Tarih Felsefesi Nedir? - 1
|
1. Konuya ilişkin Mevcut Tereddüt
Bir tarih felsefesi yazarı, en azından Büyük Britanya'da, önce konusunun bilfiil varlığını haklı bir temelde savunarak işe başlamak durumundadır. Bunun böyle olması bir şaşkınlığa yol açabilir, ama hadise açıktır. Fizikî bilimler felsefesine giren, yine bu bilimlerin metot ve varsayımları üzerine ya da bilimsel bilginin kendi şartları ve tabiatı üzerine düşünürken ortaya çıkan gayet iyi tanımlanmış bir problemler grubu olduğu fikrine hiçbir filozof itiraz etmeyecektir. Bilim felsefesinin bir anlamda, meşru [makul ve haklı temelde savunulabilir] bir faaliyet olduğu hususunda mutabakat vardır. Fakat tarih felsefesi konusunda böyle bir mutabakat mevcut değildir.
Bu durum nasıl olup da böyle olmuştur? Bu galiba sormaya değer... Zira böyle bir sorgulamanın bizim meşgul olmayı düşündüğümüz çalışma dalının konusuna ışık tutması beklenir. Tarihsel çalışmalar Büyük Britanya'da iki yüzyılı aşkın bir süredir ilerleme arz etmektedir. Ama son yıllara gelinceye kadar, tarih felsefesi neredeyse namevcut durumdadır. Peki neden?
Bunun bir nedeni şüphesiz, Avrupa'daki felsefî düşüncenin genel istikametinde aranmalıdır. Modern Batı felsefesi, yükselişini 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarındaki matematiksel fizikle ortaya konulan olağanüstü ilerleme üzerine tefekkür sayesinde kazanmış; doğal bilimle bağlantısı o zamandan beri de kesilmeden devam etmiş bulunmaktadır. Gerçek bilginin bilim metoduyla elde edilen bilgi ile aynîleştirilmesi, Descartes ve Bacon'dan Kant'ın dönemine kadar neredeyse bütün önde gelen filozoflar tarafından yapılmıştır. Aslında bu düşünürler arasında, iki okul şeklinde net bir ayrım yapılabilir. Bunlar, matematiksel fiziğin matematiğe dair yönünü vurgulayanlar ile matematiksel fizik konusunda en önemli husus olarak onun deneye dayanma ve gözlem temellerine işaret edenlerdir. Bu şekilde ikiye ayrılmakla beraber, söz konusu yazarlar, metafizik ve teoloji hariç olmak üzere, fizik ve matematiğin yegane sahih bilgi kümeleri olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Konu üzerine yazdıkları dönemde bu bilimlerin (yine metafizik ve teoloji hariç) hakikaten yegane gelişmiş ilim dalları olduğu dikkate alındığında, en azından klasik felsefecilerin bu görüşte olması şaşırtıcı da değildir.
Britanyalı filozofların bu güne kadar tarih konusunda söyleyecek pek bir şeyleri olmaması şu hâlde, modern Avrupa felsefî geleneğinin genel karakteri ile açıklanabilir. Bu gelenek her zaman, çalışmalarındaki malzeme için doğal bilimlere bel bağlama eğiliminde olmuş ve neyi kabul edeceğine dair kriterini, bilindiği üzere bilimsel modellere başvurarak oluşturmuştur. Discours de la methode adlı eserinin birinci kısmında Descartes tarafından bilgi cümlesinden dışlanan tarihe, bugün onun takipçileri tarafından hala şüpheyle bakılmaktadır. Ne olursa olsun, bugün bildiğimiz şekliyle tarih, kendine ait metotları ve standartları ile gelişmiş bir ilim dalı olarak, nisbeten yeni bir şey olup, haddizatında 19. yüzyıldan önce tarih pek mevcut değildi. Fakat, bu mülâhazalar geçerli olmakla beraber, bütün hadiseyi açıklayamaz. Zira diğer Avrupa ülkelerinde tarih felsefesi itibar gören bir çalışma dalı haline gelmiştir. En azından Almanya ve İtalya'da tarihsel bilgiye ilişkin meseleler canlı bir ilgiye yol açmış ve yol açmaya devam etmektedir. Ama gariptir, Büyük Britanya'da bu problemlere pek az alaka vardır. O zaman bu tutum (attitude) farkı nasıl açıklanabilir?
Sanırım bu sorunun cevabı, Britanyalıların zihniyet ve mizacının hakim özelliklerine bakarak bulunabilir. Soyut türden metafizik spekülasyona karşı pek sıcak olmadıklarını göstermiş olmaları münasebetiyle, felsefî istidadın, bu adalarda yaşayanların sahip olduğu kâbiliyetler arasında olmadığına inandığını beyan eden Almanlar vardır. Fakat bunu söylemek Locke ve Hume gibi yazarlar tarafından eleştirel felsefeye yapılmış, en azından diğer ülke düşünürlerinki kadar kayda değer olan pek müstesna katkıları görmezlikten gelmektir. Felsefî analiz problemlerini -bilimlerden bilgiyi elde etme ya da moral davranışların ifası gibi faaliyetlerin halleri ve doğası üzerine düşündüğümüzde ortaya çıkan problemleri- ortaya koyup çözme İngiliz düşünürlerin fevkalade iyi oldukları husustu. Bu problemler, ihtiyat ve eleştirel görüş terkibine sahip bu toprağın ruhuna gayet uymuştur. Buna mukabil, tecrübenin top yekun bir yorumunu ortaya koyma ya da bütün eşyayı, her şeyi kuşatan tek bir sistem bakımından açıklama teşebbüsü olarak anlaşılan metafizik, burada nisbeten pek az itibar bulmuştur. Burada metafiziğin parlak sözcüleri pek az olmuş ve genelde metafiziğe şüpheci bir göz ve tereddütle bakılmıştır.
Bu ahvale vakıf olunca, geçmişte Britanyalı felsefecilerin tarih felsefesini ihmali daha anlaşılır hale gelir. Zira tarih felsefesi, geleneksel olarak tasavvur edildiği gibi, tartışmasız metafizik bir konu idi. Bunu tarih felsefesinin gelişimine kısaca göz atarak görebiliriz.
Tarih felsefesini kurma şerefinin kime ait olduğu sorusu tartışmalı bir meseledir. Bu şerefin, her ne kadar çalışması o günlerde büyük ölçüde gözden kaçmış olsa da, İtalyan filozof Vico'ya (1668-1744) ait olduğu fikri ileri sürülebilir. İleri sürülebilecek başka bir iddia da Aziz Augustine'e, hatta Ahdi Atik'in bazı kısımlarına kadar geri gitme yönündedir. Bununla beraber pratik amaçlar bakımından, tarih felsefesinin ayrı bir konu olarak ilk, Herder'in Ideen zur Philosophie der Geschichte der Merıscheit (ldeas for a Philosophical History of Mankind) adlı eserinin ilk kısmının 1784'te yayınıyla başlayan ve Hegel'in, ölümünden sonra 1837'de yayınlanan Lectures on the Philosophy of History adlı eserinin çıkışından hemen sonra kapanan bir dönemde kabul gördüğünü iddia etmekte haklıyızdır. Fakat bu dönemde anlaşıldığı şekliyle tarih felsefesi çalışması, daha çok bir metafizik spekülasyon konusuydu. Amacı, bir bütün olarak tarihin seyrine dair bir idrak kazanmaktı; tarihin, arzettiği bir çok bariz düzensizlik ve insicamsızlıklara rağmen genel bir plan -bir kez kavradık mı hem olayların ayrıntılı seyrini aydınlatacak, hem de tarihsel süreci, özgün bir anlamda, aklı tatmin edici şekilde incelememizi kâbil kılacak bir plan- ihtiva eden bir bütünlük teşkili olarak telakki edilebileceğini göstermekti. Yine bu tarih felsefesinin temsilcileri mezkur amacı gerçekleştirmede, spekülatif metafizikçilerin bildik özelliklerini sergilemişlerdir: tahayyülde sınır tanımama, hipotezler konusunda velûtluk, "salt" görgül (empirical) olarak sınıflandırılan hakikatleri tahrif etmenin ötesine geçmeyen bütünlüğe (unity) düşkünlük. Bunlar, meslekten tarihçilerin ortaya koyabileceği herhangi bir şeyden daha şümullü ve sağlam bir kavrayış getirme iddiasında bulunuyorlardı. Bu kavrayış, bu yazarların tartışmasız en büyüğü olan Hegel örneğinde (hakikatler konusunda Hegel bazen karşımıza çıktığı kadar kayıtsız olmasa da) temellerini tarihsel kanıtın doğrudan bir incelenmesinde değil, saf felsefî mahiyetteki mülâhazalarda bulan bir kavrayış idi. Bu yazarlarca ele alındığı şekliyle tarih felsefesi, böylece, top yekun tarih seyrine ilişkin spekülâtif bir ele alışı, tarihin esrarını kat'î surette ortaya çıkarması umulan bir ele alışı temsil eder hale geldi.
Bu felsefe külliyen, ihtiyatlı Britanyalı mantığına son derece ters bir şeydi. Bu, dönemin Alman metafizikçilerinin zaten nâmdâr olduğu malum tabiat felsefesini fazlasıyla andırıyordu. Tabiat felsefecileri, en azından muhalif eleştirmenlere göre, tabiatı anlamada kestirme bir yola, ampirik araştırmanın sıkıcı çalışma usulünü takip etmeden hakikatleri keşfetmenin bir yoluna işaret ediyorlardı. Bu felsefecilerin kendi ifadeleri itibariyle amaçları, tabiî süreçlerin "nazarî (spekülâtif)" bir ele alınışını başarmaktı ve binaenaleyh bu bağlamda spekülasyon, tahmin yürütme işinden kolay tefrik edilmiyordu. Pek çok örnekleri bakımından tabiat felsefecilerinin işi, aklı başında insanların gözünde işin itibarını son derece düşüren tuhaf bir önselcilik (apriorism) ile damgalanıyordu. Bu bakımdan tabiat felsefesine, bu felsefeye karşı soğukluklarını -tabiat felsefecilerinin kendi alanlarında teşebbüs ettikleri şeyi tarih sahasında yapma teşebbüsünden ibaret gördükleri- tarih felsefesine taşıyan İngiliz düşünürlerce son derece mütereddit bakıldı. Her iki durumda da hem tasarının hem de sonuçların saçma olduğu düşünülüyordu.
Böylece tarih felsefesine karşı husule gelen bu peşin hüküm, İngiliz felsefesinin daimî bir özelliği olarak kalmıştır. Bu bağlamda söz konusu antipatinin hiç de tek bir okula münhasır olmadığına bakmak fevkalade aydınlatıcıdır. Bu çalışma dalını ihmal etmiş olanlar sadece görgülcüler (empiricists) değildir. 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın başlarında idealist bir zihnî dönüşümün Kıta Avrupası filozofları (örnek olarak Almanya'da Dilthey ve Rickert, İtalya'da Croce zikredilebilir), tabiî bilimlerin sunduğu soyut ve genel bilgiyle karşılaştırıldığında somut ve özel telakkî edilebilecek bir bilgi formunu sunması sıfatıyla tarihe sarıldılar ve bu hakikat - ya da varsayılan hakikat- etrafında sistemlerini kurdular.
Gel gelelim İngiliz idealizminde buna tekâbül eden herhangi bir hareket yoktu. Bradley'in, kariyerine Eleştirel Tarihin Önkabulleri (The Presuppositions of Critical History) üzerine son derece ilginç bir yazıyla (1874'te) başladığı doğrudur; fakat genel metafıziksel görüşünü ortaya koyarken tarihe herhangi bir özel anlam atfettiğini gösteren hiçbir şey yoktur. Meslektaşı Bosanquet'in de tabiî ki mezkur meselede hiç tereddüdü yoktur. Bosanquet "tarih, 'mevcudiyet ya da doğruluğu' mümkün olmayan melez bir tecrübe formudur" diyordu. Sahih bir idealizm, estetik ya da dinî tecrübenin hakikatleri üzerine, yahut aynı şekilde sosyal hayatın hakikatleri üzerine kurulmalıdır. Kıta Avrupası yazarlarının söz ettikleri somut idrak için bakmamız gereken yer bu alanlardır, tarih değil. Binaenaleyh Bosanquet'in görüşü Collingwood'dan önceki bütün İngiliz idealistleri tarafından genel olarak paylaşılmıştır. Bugün bile tarih, sırf tarihle uğraşanların gösterdiği yegane geçerli bilgi formu olarak tarihin bilfiil felsefeyi massetmesi gerektiğini söyleme temâyülü münasebetiyle, bu okulun bazı mensupları için tereddüt içeren bir konu olarak durmaktadır.
2. Eleştirel ve Nazarî (Spekülatif) Tarih Felsefesi
Bizim işlemeyi düşündüğümüz konuya İngiliz filozoflarının böyle genel tepkileri varken, onlardan ayrılmaya neden cüret edelim ki? Bu soru pekala sorulabilir. Tarih felsefesi böyle genel olarak hakir görülüyorsa onu ihya macerası niye? Şimdi buna bir cevap şu olabilir: geleneksel haliyle tarih felsefesi Hegel'in ölümüyle son bulmadı. Geleneksel formda tarih felsefesi, çok farklı bir görünüşte olmakla beraber Marks tarafından sürdürüldü; keza bugün de Spengler ve Toynbee gibi yazarlarca takip edilmektedir. Hakikaten, metafiziğin diğer yönleri gibi tarih felsefesinin de, muhaliflerin onun anlamsız önermeler kümesinden oluştuğu yolunda biteviye iddialarına rağmen, insanoğlu üzerinde sürekli bir çekicilik arzettiği görülür. Binaenaleyh konunun geleneksel problemlerine ilişkin ayrıntılı bir tetkikin müdafaası, bu fikirler doğrultusunda geliştirilebilir. Ama bulunduğumuz noktada bazılarının gayri mâkul bulacağı argümanlara sırtımı dayamak istemiyorum. Onun yerine, bütün okullara mensup felsefecilerin, tarih felsefesinin gerçek bir araştırmanın adı olduğunu kabul etmelerinin bir anlamı olduğunu göstermeye çalışmak istiyorum.
Buna bir başlangıç olarak, "tarih" kelimesinin kendisinin muğlak olduğu şeklindeki açık ve bildik keyfiyete işaret etmeliyim. Tarih, a) geçmiş insan faaliyetlerinin bütününü ve b) bu faaliyetlere dair şimdi inşâda bulunduğumuz anlatım (tahkiye) ya da açıklamayı kapsar. Tarih felsefesine ilişkin aynı anda iki muhtemel alanı ortaya koyması münasebetiyle bu muğlaklık önemlidir. Bir cihetten tarih çalışması, yukarıda kısaca tasvir edildiği gibi geleneksel formunda tarihsel olayların fiilî seyri üzerinde durabilir. Diğer yandan, tarihsel düşünüş yöntemleri ile, ikinci anlamdaki tarihe bilvasıta ulaşılan araçlar ile iştigal eder. Ve gayet tabiî bu iki formdan hangisini seçtiğimize bağlı olarak, tarih kelimesinin içeriği farklı olacaktır.
Şimdiki amacımız itibariyle bu ayrımın uygunluğunu görmek için tek yapacağımız, dikkatimizi bir an için tabiî bilimlerle alakalı paralel duruma çevirmektir. Burada hakikaten, tefrik ettiklerimize tekabül eden tetkik sahaları için -her zaman tamı tamına doğru kullanılıyor olmasa da - iki tabir vardır. Bunlar, tabiat felsefesi ve bilim felsefesidir. Birincisi bir kozmoloji inşâsı veya bir bütün olarak tabiatı açıklama maksadıyla, tabiî olayların fiilî seyrinin incelenmesiyle uğraşır. İkincisi tekmil bilimsel düşünüş süreci üzerine tefekkürü, bilim adamlarınca kullanılan temel kavramların incelenmesini ve bu türden meseleleri iş edinir. Profesör Broad'ın terminolojisiyle birincisi spekülatif, ikincisi eleştirel bir disiplindir. Bu çalışma sahalarından birincisinin kabule şayanlığını reddeden bir filozofun bu yüzden ikincisinin de uygunluğunu reddetme mecburiyetinde olmadığını pek fazla tefekküre hacet yoktur.
Bazılarının savunacağı gibi, belki tabiat felsefesi (doğal olayların seyri konusunda, tabiî bilimciler tarafından icrâ edilenin bir bakıma mütemmimi şeklinde bir çalışma anlamında), anlamsız bir teşebbüstür; belki kozmolojiye dair öğretiler de gerçekten ya bilimsel sonuçların hulasası (ki bu durumda bunların oluşturulmasının, bilim adamlarına bırakılması daha iyidir) ya da muhayyileye dayalı anlamsız düşlerdir. Fakat bu böyle olsa bile, bundan bilim felsefesi diye bir konunun olmadığı çıkmaz. Felsefeci tabiata dair bilgilerimizin toplamına veya tabiî süreçlere dair anlayışımıza herhangi bir şekilde ilavede bulunamasa bile, yine de bilimsel düşünüşün önkabulleri ve mahiyeti, bilimsel fikirlerin tam analizi ve bir bilim dalının diğeriyle ilişkisi hakkında söyleyeceği faydalı bir şeyleri olabilir, keza felsefecinin mantık tekniği konusundaki mahareti bilimsel çalışmadaki pratik zorlukları ortadan kaldırmaya normal olarak yardım edebilir. Felsefecinin, bilim adamlarının yaptığı türden şeylere normal bir âşinalığı olmadıkça, bu konulara dair değerli herhangi bir şey söylemesi nadiren ihtimal dahilindedir. Fakat buna rağmen sorduğu soru yine de bilimsel sorular olmayacaktır. Sorduğu sorular, bilimsel tahkikin amacı olan vakıaya ilişkin doğruya yönelik doğrudan araştırmaya ait değil, daha ziyade bilfiil bilimsel faaliyetlerin mahiyeti ve tazammunlarını nazara almaya başladığımızda ortaya çıkan tefekkür safhasına ait olacaktır.
İmdi, başlangıçta da ifade edildiği gibi bilim felsefesinin sahiden bir bilim olduğu hususunda genel olarak mutabık kalınacaktır. Hatta en anti-metafızik zihniyete sahip felsefeci de kabul edecektir bunu. Fakat bu durumda felsefecinin, en azından formlarından biri itibariyle tarih felsefesinin mümkünatını kabul etmesi de lazımdır. Zira tıpkı bilimsel düşünüşün birisi faaliyetin bilfiil kendisiyle alakalı, diğeri de faaliyetin amacıyla alakalı olmak üzere iki muhtemel çalışma alanı doğurması gibi, tarihsel düşünüş de aynı şekilde iki çalışma alanı doğurur. "Tarih felsefesi" aslında felsefî problemlere ilişkin ikili bir grubun adıdır: hem spekülatif hem de analitik bir yöne sahiptir. Bunlardan birinci yönü reddedenler bile ikinci yönü pek ala kabul edebilirler (gerçekten etmeleri de gerekir).
Bir tarih felsefesi yazarı, en azından Büyük Britanya'da, önce konusunun bilfiil varlığını haklı bir temelde savunarak işe başlamak durumundadır. Bunun böyle olması bir şaşkınlığa yol açabilir, ama hadise açıktır. Fizikî bilimler felsefesine giren, yine bu bilimlerin metot ve varsayımları üzerine ya da bilimsel bilginin kendi şartları ve tabiatı üzerine düşünürken ortaya çıkan gayet iyi tanımlanmış bir problemler grubu olduğu fikrine hiçbir filozof itiraz etmeyecektir. Bilim felsefesinin bir anlamda, meşru [makul ve haklı temelde savunulabilir] bir faaliyet olduğu hususunda mutabakat vardır. Fakat tarih felsefesi konusunda böyle bir mutabakat mevcut değildir.
Bu durum nasıl olup da böyle olmuştur? Bu galiba sormaya değer... Zira böyle bir sorgulamanın bizim meşgul olmayı düşündüğümüz çalışma dalının konusuna ışık tutması beklenir. Tarihsel çalışmalar Büyük Britanya'da iki yüzyılı aşkın bir süredir ilerleme arz etmektedir. Ama son yıllara gelinceye kadar, tarih felsefesi neredeyse namevcut durumdadır. Peki neden?
Bunun bir nedeni şüphesiz, Avrupa'daki felsefî düşüncenin genel istikametinde aranmalıdır. Modern Batı felsefesi, yükselişini 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarındaki matematiksel fizikle ortaya konulan olağanüstü ilerleme üzerine tefekkür sayesinde kazanmış; doğal bilimle bağlantısı o zamandan beri de kesilmeden devam etmiş bulunmaktadır. Gerçek bilginin bilim metoduyla elde edilen bilgi ile aynîleştirilmesi, Descartes ve Bacon'dan Kant'ın dönemine kadar neredeyse bütün önde gelen filozoflar tarafından yapılmıştır. Aslında bu düşünürler arasında, iki okul şeklinde net bir ayrım yapılabilir. Bunlar, matematiksel fiziğin matematiğe dair yönünü vurgulayanlar ile matematiksel fizik konusunda en önemli husus olarak onun deneye dayanma ve gözlem temellerine işaret edenlerdir. Bu şekilde ikiye ayrılmakla beraber, söz konusu yazarlar, metafizik ve teoloji hariç olmak üzere, fizik ve matematiğin yegane sahih bilgi kümeleri olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Konu üzerine yazdıkları dönemde bu bilimlerin (yine metafizik ve teoloji hariç) hakikaten yegane gelişmiş ilim dalları olduğu dikkate alındığında, en azından klasik felsefecilerin bu görüşte olması şaşırtıcı da değildir.
Britanyalı filozofların bu güne kadar tarih konusunda söyleyecek pek bir şeyleri olmaması şu hâlde, modern Avrupa felsefî geleneğinin genel karakteri ile açıklanabilir. Bu gelenek her zaman, çalışmalarındaki malzeme için doğal bilimlere bel bağlama eğiliminde olmuş ve neyi kabul edeceğine dair kriterini, bilindiği üzere bilimsel modellere başvurarak oluşturmuştur. Discours de la methode adlı eserinin birinci kısmında Descartes tarafından bilgi cümlesinden dışlanan tarihe, bugün onun takipçileri tarafından hala şüpheyle bakılmaktadır. Ne olursa olsun, bugün bildiğimiz şekliyle tarih, kendine ait metotları ve standartları ile gelişmiş bir ilim dalı olarak, nisbeten yeni bir şey olup, haddizatında 19. yüzyıldan önce tarih pek mevcut değildi. Fakat, bu mülâhazalar geçerli olmakla beraber, bütün hadiseyi açıklayamaz. Zira diğer Avrupa ülkelerinde tarih felsefesi itibar gören bir çalışma dalı haline gelmiştir. En azından Almanya ve İtalya'da tarihsel bilgiye ilişkin meseleler canlı bir ilgiye yol açmış ve yol açmaya devam etmektedir. Ama gariptir, Büyük Britanya'da bu problemlere pek az alaka vardır. O zaman bu tutum (attitude) farkı nasıl açıklanabilir?
Sanırım bu sorunun cevabı, Britanyalıların zihniyet ve mizacının hakim özelliklerine bakarak bulunabilir. Soyut türden metafizik spekülasyona karşı pek sıcak olmadıklarını göstermiş olmaları münasebetiyle, felsefî istidadın, bu adalarda yaşayanların sahip olduğu kâbiliyetler arasında olmadığına inandığını beyan eden Almanlar vardır. Fakat bunu söylemek Locke ve Hume gibi yazarlar tarafından eleştirel felsefeye yapılmış, en azından diğer ülke düşünürlerinki kadar kayda değer olan pek müstesna katkıları görmezlikten gelmektir. Felsefî analiz problemlerini -bilimlerden bilgiyi elde etme ya da moral davranışların ifası gibi faaliyetlerin halleri ve doğası üzerine düşündüğümüzde ortaya çıkan problemleri- ortaya koyup çözme İngiliz düşünürlerin fevkalade iyi oldukları husustu. Bu problemler, ihtiyat ve eleştirel görüş terkibine sahip bu toprağın ruhuna gayet uymuştur. Buna mukabil, tecrübenin top yekun bir yorumunu ortaya koyma ya da bütün eşyayı, her şeyi kuşatan tek bir sistem bakımından açıklama teşebbüsü olarak anlaşılan metafizik, burada nisbeten pek az itibar bulmuştur. Burada metafiziğin parlak sözcüleri pek az olmuş ve genelde metafiziğe şüpheci bir göz ve tereddütle bakılmıştır.
Bu ahvale vakıf olunca, geçmişte Britanyalı felsefecilerin tarih felsefesini ihmali daha anlaşılır hale gelir. Zira tarih felsefesi, geleneksel olarak tasavvur edildiği gibi, tartışmasız metafizik bir konu idi. Bunu tarih felsefesinin gelişimine kısaca göz atarak görebiliriz.
Tarih felsefesini kurma şerefinin kime ait olduğu sorusu tartışmalı bir meseledir. Bu şerefin, her ne kadar çalışması o günlerde büyük ölçüde gözden kaçmış olsa da, İtalyan filozof Vico'ya (1668-1744) ait olduğu fikri ileri sürülebilir. İleri sürülebilecek başka bir iddia da Aziz Augustine'e, hatta Ahdi Atik'in bazı kısımlarına kadar geri gitme yönündedir. Bununla beraber pratik amaçlar bakımından, tarih felsefesinin ayrı bir konu olarak ilk, Herder'in Ideen zur Philosophie der Geschichte der Merıscheit (ldeas for a Philosophical History of Mankind) adlı eserinin ilk kısmının 1784'te yayınıyla başlayan ve Hegel'in, ölümünden sonra 1837'de yayınlanan Lectures on the Philosophy of History adlı eserinin çıkışından hemen sonra kapanan bir dönemde kabul gördüğünü iddia etmekte haklıyızdır. Fakat bu dönemde anlaşıldığı şekliyle tarih felsefesi çalışması, daha çok bir metafizik spekülasyon konusuydu. Amacı, bir bütün olarak tarihin seyrine dair bir idrak kazanmaktı; tarihin, arzettiği bir çok bariz düzensizlik ve insicamsızlıklara rağmen genel bir plan -bir kez kavradık mı hem olayların ayrıntılı seyrini aydınlatacak, hem de tarihsel süreci, özgün bir anlamda, aklı tatmin edici şekilde incelememizi kâbil kılacak bir plan- ihtiva eden bir bütünlük teşkili olarak telakki edilebileceğini göstermekti. Yine bu tarih felsefesinin temsilcileri mezkur amacı gerçekleştirmede, spekülatif metafizikçilerin bildik özelliklerini sergilemişlerdir: tahayyülde sınır tanımama, hipotezler konusunda velûtluk, "salt" görgül (empirical) olarak sınıflandırılan hakikatleri tahrif etmenin ötesine geçmeyen bütünlüğe (unity) düşkünlük. Bunlar, meslekten tarihçilerin ortaya koyabileceği herhangi bir şeyden daha şümullü ve sağlam bir kavrayış getirme iddiasında bulunuyorlardı. Bu kavrayış, bu yazarların tartışmasız en büyüğü olan Hegel örneğinde (hakikatler konusunda Hegel bazen karşımıza çıktığı kadar kayıtsız olmasa da) temellerini tarihsel kanıtın doğrudan bir incelenmesinde değil, saf felsefî mahiyetteki mülâhazalarda bulan bir kavrayış idi. Bu yazarlarca ele alındığı şekliyle tarih felsefesi, böylece, top yekun tarih seyrine ilişkin spekülâtif bir ele alışı, tarihin esrarını kat'î surette ortaya çıkarması umulan bir ele alışı temsil eder hale geldi.
Bu felsefe külliyen, ihtiyatlı Britanyalı mantığına son derece ters bir şeydi. Bu, dönemin Alman metafizikçilerinin zaten nâmdâr olduğu malum tabiat felsefesini fazlasıyla andırıyordu. Tabiat felsefecileri, en azından muhalif eleştirmenlere göre, tabiatı anlamada kestirme bir yola, ampirik araştırmanın sıkıcı çalışma usulünü takip etmeden hakikatleri keşfetmenin bir yoluna işaret ediyorlardı. Bu felsefecilerin kendi ifadeleri itibariyle amaçları, tabiî süreçlerin "nazarî (spekülâtif)" bir ele alınışını başarmaktı ve binaenaleyh bu bağlamda spekülasyon, tahmin yürütme işinden kolay tefrik edilmiyordu. Pek çok örnekleri bakımından tabiat felsefecilerinin işi, aklı başında insanların gözünde işin itibarını son derece düşüren tuhaf bir önselcilik (apriorism) ile damgalanıyordu. Bu bakımdan tabiat felsefesine, bu felsefeye karşı soğukluklarını -tabiat felsefecilerinin kendi alanlarında teşebbüs ettikleri şeyi tarih sahasında yapma teşebbüsünden ibaret gördükleri- tarih felsefesine taşıyan İngiliz düşünürlerce son derece mütereddit bakıldı. Her iki durumda da hem tasarının hem de sonuçların saçma olduğu düşünülüyordu.
Böylece tarih felsefesine karşı husule gelen bu peşin hüküm, İngiliz felsefesinin daimî bir özelliği olarak kalmıştır. Bu bağlamda söz konusu antipatinin hiç de tek bir okula münhasır olmadığına bakmak fevkalade aydınlatıcıdır. Bu çalışma dalını ihmal etmiş olanlar sadece görgülcüler (empiricists) değildir. 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın başlarında idealist bir zihnî dönüşümün Kıta Avrupası filozofları (örnek olarak Almanya'da Dilthey ve Rickert, İtalya'da Croce zikredilebilir), tabiî bilimlerin sunduğu soyut ve genel bilgiyle karşılaştırıldığında somut ve özel telakkî edilebilecek bir bilgi formunu sunması sıfatıyla tarihe sarıldılar ve bu hakikat - ya da varsayılan hakikat- etrafında sistemlerini kurdular.
Gel gelelim İngiliz idealizminde buna tekâbül eden herhangi bir hareket yoktu. Bradley'in, kariyerine Eleştirel Tarihin Önkabulleri (The Presuppositions of Critical History) üzerine son derece ilginç bir yazıyla (1874'te) başladığı doğrudur; fakat genel metafıziksel görüşünü ortaya koyarken tarihe herhangi bir özel anlam atfettiğini gösteren hiçbir şey yoktur. Meslektaşı Bosanquet'in de tabiî ki mezkur meselede hiç tereddüdü yoktur. Bosanquet "tarih, 'mevcudiyet ya da doğruluğu' mümkün olmayan melez bir tecrübe formudur" diyordu. Sahih bir idealizm, estetik ya da dinî tecrübenin hakikatleri üzerine, yahut aynı şekilde sosyal hayatın hakikatleri üzerine kurulmalıdır. Kıta Avrupası yazarlarının söz ettikleri somut idrak için bakmamız gereken yer bu alanlardır, tarih değil. Binaenaleyh Bosanquet'in görüşü Collingwood'dan önceki bütün İngiliz idealistleri tarafından genel olarak paylaşılmıştır. Bugün bile tarih, sırf tarihle uğraşanların gösterdiği yegane geçerli bilgi formu olarak tarihin bilfiil felsefeyi massetmesi gerektiğini söyleme temâyülü münasebetiyle, bu okulun bazı mensupları için tereddüt içeren bir konu olarak durmaktadır.
2. Eleştirel ve Nazarî (Spekülatif) Tarih Felsefesi
Bizim işlemeyi düşündüğümüz konuya İngiliz filozoflarının böyle genel tepkileri varken, onlardan ayrılmaya neden cüret edelim ki? Bu soru pekala sorulabilir. Tarih felsefesi böyle genel olarak hakir görülüyorsa onu ihya macerası niye? Şimdi buna bir cevap şu olabilir: geleneksel haliyle tarih felsefesi Hegel'in ölümüyle son bulmadı. Geleneksel formda tarih felsefesi, çok farklı bir görünüşte olmakla beraber Marks tarafından sürdürüldü; keza bugün de Spengler ve Toynbee gibi yazarlarca takip edilmektedir. Hakikaten, metafiziğin diğer yönleri gibi tarih felsefesinin de, muhaliflerin onun anlamsız önermeler kümesinden oluştuğu yolunda biteviye iddialarına rağmen, insanoğlu üzerinde sürekli bir çekicilik arzettiği görülür. Binaenaleyh konunun geleneksel problemlerine ilişkin ayrıntılı bir tetkikin müdafaası, bu fikirler doğrultusunda geliştirilebilir. Ama bulunduğumuz noktada bazılarının gayri mâkul bulacağı argümanlara sırtımı dayamak istemiyorum. Onun yerine, bütün okullara mensup felsefecilerin, tarih felsefesinin gerçek bir araştırmanın adı olduğunu kabul etmelerinin bir anlamı olduğunu göstermeye çalışmak istiyorum.
Buna bir başlangıç olarak, "tarih" kelimesinin kendisinin muğlak olduğu şeklindeki açık ve bildik keyfiyete işaret etmeliyim. Tarih, a) geçmiş insan faaliyetlerinin bütününü ve b) bu faaliyetlere dair şimdi inşâda bulunduğumuz anlatım (tahkiye) ya da açıklamayı kapsar. Tarih felsefesine ilişkin aynı anda iki muhtemel alanı ortaya koyması münasebetiyle bu muğlaklık önemlidir. Bir cihetten tarih çalışması, yukarıda kısaca tasvir edildiği gibi geleneksel formunda tarihsel olayların fiilî seyri üzerinde durabilir. Diğer yandan, tarihsel düşünüş yöntemleri ile, ikinci anlamdaki tarihe bilvasıta ulaşılan araçlar ile iştigal eder. Ve gayet tabiî bu iki formdan hangisini seçtiğimize bağlı olarak, tarih kelimesinin içeriği farklı olacaktır.
Şimdiki amacımız itibariyle bu ayrımın uygunluğunu görmek için tek yapacağımız, dikkatimizi bir an için tabiî bilimlerle alakalı paralel duruma çevirmektir. Burada hakikaten, tefrik ettiklerimize tekabül eden tetkik sahaları için -her zaman tamı tamına doğru kullanılıyor olmasa da - iki tabir vardır. Bunlar, tabiat felsefesi ve bilim felsefesidir. Birincisi bir kozmoloji inşâsı veya bir bütün olarak tabiatı açıklama maksadıyla, tabiî olayların fiilî seyrinin incelenmesiyle uğraşır. İkincisi tekmil bilimsel düşünüş süreci üzerine tefekkürü, bilim adamlarınca kullanılan temel kavramların incelenmesini ve bu türden meseleleri iş edinir. Profesör Broad'ın terminolojisiyle birincisi spekülatif, ikincisi eleştirel bir disiplindir. Bu çalışma sahalarından birincisinin kabule şayanlığını reddeden bir filozofun bu yüzden ikincisinin de uygunluğunu reddetme mecburiyetinde olmadığını pek fazla tefekküre hacet yoktur.
Bazılarının savunacağı gibi, belki tabiat felsefesi (doğal olayların seyri konusunda, tabiî bilimciler tarafından icrâ edilenin bir bakıma mütemmimi şeklinde bir çalışma anlamında), anlamsız bir teşebbüstür; belki kozmolojiye dair öğretiler de gerçekten ya bilimsel sonuçların hulasası (ki bu durumda bunların oluşturulmasının, bilim adamlarına bırakılması daha iyidir) ya da muhayyileye dayalı anlamsız düşlerdir. Fakat bu böyle olsa bile, bundan bilim felsefesi diye bir konunun olmadığı çıkmaz. Felsefeci tabiata dair bilgilerimizin toplamına veya tabiî süreçlere dair anlayışımıza herhangi bir şekilde ilavede bulunamasa bile, yine de bilimsel düşünüşün önkabulleri ve mahiyeti, bilimsel fikirlerin tam analizi ve bir bilim dalının diğeriyle ilişkisi hakkında söyleyeceği faydalı bir şeyleri olabilir, keza felsefecinin mantık tekniği konusundaki mahareti bilimsel çalışmadaki pratik zorlukları ortadan kaldırmaya normal olarak yardım edebilir. Felsefecinin, bilim adamlarının yaptığı türden şeylere normal bir âşinalığı olmadıkça, bu konulara dair değerli herhangi bir şey söylemesi nadiren ihtimal dahilindedir. Fakat buna rağmen sorduğu soru yine de bilimsel sorular olmayacaktır. Sorduğu sorular, bilimsel tahkikin amacı olan vakıaya ilişkin doğruya yönelik doğrudan araştırmaya ait değil, daha ziyade bilfiil bilimsel faaliyetlerin mahiyeti ve tazammunlarını nazara almaya başladığımızda ortaya çıkan tefekkür safhasına ait olacaktır.
İmdi, başlangıçta da ifade edildiği gibi bilim felsefesinin sahiden bir bilim olduğu hususunda genel olarak mutabık kalınacaktır. Hatta en anti-metafızik zihniyete sahip felsefeci de kabul edecektir bunu. Fakat bu durumda felsefecinin, en azından formlarından biri itibariyle tarih felsefesinin mümkünatını kabul etmesi de lazımdır. Zira tıpkı bilimsel düşünüşün birisi faaliyetin bilfiil kendisiyle alakalı, diğeri de faaliyetin amacıyla alakalı olmak üzere iki muhtemel çalışma alanı doğurması gibi, tarihsel düşünüş de aynı şekilde iki çalışma alanı doğurur. "Tarih felsefesi" aslında felsefî problemlere ilişkin ikili bir grubun adıdır: hem spekülatif hem de analitik bir yöne sahiptir. Bunlardan birinci yönü reddedenler bile ikinci yönü pek ala kabul edebilirler (gerçekten etmeleri de gerekir).
1 Yorum
Selamlar. "En iyi felsefeciler matematiçilerden çıkar "sözü ne kadar doğru yada ne anlamda söylenmiştir? Ünlü matematikçi filozoflar kim? Son olarak eğer iyi bir felsefeci olmak için mühendis kafası olması önemli bir faktör yani artı bir değer ise neden felsefe bölümü sözel bir eğitim veriliyor ? Teşekkür ederim.