Tarih Felsefesi Nedir? - 3

Üçüncü ve son olarak da, tarihsel objektiflik kavramının bilimsel objektiflik kavramından kökten farklılık arz ettiğim ileri sürebiliriz. Söz konusu fark, bütün itibarlı tarihçilerin yanlı ve taraf tutan çalışmayı kınarlarken, bütünüyle gayri şahsî düşünüş şeklindeki bilimsel ideali pek o kadar açıkça desteklememeleri gerçeğinde görülmektedir. Sanatçınınki gibi, tarihçinin çalışması da bir anlamda onun şahsiyetinin bir ifadesi olarak düşünülebilir. Binaenaleyh tarihçinin çalışmasının şahsiyetinin bir ifadesi olması keyfiyetinin, ele aldığımız konu bakımından hayati önemde olduğunu ileri sürmek akla yatkındır. Zira, sanatı saf pratik bir faaliyet olarak kabul etmemek revaçta olmakla beraber, sanattan sık sık bir anlamda idraki imiş gibi söz ettiğimiz de ortadadır. Sanatçının yalnızca duygulara sahip olup onu ifade etmekle yetinmediğini söyleriz: sanatçı ayrıca eşyanın tabiatına dair belli bir vizyon ya da bakış olarak edindiklerini başkalarına yayıp nakletmek ister. Tam da bu sebepten sanatçı, çalışmasının objektifliği ve doğruluğu iddiasında bulunacaktır. Hasılı tarihsel objektiflik problemini ele almanın en iyi yolunun, tarihsel düşünüşü bu bakımdan sanatçının düşünüşüyle mukayese etmek olduğu savunulabilir. Bu takdirde tarihin bize geçmişe dair farklı ama birbiriyle bağdaşmaz mahiyette olmayan bir portre dizisi -her biri bu geçmişi farklı bir bakış açısından yansıtan- verdiği söylenebilir.

Bunda, geçen iki teoride olduğu gibi açık zorluklar vardır, ama bunları burada tartışmak mümkün değil. Bu kısa mütâlaada en fazla şunu başarmış olduğumu ümit edebilirim: tarihte objektiflik kavramının eleştirel tetkike muhtaç olduğu şeklindeki başlangıç ifademin cidden âşikar şekilde doğru olduğunu göstermiş olmak ve okuyucunun dikkatini mevzubahis kavram hakkındaki bazı düşünce silsilelerine çekmiş olmak. Bununla konuyu şimdilik burada bırakıp eleştirel tarih felsefesindeki benim problemler grubumun dördüncü ve sonuncusuna geçmeliyim.

(d-) Tarihte Açıklama

Bu gruptaki merkezî problem, tarihsel açıklamanın mahiyeti problemidir. Burada mesele, tarihçinin üzerinde çalıştığı olayları açıklama (ya da açıklamaya çalışma) usulü ile alakalı özgünlüklerin olup olmadığıdır. Halihazırda tarihin, geçmiş olayların sadece ne olduğunu değil, niçin olduğunu da anlayacağımız bir şekilde tanzim edilmiş bir anlatımı (tahkiyesi) olduğunu ifade yönündeki argümanı görmüş bulunuyoruz. Şimdi de, tarih sahasında hangi tür ya da türlerden "niçin" sorulan işin içine girmektedir, bunu sormalıyız.

Bu meseleye en iyi şekilde, açıklama kavramının tabiî bilimlerde kullanılma usulünü ele alarak yaklaşabiliriz. Bilim adamlarının artık uğraştıkları olguyu nihaî anlamda açıklamaya teşebbüs etmedikleri keyfiyeti felsefî alanda genel bir kabuldür: bilim adamları, bize, görünüşün ardındaki maksadı açığa çıkaracak ölçüde, eşyanın niçin olduğu durumda olduğunu söyleme amacı taşımazlar. Bilim adamları çok daha mütevazı bir görevle yetinirler. Bu, kendisiyle incelenmeye konu bir durumu aydınlatmayı umdukları bir gözlemlenmiş tekdüzelilikler (uniformities) sistemi binâ etme görevidir. Böyle bir durum göz önüne alınırsa, bilim adamlarının usulü, söz konusu durumun, -bilfiil kendileri daha geniş mahiyetli diğer yasalardan çıkan veya onlarla irtibatlı olduğu kabul edilebilecek- bir veya daha fazla genel yasayı örneklendirdiğini göstermektir. Bu sürecin başlıca özellikleri şunlardır: Birinci olarak, bu süreç, muayyen olayların genel yasalardaki durumlara ayrıştırılıp sadeleştirilmesine istinat eder. İkinci olarak, mezkur süreç, inceleme altındaki olgunun haricî görünümünden başka bir şey ihtiva etmez (zira bilim adamı onların ardındaki maksadı ortaya çıkarma iddiasında değildir). Bu sıfatla bu sürecin, tam olarak "soyut" şeklinde vasıflandınlabilecek bir anlayışa götüreceği söylenebilir. Bu şartlar altında tarih felsefesiyle alakalı bir çok yazar tarafından, tarihsel anlayışın öyle soyut değil aksine bir anlamda somut olduğu iddia edilmiştir. Bu iddiada ciddî bir husus var mıdır? Bu sorunun, tarihçilerin ellerindeki vakıaları tabiî bilimcilerin ellerindeki vakıaları açıklamalarıyla aynı usulde açıklayıp açıklamadıklarına veya tarihçilerin, ellerindeki konunun özel mahiyetini kavramalarını kâbil kılan konuya yönelik özgün bir içebakışa sahip olmalarının gösterilip gösterilemeyeceğine dayandığı yeterince açıktır.

Sırf böyle bir soruyu negatif anlamda cevaplandınnak için ortaya koyma durumunda olan bazı filozoflar vardır. Bu filozoflar iddia etmektedir ki, açıklama ancak bir tiptir ve ancak bir tip olabilir: bilimsel düşünüşte kullanılan tip. Bir açıklama süreci esas itibariyle bir tümdengelim sürecidir ve bu itibarla bu sürecin merkezinde her zaman genel terimlerle ifade edilebilir mahiyette bir şey vardır. Fakat tarihte özel bir açıklama kavramının olamayacağı gibi, gerekçeler üzerine bir sonuca varmak ikna edici değildir. Meselenin üstesinden gelmenin doğru yolunun tarihçilerin tarihsel olay ya da olaylar dizisini aydınlatmaya koyulduklarında fiilen attığı adımları tetkik ederek başlamak olacağını düşünebiliriz. Bu durumda hemen, tarihçilerin bilim adamlarının kullanımlarıyla aynı tarzda genelleştirmeler kullanmadıkları gerçeği karşımıza çıkar. En azından görünüşe göre, tarihçiler muayyen durumları aynı tip diğer durumlara referansla aydınlatmaya girişmezler; onların başlangıç usulleri her halükarda oldukça farklıdır. Bu bakımdan belli bir olayı -diyelim, 1926 İngiliz genel grevini- açıklamaları istendiğinde, tarihçiler bu olay ile olayın derin ilişkiler içinde bulunduğu diğer olaylar (söz konusu durumda Büyük Britanya endüstri ilişkileri tarihindeki daha önceki olaylar) arasındaki bağlantıların izini sürmekle işe başlarlar. Burada temelde yatan varsayım, farklı tarihsel olayların, tek bir süreç teşkil etme istikametinde birlikte seyrettiği şeklinde nazara alınabileceğidir. Söz konusu tek süreçte bu olaylar tümüyle, süreç bütününün cüzleri olup, bilhassa sıkı sıkıya yan yana giderler. Binaenaleyh falan ya da filan olayı açıklaması istendiğinde, tarihçinin ilk amacı, o olayı böyle bir sürecin parçası olarak görmek, olayı ihata eden diğer olayları zikrederek bağlamına oturtmaktır.

İşte (19. yüzyıl mantıkçısı Whewell'in tabirini takip ederek) "irtibatlandırma (colligation)" süreci şeklinde ifade edebileceğimiz bu süreç, elbette tarihsel düşünüşün bir özgünlüğüdür ve binaenaleyh tarihsel açıklamanın mahiyetini incelerken büyük öneme sahiptir. Fakat bu irtibatlandırma konusunda aşırıya gitmemeliyiz. Konuyla ilgili bazı yazarların belli tarihsel olaylar arasında dahilî bağlantılar tesis edebileceğimiz önermesinden, tarihin bütünüyle anlaşılabilir olduğu şeklinde çok daha genel bir iddiaya geçtikleri ve neticede bu yüzden tarihin doğal bilimlere üstün olduğunu savundukları görülür. Tabiî bu açık bir hatadır. Doğru olan öyle görünmektedir ki, tarihsel düşünüş bu sıfatla kendine ait bazı özgünlüklere sahip olmakla beraber, bilimsel düşünüşten toto cad o (külliyen aksi) farklı değildir. Özellikle, her ne kadar bilim adamının yaptığıyla aynı âşikarlıkta olmasa da, tarihçinin, çalışması boyunca bilim adamı gibi, genel önermelere müracaat ettiğini inkar etmek zordur. Tarih, tarihçinin amacının bir genel yasalar sistemi formüle etmek olmaması bakımından, doğal bilimlerden ayrılır; fakat bu demek değildir ki tarihsel düşünüşte öyle hiçbir yasa varsayımında bulunulmaz. Hakikaten, daha sonra ayrıntısıyla göstermeyi umduğumuz gibi, tarihçi genelleştirmelerden, insanoğlunun farklı türden durumlara tepki verişindeki farklı usullere dair muayyen genelleştirmelerden sürekli yararlanır. Bu bakımdan tarih, insan tabiatına dair genel önermeler varsayımında bulunur. Bu keyfiyetin gerektiği şekilde önemi kavranmaksızm, tarihsel düşünüşe dair bir açıklama tam olmayacaktır.

Eleştirel tarih felsefesinin önde gelen meseleleri olarak görülen hususların başlangıç babından tasviri ile buraya kadar geldik. Değerlendirmemiz, hem mezkur konu bakımından hakikî manada bir hayli zorluklar olduğunu, hem de bu zorlukların (İngiltere'deki felsefeciler tarafından son zamanlara kadar hiçbir surette itinalı şekilde nazarı dikkate alınmaları söz konusu olmamakla beraber) tahlilci felsefecilerin geleneksel olarak ele aldıkları zorluk türü olduğunu açıklığa kavuşturmuş olmalıdır. Bu zorluklar hakkındaki temel problem muhtemelen bunların birbirleriyle özellikle yakın ilişki içinde görünmeleridir. Bunun neticesi bir grubu -diyelim, tarihsel objektifliği ilgilendiren grup- ele alırken, sıkı sıkıya diğer gruba ait olan sorular -mesela, tarih ve bilimler arasındaki ilişkilere dair veya yine tarihsel açıklamaya dair meseleler- ortaya koymaya mecbur kalırız. Fakat bu zorluk, eğer tarih felsefesinde hassas bir zorluk ise, hiç de bu konuyla mahdut değildir. Problemleri gruplandırmamızın kendinden menkul bir kıymeti olduğu düşünülmemeli; bu gruplandırma sadece aynı anda çok fazla soru sormamızı önlemek için dizayn edilmiş metodolojik bir vasıtadan ibarettir. İşte bunu hatırlayarak söz konusu zorluğun üstesinden gelmek için yapabileceğimizi yapmalıyız.

4. Spekülatif Tarih Felsefesi

Şimdi spekülatif ya da metafizik yönüyle tarih felsefesine ait problemlere gelelim. Burada daha başlangıçta, bu problemlerin sahiden problemler olup olmadığı konusunda çok daha fazla anlaşmazlık olduğunu ifade etmek durumundayız. Bazıları, tarih felsefesinin meşgul olması gereken yegane sahanın, hâlihazırda tasvir edilen türden analitik problemler olduğunu ve bunun ötesindeki tahkiklerin (Hegel gibi yazarlarca takip edilen tahkiklerin meselâ), aslında boş olduğunu söyleyecektir. Fakat kabul edilmelidir ki, tarihsel düşünüşün mahiyeti konusunda olduğu kadar, tarihin seyri konusunda da meseleler ortaya koyma yönünde her şeye rağmen ciddî bir merak vardır.

Bu türden meseleleri iki gruba ayırabiliriz: birinci grup, hâlihazırda ifade edildiği gibi, benim geleneksel tarih felsefesi diye adlandırdığım şeyin içinde ele alınan, tüm metafizik problemleri kapsar. Bu çevredeki filozofların tüm tarihsel sürecin anlam ve hikmetini keşfetme peşinde olduklarını ifade edersek, üzerinde durdukları temel nokta ortaya konulabilir. Bu filozoflara, normal tarihçilerce sunulan şekliyle tarih, son derece ritimsiz veya mantıksız, irtibatsız bir olaylar silsilesiyle hemen hemen aynı şeyden ibaret gibi geliyordu. Adandırıldığı şekliyle "tecrübî (empirical)" tarihte, fiilen vuku bulan şeylerin ötesine geçip bunların ardındaki tasavvura gitme teşebbüsü yoktu, tarihin temelini teşkil eden olaylar düzenini ortaya çıkarma teşebbüsü yoktu. Mezkur filozoflar, şayet tarih tümüyle irrasyonel olarak telakki edilmeyecekse, böyle bir olaylar düzeni olduğunun gün gibi ortada olduğunu düşünmüş, dolayısıyla da onu bulmayı kafalarına koymuşlardı. Bu filozoflar, tarih felsefesi işinin, tarihin doğru anlamı ve özdeki mantığı (rationality) ortaya çıksın diye tarihsel olayların ayrıntılı seyrinin bir açıklamasını yazmak olduğunu düşünüyorlardı. Gördüğümüz gibi, böyle bir tasavvuru eleştirme hayli kolaydır. Ve zaten program, hem meslekten tarihçiler (programda kendi işlerini ellerinden kapma gayreti görenler) tarafından, hem de metafizik karşıtı felsefeciler (bu programın tahakkuk kâbiliyetinden külliyen uzak olduğunu düşünenler) tarafından sert biçimde eleştirilmiştir. Fakat bu programın arz ettiği temel problem, -genel bir tabirle ifade edilirse, tarihin anlamı problemi- belirgin şekilde zaman zaman tekrarlanır bir teveccühe sahip ve bizim halihazır konumuzla alakalı hiçbir değerlendirmenin büsbütün ihmal edemeyeceği bir problemdir.

İkinci grup sorulara gelince: Marksizme olan itibar sayesinde her ne kadar umum halkın tarih felsefesini ilgi sahasına dahil etmesi çoğunlukla ikinci grup sorularla olsa da, bunlar hiç de öyle tam anlamıyla felsefî mahiyette değildir. Marksist tarih felsefesi diye adlandırılan şeyin birden çok yönü vardır: Marksizm, tarihin seyrinin sınıfsız bir komünist toplum yaratma yönünde olduğunu göstermeye teşebbüs etmesi bakımından mesela, geleneksel tür bir tarih felsefesine yakınlık arz eder. Fakat Marksist tarih felsefesinin ana maksadı bir tarihsel yorum ve nedensellik teorisi ortaya koymaktır. Marks haklıysa, tarihte temel muharrik unsurlar tümüyle iktisadîdir; binaenaleyh, olayların ayrıntılı seyri hususunda bunu idrakte akîm kalan bir yorumun hiçbir değeri yoktur. Şimdi burada cümlenin başı ele alınarak, tarihteki temel itici faktörlerin neler olduğu meselesinin felsefî bir mesele gibi görünmediği ifade edilmek durumundadır.

Temel itici âmillerin neler olduğu meselesi, ancak tarihte fiilî nedensel bağlantılar üzerinde bir çalışmayla cevaplandırılabilecek bir meseledir; sonra, neden bir filozofun böyle bir çalışmayı yapmak için özel olarak mücehhez olduğu düşünülsün, bu açık değildir. Böyle bir çalışma gayet tabiî, yetenekli meslekten bir tarihçi tarafından çok daha verimli şekilde ifa edilebilirdi. Dahası bu çalışma, apaçık doğrunun (self-evident) formülleştirilmesi ile değil de, müstakil tarihsel durumlara ışık tutmadaki verimliği bakımından test edilecek ampirik bir hipotezin formülleştirilmesi ile sonuçlansa gerektir. Bu doğru olduğu sürece, bir tarihsel yorumlama teorisi ortaya koyma işi, tarih felsefesinden ziyade tarihin kendine ait gibi görünmektedir; tıpkı hangi nedensel âmillerin en önemli olduğunun belirlenmesi meselesinin, bilim felsefesine değil de bilime ait olması gibi.

Bununla beraber Marks'ın bu mezkur meseleler hakkındaki kendi görüşlerini, bu konularla alakalı felsefî bir değinmeden daha fazlasına sahip olduğu şeklinde değerlendirmek için biraz sebep vardır. Tarihsel yoruma dair Marksist teorinin, ana muhtevasını sadece tecriibî bir hipotez olarak değil de daha ziyade a priori bir doğru olarak sunduğu sürece felsefî mahiyette olduğunu söyleyebiliriz. Görüşlerine dikkatle baktığımızda göreceğimiz gibi, Marks sadece ekonomik faktörlerin tarih seyrini belirleyen asıl en müessir güçler olduğunu iddia ediyor görünmemektedir. Marks bunun da ötesinde, normal şartlar altında, bu faktörlerin her tarihsel durumda temel unsurlar olduğu ve olması gerektiği fikrine sahip görünmektedir. Marksistlerin tezlerine, görgül bir hipotez olarak telakki ettiklerinde hak edeceğinden daha büyük bir geçerlilik atfettiklerini görmek için, onları kullanma biçimi üzerine bir düşünelim. Hakikaten Marksistlerin yapmaya çalıştıkları, zorunlu bir doğru -öyle ki istikbaldeki hiçbir tecrübe muhtemelen çürütemeyecektir- olarak tarihsel materyalizm prensibinin savunmasını yapmakta oldukları aşikardır. Eğer bu gerçekten doğruysa, Marksistlerin usulü pek tabiî felsefecilerin dikkatlerini çevirmelerine değer.

Bu ifadelerin işaret ettiği hususlar yanlış anlaşılmamalıdır. Ben Marksistlerce ve diğerleri tarafından, tarihsel yoruma dair genel teoriler ortaya koyma teşebbüsünün her hangi bir şekilde anlamsız olduğunu öne sürmüyorum. Bilakis bu teşebbüsün, içinde tarih çalışması ile alakalı her konunya ilgi gösterilmesi gereken bir şey olduğunu düşünmekte olsam gerektir.

Bu konuda benim görüşüm böyle bir teoriyi ortaya koyma görevinin felsefeciye değil tarihçiye ait olduğu noktasındadır. Aslında, Marks'ın tarih anlayışına olan katkısı, tarih felsefesine katkı sadedinde hiçbir surette tam anlamıyla bir katkı olmamıştır. Fakat Marksist teori, Marks'ın, temel prensibine hamlettiği görülen önemden ötürü felsefecilerin alakasını muciptir. Marksistler tarafından mevzubahis prensibe atfedilen kayıtsız şartsız geçerlilik, bu prensibin tamamen ampirik bir hipotez olarak görülmesi durumu ile tutarsızlık arz eder (her ne kadar prensibin tecrübe ile ortaya konulmuş olması durumu ile tutarsızlık arz etmese de). Söz konusu prensibin bu şekilde görülmesinin hangi haklı temeli olduğu meselesi elbette yakın alakaya değer.


Kaynak: W.H. Walsh - Tarih Felsefesine Giriş

1 - 2 - 3



  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP