Soru Soran Adam Sokrates ve Platon
|
Atina'da 2400 yıl kadar önce bir adam, çok soru sorduğu için ölüme mahkum edildi. Ondan önce de filozoflar vardı, ama felsefe Sokrates'le birlikte şahlandı. Felsefenin koruyucu bir azizi varsa, o olsa olsa Sokrates'tir. Uzun burunlu, tombul, pasaklı ve bir parça tuhaf Sokrates, kalıplara uymayan bir adamdı. Görünüşü çirkindi, ender yıkanırdı ama muazzam bir karizmaya ve parlak bir zihne sahipti. Atina'daki herkes, onun gibi birinin olmadığı, muhtemelen böyle birinin bir daha dünyaya gelmeyeceği konusunda hemfikirdi. Nevi şahsına münhasırdı, ama aynı zamanda çok da sinir bozucuydu. Kendini insanı tatsız biçimde ısıran yapışkan bir at sineği olarak görüyordu. Onlar rahatsız edicidir, ama ciddi bir zarar vermezler. Gerçi Atina'da herkes aynı görüşte değildi. Sevenleri de vardı, tehlikeli bir etkisi olduğunu düşünenler de.
Gençliğinde Peloponez savaşında Spartalılara ve müttefiklerine karşı savaşan cesur bir askerdi. Orta yaşlarında pazar yerinde dolaşır, zaman zaman insanları durdurup onlara olmadık sorular sorardı. Yaptığı şey buydu aşağı yukarı. Ne var ki sorduğu sorular jilet gibi keskindi. Basit görünüyorlardı, ama öyle değillerdi.
Bunun bir örneği, Euthydemos'la diyaloguydu. Sokrates ona, aldatmanın ahlaksızlık sayılıp sayılamayacağını sorar. "Elbette sayılır," diye cevap verir Euthydemos. Apaçık ortada olduğunu düşünür. Sokrates ona şöyle sorar: Ya bir arkadaşın kendini çok kötü hissediyorsa ve kendini öldürebilecekse, sen de onun bıçağını çalarsan? Bu da aldatmak olmaz mı? Şüphesiz ki olur. Fakat böyle yapmak ahlaksızca değil de ahlaki değil midir? Her ne kadar aldatıcı bir edim olsa da kötü değil iyi bir şeydir. Eli kolu bağlanan Euthydemos, "evet" der. Zekice bir karşı örnek kullanan Sokrates, Euthydemos'un aldatıcı olanın ahlaksızca olduğu yönündeki genel yorumunun her durumda geçerli olmadığını göstermişti. Euthydemos bunu ilk kez farkediyordu.
Sokrates pazarda karşılaştığı insanların bildiklerini düşündükleri şeyi gerçekten bilmediklerini tekrar tekrar kanıtlamıştır. Bir ordu komutanı, "cesaret"le kastedilenin ne olduğunu bildiğinden kesinlikle emin olarak konuşmaya başlar, fakat Sokrates'in yanında geçirdiği yirmi dakikadan sonra tamamen kafası karışır. Bu oldukça sersemletici bir deneyim olmalıdır. Sokrates insanların gerçekte anladığı şeyin sınırlarını açığa çıkarmayı ve yaşamlarının temeli yaptıkları varsayımları sorgulamayı seviyordu. Herkesin ne kadar da az bildiğini fark etmesiyle son bulan diyalog, onun için bir başarıydı. Bir şeyi anlamadığın halde anladığını düşünmeye devam etmekten çok daha iyiydi.
O zamanlar Atina'da, zengin ailelerin oğulları eğitim almak üzere Sofistlere gönderilirdi. Sofistler öğrencilerini hitabet sanatında eğiten zeki hocalardı. Bunun için onlara yüksek ücretler ödenirdi. Onların aksine Sokrates hizmetleri için ücret almazdı. Aslında hiçbir şey bilmediğini iddia ederdi; dolayısıyla ne öğretebilirdi ki? Bu, öğrencileri ona gitmekten ve diyaloglarını dinlemekten alıkoymasa da onu Sofistlerin gözünde pek de sevilen biri yapmadı.
Bir gün arkadaşı Khairephon, Delphi'deki Apollon kahinine gitti. Kahin bilge, yaşlı bir kadın, ziyaretçilerin sorularını cevaplayan bir Apollon rahibesiydi. Cevapları genellikle bulmaca biçimindeydi. "Sokrates'ten daha bilge var mı?" diye sordu Khairephon. Cevap "hayır" oldu, "Sokrates'ten daha bilge kimse yok."
Khairephon bunu söylediğinde, Sokrates önce ona inanmadı. Gerçekten de şaşırmıştı. "Bu kadar az şey bilirken, Atina'daki en bilge kişi nasıl olabilirim?" diye hayret etti. Kendisinden daha bilge biri olup olmadığını görmek için yıllarını insanlara soru sormaya adadı.. En sonunda kahinin ne demek istediğini anladı ve haklı olduğunu fark etti. Çoğu insan yaptıkları çeşitli şeylerde iyiydi, marangoz marangozlukta iyiydi, askerler savaşmayı biliyorlardı. Ama hiçbiri hakiki anlamda bilge değildi. Ne hakkında konuştuklarını gerçekte bilmiyorlardı.
"Filozof' sözcüğü "bilgelik sevgisi" anlamına gelen Yunanca sözcüklerden meydana gelir. Bu kitabın izini sürdüğü Batı felsefesi geleneği, Doğu'dan gelen düşüncelerden de etkilenerek, eski Yunanlardan dünyanın geniş bir kısmına yayıldı. Değer verdiği bilgelik türü, argümana, akıl yürütmeye ve sorular sormaya dayanır, önemli biri doğru dedi diye bir şeye inanmaya değil. Sokrates için bilgelik, çok şey bilmek ya da bir şeyi nasıl yapacağını bilmek değildi. Bilgelikle neyi bilebileceğimizin sınırlarını da içererek, varoluşumuzun gerçek doğasını anlamayı kastediyordu. Günümüzde filozoflar az çok Sokrates'in yapmış olduğu şeyi yapıyorlar: Zor sorular sormak, sebeplere ve kanıtlara bakmak, gerçekliğin doğası ve nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili olarak kendimize sorabildiğimiz en önemli sorulardan bazılarını cevaplamaya çabalamak. Ancak Sokrates'ten farklı olarak modern filozoflar neredeyse iki bin beşyüz yıllık felsefi düşünce birikiminden yararlanırlar. Bu kitap, Sokrates'le başlayan olduğu Batı düşünce geleneğinde yazılar yazmış bazı ana düşünürlerin fikirlerini inceliyor.
Sokrates'i böyle bilge kılan şey, durmaksızın soru sorması ve düşüncelerini tartışmaya daima istekli olmasıdır. Yaşamın ancak ne yaptığınızı düşünürseniz yaşanmaya değer olduğunu söylemişti. Sorgulanmamış bir varoluş koyunlara uygundur, insanlara değil.
Sokrates bir filozof için alışılmadık biçimde bir şeyler yazmayı reddetti. Ona göre konuşmak yazmaktan daha iyiydi. Yazılı sözcükler insana karşılık vermez; onları anlamadığınızda açıklama yapamazlardı. Sokrates yüz yüze konuşmanın çok daha iyi olduğuna inanıyordu. Konuşma sırasında konuştuğumuz kişinin nasıl biri olduğunu hesaba katabilir; mesajın yerini bulması için söyleyeceklerimizi buna göre uyarlayabiliriz. Sokrates yazmayı reddettiği için bu büyük insanın inandığı ve tartıştığı düşüncelerin çoğunu en parlak öğrencisi Platon'un eserleri yoluyla öğreniriz. Platon, Sokrates ile soru sorduğu insanlar arasındaki bir dizi diyalogu kaleme almıştır. Bunlar Platon Diyalogları olarak bilinir ve büyük felsefe eserleri olduğu kadar büyük edebiyat eserleridir, bazı açılardan Platon zamanının Shakespeare'iydi. Bu diyalogları okurken, Sokrates'in nasıl biri olduğu, zeki ve insanı çileden çıkartan kişiliği hakkında bir fikir ediniriz.
Aslında bu o kadar da basit değildir, çünkü Platon'un Sokrates'in gerçekten söylediği bir şeyi mi yazdığını yoksa "Sokrates" diye adlandırdığı karakterin ağzından kendi düşüncelerini mi aktardığını her zaman ayırt edemeyiz.
Çoğu insan, dünyanın göründüğü gibi olmadığı düşüncesinin Sokrates'e değil de Platon'a ait olduğuna inanır. Görünüş ile gerçeklik arasında önemli bir fark vardır. Pek çoğumuz görünüşle gerçekliği karıştırırız. Anladığımızı düşünürüz, fakat anlamayız. Platon dünyanın gerçekte nasıl olduğunu yalnızca filozofların anladığını düşünür. Filozof duyularına dayanarak değil de düşünmeyle gerçekliğin doğasını keşfederler.
Bu fikri anlatmak için Platon bir mağarayı betimler. Bu hayali mağarada, yüzleri duvara dönük, zincirlerle bağlı insanlar vardır. Önlerinde, gerçek şeyler olduğuna inandıkları titreşen gölgeleri görebilirler. Gördükleri gerçek değil, arkalarında yanan bir ateşin önünde duran nesnelerin meydana getirdiği gölgelerdir. Bu insanlar tüm yaşamlarını, duvara yansıyan gölgelerin gerçek dünya olduğunu düşünerek geçirirler. Sonrasında içlerinden biri zincirlerini kırar ve ateşe doğru döner. Gözleri ilkin bulanıktır, ama sonra nerede olduğunu görmeye başlar. Mağaradan sendeleyerek çıkar ve nihayet güneşe bakabilir. Mağaraya geri döndüğünde, dışarıdaki dünya hakkında söylediklerine kimse inanmaz. Zincirlerini kıran kişi bir filozof gibidir. Görünüşlerin ötesini görür. Sıradan bir insan gerçeklik hakkında az bir fikre sahiptir, çünkü onu derinlemesine düşünmektense, hemen önünde duran şeye bakmaktan hoşnuttur. Ne var ki görünüşler aldatıcıdır. Gördükleri gölgelerdir, gerçeklik değil.
Bu mağara hikayesi, Platon'un Formlar Teorisi olarak bilinegelen şeyle bağlantılıdır. Bunu anlamanın en kolay yolu bir örnek aracılığıyladır. Yaşamınız boyunca gördüğünüz bütün daireleri düşünün. Bunlardan herhangi biri mükemmel bir daire miydi? Hayır. Hiçbiri tamamen kusursuz değildi. Kusursuz bir dairenin çevresindeki her nokta merkezdeki noktadan tamı tamına aynı uzaklıktadır. Gerçek daireler bu koşula asla tam olarak uymaz. Öte yandan, "kusursuz daire" sözcüklerini kullandığımda ne demek istediğimi anlamıştınız. O kusursuz daire nedir peki? Platon kusursuz daire düşüncesinin bir daire Formu olduğunu söylerdi. Dairenin ne olduğunu anlamak istersek, daire Formuna odaklanmamız gerekmektedir; hepsi de bir açıdan kusurlu olan görsel duyularımız yoluyla deneyimleyebildiğimiz yada çizdiğimiz gerçek dairelere değil. Benzer şekilde Platon, iyiliğin ne olduğunu anlamak istiyorsak, onun tanık olduğumuz tikel örneklerine değil, iyilik Formuna yoğunlaşmamız gerektiğini düşünmüştür. Filozoflar bu soyut yoldan Formlar hakkında düşünmeye en uygun insanlardır; sıradan insanlar dünya tarafından yanlış yönlendirilirler, çünkü onu duyular aracılığıyla kavrarlar.
Filozoflar gerçeklik üzerine düşünmede iyi oldukları için Platon onların sorumlu olmaları ve politik gücün tamamını ellerinde bulundurmaları gerektiğine inanmıştır. En ünlü eseri olan Devlet'te, hayali bir mükemmel toplum betimledi. Filozoflar en tepede olacak, özel bir eğitim alacaklardı; buna karşılık yönettikleri yurttaşlar uğruna kendi zevklerini bir yana bırakacaklardı. Onların altında, ülkeyi korumak üzere eğitilmiş askerler, onların da altında çalışan kesim olacaktı. Bu üç grubun mükemmel bir denge içinde olacağını düşünüyordu Platon; akılcı kısmının duyguları ve arzuları kontrol altında tuttuğu dengeli bir zihin gibi. Ne yazık ki onun toplum modeli son derece anti-demokratikti ve insanları yalanların ve gücün birleşimiyle kontrol altında tutuyordu. Platon çoğu sanatı, gerçekliği yanlış temsil ettikleri gerekçesiyle yasaklardı. Ressam görünüşleri resmeder, fakat görünüşler Formlar hakkında aldatıcıdır. Platon'un ideal devletinde yaşamın her yönü, yukarıdan sıkı kontrol altında olacaktır. Bugün bizim totaliter devlet olarak adlandıracağımız şeydir bu. Platon insanların oy vermesine izin vermenin, yolcuların geminin dümeninde olmasına izin vermekten farksız olduğunu düşünmüştür - dizginleri, ne yaptıklarını bilen insanlara vermek çok daha iyiydi.
Beşinci yüzyıl Atina'sı Platon'un Devlet'te hayal ettiği toplumdan oldukça farklıydı. Bir tür demokrasiydi ama nüfusun yalnızca yüzde onu oy kullanabiliyordu. Sözgelimi kadınlar ve köleler otomatik olarak dışlanıyordu. Ama yurttaşlar yasa önünde eşitti ve herkesin siyasi kararları etkilemekte eşit şansı olmasını garantiye alan kapsamlı bir seçim sistemi vardı.
Atinalılar genel olarak Sokrates'e Platon kadar yüksek değer vermiyorlardı. Tam tersine, pek çok Atinalı Sokrates'in tehlikeli olduğu, kasıtlı olarak hükümete zarar verdiği düşüncesindeydi. İÔ 399'da, Sokrates 70 yaşındayken, bu Atinalılardan biri olan Meletos onu mahkemeye verdi. Sokrates'in Atina tanrılarını ihmal ettiğini, onların yerine yeni tanrılar koyduğunu iddia ediyordu. Atina'nın gençlerini yoldan çıkardığı, onları otoriteye karşı gelmeleri için teşvik ettiğini de söylüyordu. Her ikisi de çok ciddi suçlamalardı. Ne derece doğru olduklarını bilmek bugün için güçtür. Sokrates öğrencilerini devletin dinine uymamaya teşvik etmiş olabilirdi gerçekten de. Atina demokrasisiyle alay etmekten keyif aldığını gösteren bazı kanıtlar yok değildir. Bu onun karakteriyle de tutarlı olurdu. Kesin olan tek şey vardı: Pek çok Atinalı onun cezalandırılması gerektiğine inanıyordu.
Suçlu olup olmadığına dair oylama yaptılar. Büyük jüriyi oluşturan 501 yurttaşın yarısından biraz fazlası onu suçlu bularak ölüme mahkum etti. İstese onları ikna ederek muhtemelen ölümden kurtulabilirdi. Böyle yapmak yerine, atsineği olarak ününe toz kondurmamak istercesine, yanlış bir şey yapmadığını ve Atinalıların onu cezalandırmak yerine ömrü boyunca bedava yemekle ödüllendirmeleri gerektiğini söyleyerek onları daha da kızdırdı. Bu pek de hoş karşılanmadı.
Bedeni yavaş yavaş felç eden bir bitki olan baldırandan yapılan zehri içmeye zorlanarak idam edildi. Sokrates karısı ve üç oğluyla vedalaştı, sonra öğrencilerini etrafına topladı. Cevaplaması zor sorular sormadan, sessiz sedasız yaşamaya devam etmek gibi bir seçeneği olsa bile bunu kabul etmektense ölmeyi yeğlerdi. Her şeyi sorgulamayı sürdürmesini söyleyen bir iç sese sahipti ve ona ihanet edemezdi. Sonra bardaktaki zehri içti. Kısa bir süre sonra öldü.
Sokrates, Platon'un diyaloglarında yaşamaya devam eder. Durmaksızın soru soran, şeylerin gerçekte nasıl olduklarını düşünmeyi bırakmaktansa ölmeyi tercih eden bu inatçı adam, o zamandan beri filozoflar için ilham kaynağı olmuştur.
Sokrates'in birincil etkisi etrafındakiler üzerindeydi. Hocasının ölümünün ardından Platon, Sokrates'in ilkelerine bağlı kalarak felsefe öğretmeye devam etti. Gelmiş geçmiş en etkileyici öğrencisi ise, ikisinden de çok farklı türde bir düşünür olan Aristoteles'ti.
Kaynak: Nigel Warburton - Felsefenin Kısa Tarihi
Gençliğinde Peloponez savaşında Spartalılara ve müttefiklerine karşı savaşan cesur bir askerdi. Orta yaşlarında pazar yerinde dolaşır, zaman zaman insanları durdurup onlara olmadık sorular sorardı. Yaptığı şey buydu aşağı yukarı. Ne var ki sorduğu sorular jilet gibi keskindi. Basit görünüyorlardı, ama öyle değillerdi.
Bunun bir örneği, Euthydemos'la diyaloguydu. Sokrates ona, aldatmanın ahlaksızlık sayılıp sayılamayacağını sorar. "Elbette sayılır," diye cevap verir Euthydemos. Apaçık ortada olduğunu düşünür. Sokrates ona şöyle sorar: Ya bir arkadaşın kendini çok kötü hissediyorsa ve kendini öldürebilecekse, sen de onun bıçağını çalarsan? Bu da aldatmak olmaz mı? Şüphesiz ki olur. Fakat böyle yapmak ahlaksızca değil de ahlaki değil midir? Her ne kadar aldatıcı bir edim olsa da kötü değil iyi bir şeydir. Eli kolu bağlanan Euthydemos, "evet" der. Zekice bir karşı örnek kullanan Sokrates, Euthydemos'un aldatıcı olanın ahlaksızca olduğu yönündeki genel yorumunun her durumda geçerli olmadığını göstermişti. Euthydemos bunu ilk kez farkediyordu.
Sokrates pazarda karşılaştığı insanların bildiklerini düşündükleri şeyi gerçekten bilmediklerini tekrar tekrar kanıtlamıştır. Bir ordu komutanı, "cesaret"le kastedilenin ne olduğunu bildiğinden kesinlikle emin olarak konuşmaya başlar, fakat Sokrates'in yanında geçirdiği yirmi dakikadan sonra tamamen kafası karışır. Bu oldukça sersemletici bir deneyim olmalıdır. Sokrates insanların gerçekte anladığı şeyin sınırlarını açığa çıkarmayı ve yaşamlarının temeli yaptıkları varsayımları sorgulamayı seviyordu. Herkesin ne kadar da az bildiğini fark etmesiyle son bulan diyalog, onun için bir başarıydı. Bir şeyi anlamadığın halde anladığını düşünmeye devam etmekten çok daha iyiydi.
O zamanlar Atina'da, zengin ailelerin oğulları eğitim almak üzere Sofistlere gönderilirdi. Sofistler öğrencilerini hitabet sanatında eğiten zeki hocalardı. Bunun için onlara yüksek ücretler ödenirdi. Onların aksine Sokrates hizmetleri için ücret almazdı. Aslında hiçbir şey bilmediğini iddia ederdi; dolayısıyla ne öğretebilirdi ki? Bu, öğrencileri ona gitmekten ve diyaloglarını dinlemekten alıkoymasa da onu Sofistlerin gözünde pek de sevilen biri yapmadı.
Bir gün arkadaşı Khairephon, Delphi'deki Apollon kahinine gitti. Kahin bilge, yaşlı bir kadın, ziyaretçilerin sorularını cevaplayan bir Apollon rahibesiydi. Cevapları genellikle bulmaca biçimindeydi. "Sokrates'ten daha bilge var mı?" diye sordu Khairephon. Cevap "hayır" oldu, "Sokrates'ten daha bilge kimse yok."
Khairephon bunu söylediğinde, Sokrates önce ona inanmadı. Gerçekten de şaşırmıştı. "Bu kadar az şey bilirken, Atina'daki en bilge kişi nasıl olabilirim?" diye hayret etti. Kendisinden daha bilge biri olup olmadığını görmek için yıllarını insanlara soru sormaya adadı.. En sonunda kahinin ne demek istediğini anladı ve haklı olduğunu fark etti. Çoğu insan yaptıkları çeşitli şeylerde iyiydi, marangoz marangozlukta iyiydi, askerler savaşmayı biliyorlardı. Ama hiçbiri hakiki anlamda bilge değildi. Ne hakkında konuştuklarını gerçekte bilmiyorlardı.
"Filozof' sözcüğü "bilgelik sevgisi" anlamına gelen Yunanca sözcüklerden meydana gelir. Bu kitabın izini sürdüğü Batı felsefesi geleneği, Doğu'dan gelen düşüncelerden de etkilenerek, eski Yunanlardan dünyanın geniş bir kısmına yayıldı. Değer verdiği bilgelik türü, argümana, akıl yürütmeye ve sorular sormaya dayanır, önemli biri doğru dedi diye bir şeye inanmaya değil. Sokrates için bilgelik, çok şey bilmek ya da bir şeyi nasıl yapacağını bilmek değildi. Bilgelikle neyi bilebileceğimizin sınırlarını da içererek, varoluşumuzun gerçek doğasını anlamayı kastediyordu. Günümüzde filozoflar az çok Sokrates'in yapmış olduğu şeyi yapıyorlar: Zor sorular sormak, sebeplere ve kanıtlara bakmak, gerçekliğin doğası ve nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili olarak kendimize sorabildiğimiz en önemli sorulardan bazılarını cevaplamaya çabalamak. Ancak Sokrates'ten farklı olarak modern filozoflar neredeyse iki bin beşyüz yıllık felsefi düşünce birikiminden yararlanırlar. Bu kitap, Sokrates'le başlayan olduğu Batı düşünce geleneğinde yazılar yazmış bazı ana düşünürlerin fikirlerini inceliyor.
Sokrates'i böyle bilge kılan şey, durmaksızın soru sorması ve düşüncelerini tartışmaya daima istekli olmasıdır. Yaşamın ancak ne yaptığınızı düşünürseniz yaşanmaya değer olduğunu söylemişti. Sorgulanmamış bir varoluş koyunlara uygundur, insanlara değil.
Sokrates bir filozof için alışılmadık biçimde bir şeyler yazmayı reddetti. Ona göre konuşmak yazmaktan daha iyiydi. Yazılı sözcükler insana karşılık vermez; onları anlamadığınızda açıklama yapamazlardı. Sokrates yüz yüze konuşmanın çok daha iyi olduğuna inanıyordu. Konuşma sırasında konuştuğumuz kişinin nasıl biri olduğunu hesaba katabilir; mesajın yerini bulması için söyleyeceklerimizi buna göre uyarlayabiliriz. Sokrates yazmayı reddettiği için bu büyük insanın inandığı ve tartıştığı düşüncelerin çoğunu en parlak öğrencisi Platon'un eserleri yoluyla öğreniriz. Platon, Sokrates ile soru sorduğu insanlar arasındaki bir dizi diyalogu kaleme almıştır. Bunlar Platon Diyalogları olarak bilinir ve büyük felsefe eserleri olduğu kadar büyük edebiyat eserleridir, bazı açılardan Platon zamanının Shakespeare'iydi. Bu diyalogları okurken, Sokrates'in nasıl biri olduğu, zeki ve insanı çileden çıkartan kişiliği hakkında bir fikir ediniriz.
Aslında bu o kadar da basit değildir, çünkü Platon'un Sokrates'in gerçekten söylediği bir şeyi mi yazdığını yoksa "Sokrates" diye adlandırdığı karakterin ağzından kendi düşüncelerini mi aktardığını her zaman ayırt edemeyiz.
Çoğu insan, dünyanın göründüğü gibi olmadığı düşüncesinin Sokrates'e değil de Platon'a ait olduğuna inanır. Görünüş ile gerçeklik arasında önemli bir fark vardır. Pek çoğumuz görünüşle gerçekliği karıştırırız. Anladığımızı düşünürüz, fakat anlamayız. Platon dünyanın gerçekte nasıl olduğunu yalnızca filozofların anladığını düşünür. Filozof duyularına dayanarak değil de düşünmeyle gerçekliğin doğasını keşfederler.
Bu fikri anlatmak için Platon bir mağarayı betimler. Bu hayali mağarada, yüzleri duvara dönük, zincirlerle bağlı insanlar vardır. Önlerinde, gerçek şeyler olduğuna inandıkları titreşen gölgeleri görebilirler. Gördükleri gerçek değil, arkalarında yanan bir ateşin önünde duran nesnelerin meydana getirdiği gölgelerdir. Bu insanlar tüm yaşamlarını, duvara yansıyan gölgelerin gerçek dünya olduğunu düşünerek geçirirler. Sonrasında içlerinden biri zincirlerini kırar ve ateşe doğru döner. Gözleri ilkin bulanıktır, ama sonra nerede olduğunu görmeye başlar. Mağaradan sendeleyerek çıkar ve nihayet güneşe bakabilir. Mağaraya geri döndüğünde, dışarıdaki dünya hakkında söylediklerine kimse inanmaz. Zincirlerini kıran kişi bir filozof gibidir. Görünüşlerin ötesini görür. Sıradan bir insan gerçeklik hakkında az bir fikre sahiptir, çünkü onu derinlemesine düşünmektense, hemen önünde duran şeye bakmaktan hoşnuttur. Ne var ki görünüşler aldatıcıdır. Gördükleri gölgelerdir, gerçeklik değil.
Bu mağara hikayesi, Platon'un Formlar Teorisi olarak bilinegelen şeyle bağlantılıdır. Bunu anlamanın en kolay yolu bir örnek aracılığıyladır. Yaşamınız boyunca gördüğünüz bütün daireleri düşünün. Bunlardan herhangi biri mükemmel bir daire miydi? Hayır. Hiçbiri tamamen kusursuz değildi. Kusursuz bir dairenin çevresindeki her nokta merkezdeki noktadan tamı tamına aynı uzaklıktadır. Gerçek daireler bu koşula asla tam olarak uymaz. Öte yandan, "kusursuz daire" sözcüklerini kullandığımda ne demek istediğimi anlamıştınız. O kusursuz daire nedir peki? Platon kusursuz daire düşüncesinin bir daire Formu olduğunu söylerdi. Dairenin ne olduğunu anlamak istersek, daire Formuna odaklanmamız gerekmektedir; hepsi de bir açıdan kusurlu olan görsel duyularımız yoluyla deneyimleyebildiğimiz yada çizdiğimiz gerçek dairelere değil. Benzer şekilde Platon, iyiliğin ne olduğunu anlamak istiyorsak, onun tanık olduğumuz tikel örneklerine değil, iyilik Formuna yoğunlaşmamız gerektiğini düşünmüştür. Filozoflar bu soyut yoldan Formlar hakkında düşünmeye en uygun insanlardır; sıradan insanlar dünya tarafından yanlış yönlendirilirler, çünkü onu duyular aracılığıyla kavrarlar.
Filozoflar gerçeklik üzerine düşünmede iyi oldukları için Platon onların sorumlu olmaları ve politik gücün tamamını ellerinde bulundurmaları gerektiğine inanmıştır. En ünlü eseri olan Devlet'te, hayali bir mükemmel toplum betimledi. Filozoflar en tepede olacak, özel bir eğitim alacaklardı; buna karşılık yönettikleri yurttaşlar uğruna kendi zevklerini bir yana bırakacaklardı. Onların altında, ülkeyi korumak üzere eğitilmiş askerler, onların da altında çalışan kesim olacaktı. Bu üç grubun mükemmel bir denge içinde olacağını düşünüyordu Platon; akılcı kısmının duyguları ve arzuları kontrol altında tuttuğu dengeli bir zihin gibi. Ne yazık ki onun toplum modeli son derece anti-demokratikti ve insanları yalanların ve gücün birleşimiyle kontrol altında tutuyordu. Platon çoğu sanatı, gerçekliği yanlış temsil ettikleri gerekçesiyle yasaklardı. Ressam görünüşleri resmeder, fakat görünüşler Formlar hakkında aldatıcıdır. Platon'un ideal devletinde yaşamın her yönü, yukarıdan sıkı kontrol altında olacaktır. Bugün bizim totaliter devlet olarak adlandıracağımız şeydir bu. Platon insanların oy vermesine izin vermenin, yolcuların geminin dümeninde olmasına izin vermekten farksız olduğunu düşünmüştür - dizginleri, ne yaptıklarını bilen insanlara vermek çok daha iyiydi.
Beşinci yüzyıl Atina'sı Platon'un Devlet'te hayal ettiği toplumdan oldukça farklıydı. Bir tür demokrasiydi ama nüfusun yalnızca yüzde onu oy kullanabiliyordu. Sözgelimi kadınlar ve köleler otomatik olarak dışlanıyordu. Ama yurttaşlar yasa önünde eşitti ve herkesin siyasi kararları etkilemekte eşit şansı olmasını garantiye alan kapsamlı bir seçim sistemi vardı.
Atinalılar genel olarak Sokrates'e Platon kadar yüksek değer vermiyorlardı. Tam tersine, pek çok Atinalı Sokrates'in tehlikeli olduğu, kasıtlı olarak hükümete zarar verdiği düşüncesindeydi. İÔ 399'da, Sokrates 70 yaşındayken, bu Atinalılardan biri olan Meletos onu mahkemeye verdi. Sokrates'in Atina tanrılarını ihmal ettiğini, onların yerine yeni tanrılar koyduğunu iddia ediyordu. Atina'nın gençlerini yoldan çıkardığı, onları otoriteye karşı gelmeleri için teşvik ettiğini de söylüyordu. Her ikisi de çok ciddi suçlamalardı. Ne derece doğru olduklarını bilmek bugün için güçtür. Sokrates öğrencilerini devletin dinine uymamaya teşvik etmiş olabilirdi gerçekten de. Atina demokrasisiyle alay etmekten keyif aldığını gösteren bazı kanıtlar yok değildir. Bu onun karakteriyle de tutarlı olurdu. Kesin olan tek şey vardı: Pek çok Atinalı onun cezalandırılması gerektiğine inanıyordu.
Suçlu olup olmadığına dair oylama yaptılar. Büyük jüriyi oluşturan 501 yurttaşın yarısından biraz fazlası onu suçlu bularak ölüme mahkum etti. İstese onları ikna ederek muhtemelen ölümden kurtulabilirdi. Böyle yapmak yerine, atsineği olarak ününe toz kondurmamak istercesine, yanlış bir şey yapmadığını ve Atinalıların onu cezalandırmak yerine ömrü boyunca bedava yemekle ödüllendirmeleri gerektiğini söyleyerek onları daha da kızdırdı. Bu pek de hoş karşılanmadı.
Bedeni yavaş yavaş felç eden bir bitki olan baldırandan yapılan zehri içmeye zorlanarak idam edildi. Sokrates karısı ve üç oğluyla vedalaştı, sonra öğrencilerini etrafına topladı. Cevaplaması zor sorular sormadan, sessiz sedasız yaşamaya devam etmek gibi bir seçeneği olsa bile bunu kabul etmektense ölmeyi yeğlerdi. Her şeyi sorgulamayı sürdürmesini söyleyen bir iç sese sahipti ve ona ihanet edemezdi. Sonra bardaktaki zehri içti. Kısa bir süre sonra öldü.
Sokrates, Platon'un diyaloglarında yaşamaya devam eder. Durmaksızın soru soran, şeylerin gerçekte nasıl olduklarını düşünmeyi bırakmaktansa ölmeyi tercih eden bu inatçı adam, o zamandan beri filozoflar için ilham kaynağı olmuştur.
Sokrates'in birincil etkisi etrafındakiler üzerindeydi. Hocasının ölümünün ardından Platon, Sokrates'in ilkelerine bağlı kalarak felsefe öğretmeye devam etti. Gelmiş geçmiş en etkileyici öğrencisi ise, ikisinden de çok farklı türde bir düşünür olan Aristoteles'ti.
Kaynak: Nigel Warburton - Felsefenin Kısa Tarihi