Felsefi Dünya Görüşü
|
Max SCHELER
“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz,” Platon’un bu sözü bugün de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinsel veya herhangi başka bir gelenek yoluyla edinir. Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan insanlar, kendi akıllarına dayanma cesaretini göstermelidirler. Ayrıca, alışılagelen bütün kanıları kuşkuyla karşılamalı, açık seçik ve temellendirilebilir olmayan hiçbir düşünceyi kabullenmemelidirler. Gerçi felsefe her zaman üstün bir düşünür kişiliğin çevresinde toplanan seçkinlerin işi olmuştur, fakat felsefi dünya görüşü her zaman insanlık tarihini etkilemiştir. Bütün tarih aslında seçkinlerin ve onları izleyenlerin bir ürünüdür. Felsefi seçkinler zümresinin etkileyici gücüne örnek olarak Platon ve Aristoteles’in Kilise üzerindeki etkisini; Kant, Fichte, Schelling ve Hegel’in de özgürlük savaşları Almanya’sındaki politika, askerlik, edebiyat ve eğitim alanındaki etkilerini gösterebiliriz.
Kısa bir süre öncesine kadar Alman felsefesi -özellikle akademik felsefe- belli bir dünya görüşünün ortaya konulmasından vazgeçmişti. Akademik felsefe yıllarca pozitif bilimlerin yalnızca bir hizmetçisi olmakla ve bunların yöntem ve amaçlarını incelemekle yetindi. Böylece 19. yüzyılın son çeyreğinde felsefi araştırmalar bilgi kuramı ile deneysel psikoloji çerçevesi içine hapsoldu. Oysa felsefe ne bir dinin ne de bir bilimin hizmetçisi olabilir.
Bu görüş ışığında felsefe son yıllarda niteliği ve amaçları bakımından derin bir değişikliğe uğradı. Felsefe büyük çabalar sonucunda “metafizik” denilen problemleri belli bir çözüme götürmek için, pozitif bilimlerin önderliğinde değil ama onlarla işbirliği yaparak, yeniden temelli ve kesin yöntemler kazandı. Mezafîziğin her türünü reddeden üç büyük düşünce akımı -pozitivizm, Yeni Kantçılık ve historizm (tarihselcilik)- günümüzde büyük ölçüde etkisini yitirdi. Pozitivizm, gerek varlık gerekse bilgi formlarını duyu verilerinden türetti ve bütün metafizik sorular ile bu sorulara verilen cevapların anlamsız olduğunu, bunların yanıltıcı bir “düşünce alışkanlığına dayandığını ileri sürdü (Emst Mach, Avenarius). Günümüzdeki Kant araştırmalarına göre; Yeni Kantçılığın, Kant’ı neredeyse tümüyle yanlış anladığı ve metafizik problemlerini insan aklının kalıcı problemleri olarak görüp, bunların çözülebilirliliğini reddettiği belirlenmiştir.
Tarihselcilik için ise gerek dinsel gerek felsefi bütün dünya görüşleri değişen tarihsel ve toplumsal yaşam koşullarının birer anlatım biçimiydi (Kari Marx, W. b Dilthey, O. Spengler). Bu üç düşünce akımının metafizik karşısındaki olumsuz tavrı günümüzde artık geçerli bir tavır olmaktan çıkmıştır. Fakat asıl gerekli olan, bu tavrın geçersizliğini kanıtlamak değil, yeni, olumlu bir düşünceyi ortaya koymaktır. İnsan istediği gibi metafizik bir düşünce kurma ya da kurmama özgürlüğüne sahip değildir. Metafizik düşünce, kendi başına olan, varlığını yalnız kendisinden alan ve bütün diğer var olanların kendisine bağlı olduğu, insanın ve dünyanın temeli olan şey üzerindeki düşüncedir. İnsan, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği veya gelenek aracılığı ile her zaman böyle bir düşünceye, böyle bir duyguya sahip olmuştur. O, mutlak olan üzerinde ancak iyi ve akla uygun ya da kötü ve akla aykırı bir düşünce kurma özgürlüğüne sahiptir. Kendi bilinci önünde mutlak bir varlık alanının bulunması insana özgü bir niteliktir. Bu alanın bilincini insan kasıtlı olarak arka plana iterek dünyanın duyusal kabuğuna yapışabilir. Bununla birlikte insandaki manevi kişiliğin merkezi, insanın duygu hayatı körleşir, insan mutlak var olanın en yüksek değerin alanını, bilerek veya bilmeyerek, kendi yaşamında sanki mutlakmış gibi gördüğü sonlu bir şeyle, sonlu bir değerle de karşılaştırabilir; para, ulus ve sevilen bir insana bu gözle bakılabilir. Bu ise eşyaya tapma ve putperesliktir. Böyle bir ruh durumunu aşabilmesi için, insanın şunu öğrenmesi gerekir: İnsan kendisiyle hesaplaşarak, mutlak bir varlığın, mutlak bir değerin yerine geçen kendisindeki “put”un bilincine varmalı ve onu parçalamalıdır; büyük sevgiyle bağlandığı şeyi sonlu dünyadaki yerine geri vermelidir. O zaman mutlak olanın alanı yeniden ortaya çıkar ve ancak o zaman insan mutlak varlık üzerinde bağımsız olarak felsefe yapabilecek duruma gelebilir.
Mutlak varlık üzerinde özgür felsefi araştırmayı olanaklı kılan, yalnızca metafiziğin gerçekliği değil, aynı zamanda insanın, dikkatli bir şekilde belirlenen sınırlar içinde kalarak, bütün şeylerin temelini bilmeyi sağlayan bilgi araçlarına da sahip olmasıdır. Bu, her zaman eksik ama somut, açık ve objesine uygun bir bilgidir. Ve insan, kişiliğinde şeylerin temelinden pay alma, şeylerin temeline katılma yeteneğine de sahiptir.
İnsan üç türlü bilme yetisiyle donatılmıştır: Egemen olmanın ya da başarının bilgisi, öz bilgisi ve metafizik bilgi. Bu üç tür bilginin hiçbiri kendisi için değildir. Her bilgi türü belli bir var olanın, ya nesnelerin, ya insanın kendisinin ya da mutlak olanın şekillendirilmesi amacını güder.
“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz,” Platon’un bu sözü bugün de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinsel veya herhangi başka bir gelenek yoluyla edinir. Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan insanlar, kendi akıllarına dayanma cesaretini göstermelidirler. Ayrıca, alışılagelen bütün kanıları kuşkuyla karşılamalı, açık seçik ve temellendirilebilir olmayan hiçbir düşünceyi kabullenmemelidirler. Gerçi felsefe her zaman üstün bir düşünür kişiliğin çevresinde toplanan seçkinlerin işi olmuştur, fakat felsefi dünya görüşü her zaman insanlık tarihini etkilemiştir. Bütün tarih aslında seçkinlerin ve onları izleyenlerin bir ürünüdür. Felsefi seçkinler zümresinin etkileyici gücüne örnek olarak Platon ve Aristoteles’in Kilise üzerindeki etkisini; Kant, Fichte, Schelling ve Hegel’in de özgürlük savaşları Almanya’sındaki politika, askerlik, edebiyat ve eğitim alanındaki etkilerini gösterebiliriz.
Kısa bir süre öncesine kadar Alman felsefesi -özellikle akademik felsefe- belli bir dünya görüşünün ortaya konulmasından vazgeçmişti. Akademik felsefe yıllarca pozitif bilimlerin yalnızca bir hizmetçisi olmakla ve bunların yöntem ve amaçlarını incelemekle yetindi. Böylece 19. yüzyılın son çeyreğinde felsefi araştırmalar bilgi kuramı ile deneysel psikoloji çerçevesi içine hapsoldu. Oysa felsefe ne bir dinin ne de bir bilimin hizmetçisi olabilir.
Bu görüş ışığında felsefe son yıllarda niteliği ve amaçları bakımından derin bir değişikliğe uğradı. Felsefe büyük çabalar sonucunda “metafizik” denilen problemleri belli bir çözüme götürmek için, pozitif bilimlerin önderliğinde değil ama onlarla işbirliği yaparak, yeniden temelli ve kesin yöntemler kazandı. Mezafîziğin her türünü reddeden üç büyük düşünce akımı -pozitivizm, Yeni Kantçılık ve historizm (tarihselcilik)- günümüzde büyük ölçüde etkisini yitirdi. Pozitivizm, gerek varlık gerekse bilgi formlarını duyu verilerinden türetti ve bütün metafizik sorular ile bu sorulara verilen cevapların anlamsız olduğunu, bunların yanıltıcı bir “düşünce alışkanlığına dayandığını ileri sürdü (Emst Mach, Avenarius). Günümüzdeki Kant araştırmalarına göre; Yeni Kantçılığın, Kant’ı neredeyse tümüyle yanlış anladığı ve metafizik problemlerini insan aklının kalıcı problemleri olarak görüp, bunların çözülebilirliliğini reddettiği belirlenmiştir.
Tarihselcilik için ise gerek dinsel gerek felsefi bütün dünya görüşleri değişen tarihsel ve toplumsal yaşam koşullarının birer anlatım biçimiydi (Kari Marx, W. b Dilthey, O. Spengler). Bu üç düşünce akımının metafizik karşısındaki olumsuz tavrı günümüzde artık geçerli bir tavır olmaktan çıkmıştır. Fakat asıl gerekli olan, bu tavrın geçersizliğini kanıtlamak değil, yeni, olumlu bir düşünceyi ortaya koymaktır. İnsan istediği gibi metafizik bir düşünce kurma ya da kurmama özgürlüğüne sahip değildir. Metafizik düşünce, kendi başına olan, varlığını yalnız kendisinden alan ve bütün diğer var olanların kendisine bağlı olduğu, insanın ve dünyanın temeli olan şey üzerindeki düşüncedir. İnsan, bilinçli veya bilinçsiz, kendi isteği veya gelenek aracılığı ile her zaman böyle bir düşünceye, böyle bir duyguya sahip olmuştur. O, mutlak olan üzerinde ancak iyi ve akla uygun ya da kötü ve akla aykırı bir düşünce kurma özgürlüğüne sahiptir. Kendi bilinci önünde mutlak bir varlık alanının bulunması insana özgü bir niteliktir. Bu alanın bilincini insan kasıtlı olarak arka plana iterek dünyanın duyusal kabuğuna yapışabilir. Bununla birlikte insandaki manevi kişiliğin merkezi, insanın duygu hayatı körleşir, insan mutlak var olanın en yüksek değerin alanını, bilerek veya bilmeyerek, kendi yaşamında sanki mutlakmış gibi gördüğü sonlu bir şeyle, sonlu bir değerle de karşılaştırabilir; para, ulus ve sevilen bir insana bu gözle bakılabilir. Bu ise eşyaya tapma ve putperesliktir. Böyle bir ruh durumunu aşabilmesi için, insanın şunu öğrenmesi gerekir: İnsan kendisiyle hesaplaşarak, mutlak bir varlığın, mutlak bir değerin yerine geçen kendisindeki “put”un bilincine varmalı ve onu parçalamalıdır; büyük sevgiyle bağlandığı şeyi sonlu dünyadaki yerine geri vermelidir. O zaman mutlak olanın alanı yeniden ortaya çıkar ve ancak o zaman insan mutlak varlık üzerinde bağımsız olarak felsefe yapabilecek duruma gelebilir.
Mutlak varlık üzerinde özgür felsefi araştırmayı olanaklı kılan, yalnızca metafiziğin gerçekliği değil, aynı zamanda insanın, dikkatli bir şekilde belirlenen sınırlar içinde kalarak, bütün şeylerin temelini bilmeyi sağlayan bilgi araçlarına da sahip olmasıdır. Bu, her zaman eksik ama somut, açık ve objesine uygun bir bilgidir. Ve insan, kişiliğinde şeylerin temelinden pay alma, şeylerin temeline katılma yeteneğine de sahiptir.
İnsan üç türlü bilme yetisiyle donatılmıştır: Egemen olmanın ya da başarının bilgisi, öz bilgisi ve metafizik bilgi. Bu üç tür bilginin hiçbiri kendisi için değildir. Her bilgi türü belli bir var olanın, ya nesnelerin, ya insanın kendisinin ya da mutlak olanın şekillendirilmesi amacını güder.