsunuz?” “Demek ben, iktidar ve para tutkunu biriymişim” diyorum. “Kimim ben yahu?” diyorum.
“Tutmayan hakikatler eken, bahçesine.” Bir şarkının sözlerinden. Hakikatlerim tutsun diye, toprakla, güllerle, güneş ışığıyla, suyla, havayla, hatta ateşle bile uğraşıyorum. Hakikat bakım ister. Avuçlarımızda titreyen bir candır. Aşk değsin ister. Hakikatlerimizin üstüne titriyoruz. Bir hoyrat çiğnemesin. Çiğniyorlar. Hakaret hakikati çiğniyor. Öfkenin hakikate tahammülü yok. Oysa, hakikat öfkeye gülümsüyor, kucaklıyor onu. Hakikatlerimiz hakikat olamıyor. Yıkılıyoruz. Üryan. Garip. Mazlum.
Aynı toplantıda, kapıyı vurup çıkan profesörün ardından bir başka profesörün ironik bir yorumu çınlıyor kulağımda: “Hah işte, artık mazlumsun. Mazlumlar haklıdır!” Her zaman değil dostum. Nietzsche’nin mazlumları sevmeyişini seviyorum. Her hakarete uğrayan mazlum değildir. Her mazlum haklı değildir. Odama dönüyor ve yazıyorum: “Hayat, sana şükrediyorum: Bana kendimi ve insanları gösterdiğin için!” Her zaman sevgi ile üstüme gelmeni istemiyorum. Sevdiklerimin gazabıyla gel. Hakaret ve küfürle gel. Hayat, nasıl istersen öyle gel üstüme. Her mihnetine razıyım. Ey, hayyolan, hayat, bana duyur kendini. Yazının lav silahıyla, sevgilinin küçücük dudakları, düşüncenin buzdağıyla. Türkçemle.
“Her seçim bizden bir şeyler alıp götürüyor” diyor, duygulu bir dostum. Bir ud üstadını dinlerken düşünmüş bu, seçme afetini. Her seçim bir kayıp mıdır? Seçimlerin yok mudur kazananı? Ey, hayyolan ölüm, üstüme gel, korkum yok senden.
Kişisel tarihlerimiz ne kadar da Türkiye’nin tarihine benziyor! Hakikatlerimiz ne kadar da Türkiye’nin hakikatine. Türkiye, ne kadar dünyaya benziyor. Ve hakikatlerimiz, Türkiye ve dünya, ne kadar da farklı birbirinden. Kalem seni öpüp başıma koyuyorum.
Parktayım. Antalya. Dudaklarımda marpuç. Yanı başımda nargilem. Nargilemle yanıyorum. İnsan olabilmenin günahı ve sevabıyla dağlıyor duygularımı kızgın kömür. Çevremde okul kaçağı öğrenciler, birkaç polis, ucuz bir gazetenin bilmecelerini çözmeye çalışan bir işsiz. Masalarda fısıldayan aşıklar. Güneş puslu bir havada mütebessim. Yazı hayata değiyor. Kalemimi denize atıyorum.
Her gerginlik kaçırılan bir an demek. Her an bir sonsuzluk. “Gel keyfim gel” diyen sesi, hat sanatının inceliğinde işitiyorum. Hakaret ve öfkeyle açığa çıkan anı yakalamalıyım. Öfke bana hakikatimi öğretecek. Yüzlerimi.
Türkü çığıra çığıra gittiğimiz yolculukta, bir sevgili dostumun güleç yüzünde varıyorum türküye. Türkiye. Duyguları bir nakış gibi dokuyan ağıtlarda, dostumun ruhuna konuk gidiyorum. Derrida konukseverlikten söz ediyormuş. Öyleyse onunla aynı handa kalıyoruz. Hanlıyız. Handayız. Ama biraz yurtsuz. Hiçbir zaman ev sahibi değil, hep konuk. Hep yolcu. Abbas, haydi vakit tamam.
Yazmaya müebbet hapisim. Dünyayı tutturamamaya, kendimi tekrara. Ve tekrar yoktur. Söylediklerimiz arasındaki ayrımı göremeyenlere konuk gidemiyoruz. Bir yazarın yazgısı bu: Tükendi ve kendini tekrar ediyor. Okur da tükenir.
Tarihe gelin giden düşüncelerden olma çocuklarımıza nasıl bir emanet bırakacağız? Gönül gözleri kapanmasın. Dünyayı gönülleriyle yönetsinler, öfkeleriyle değil.
Gönül iktidarda değil. Olacak gibi de görünmüyor. Akıl iktidarda değil, olacak gibi de görünmüyor. Canımızın neden çıktığının bir başka tespitidir bu.
Gönül iktidar kollamaz. Akıl kollar. İktidar kollayan akıl, bozuk akıl olmuş.
Gönül henüz yazıda da yok. Yazı sarpa sarmış. Yazı namusunu koruyamıyor. Ona çırılçıplak kendini veren hayatı göremiyor. Kurnazlıklarından, tekniğinden kurtulamıyor. Öfkesini yenemiyor. Hayata ettiği bunca hakaretin yükü altında, gözler kan çanağına dönmüş.
Hakikati arayanlara muştumdur: Hakikat dostun bağında.
Kaynak: Ahmet İNAM - Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair (s.106-108)