FİZİKSEL VARLIK ALANININ ONTOLOJİSİ (... devam )

3. Aristoteles yorumcularının pek çoğuna göre, her bir bireysel ilinek yalnız bir tek nesnenin içinde bulunabilir. Başka bir deyişle, bu yorumculara göre bireysel ilinekler yinelenemez. Ancak gene de kimi yorumcular bireysel niceliklerin yinelenebilir olduklarını, yani birden çok sayıda nesnenin içinde bulunabildiklerini savunmuşlardır. Ancak bu son yorumcular, Aristoteles'in görüşüne uygun olarak, bireysel ilineklerin ancak nesnelerin içinde olduklarını kabul ediyorlar. Oysa bu kabul bireysel ilineklerin yinelenebilirliğiyle bağdaşmayıp bir çelişkiye yol açar. Biz ise bireysel ilineklerin nesnelerden bağımsız olarak varolduklarıni benimseyip bu ilineklerin yineîenebilirliğini savunuyoruz.

4. Aristoteles'in ilinekleri adlarının belirttiği gibi ilinekseldir; yani ilinekler ile içinde bulundukları şeyler arasındaki bağıntı zorunlu olmayıp, bu şeylerin özünü belirlemezler. Başka bir deyişle, ilinekler özsel değildir. (Buna karşılık nesneler için söylenen türler, Aristoteles'e göre özseldir.) Biz ise Aristoteles'in "ilinek" dediklerinin en azından kimilerinin nesnelerin özünü belirlediklerini savunuyoruz. Örneğin bir elektronun kütlesinin ve elektrik yükünün elektronun özünü belirlemede katkıları vardır; dolayısıyla bunların ilineksel değil özsel olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle Aristoteles'in ortaya koyduğu töz dışındaki dokuz kategoriden varlıklara artık "ilinek" diyemeyeceğiz.

5. Daha önce sözünü ettiğimiz yüklem anlamlan (içlemleri), yani önermeler, özellikler ve, n > 1 olmak üzere, n-li bağıntılar Aristoteles'in ortaya koyduğu dört çeşit varlıktan (birincil tözler, ikincil tözler, bireysel ilinekler ve türsel ilineklerden) farklıdır. Dolayısıyla, n > 0 olmak üzere, n-li bağıntıların varolduğunu kabul etmemiz yeni bir ayrıma yol açıyor. Sözgelişi (1-li bağıntı olan) pembe-olma özelliği veya başka bir deyişle pembelik, bir fiziksel nesnenin (örneğin Sokrates'in bedeni) içinde olan bir (bireysel ya da türsel) ilinek olamaz.

Nitekim Sokrates'in içinde olan ilinek Sokrates'in rengidir; oysa Sokrates'in renginin pembe olduğunu söyleyebilmemize karşılık, pembe-olma ya da pembelik diyemeyiz. Öte yandan pembe-olma özelliğinin birincil veya ikincil bir töz olmadığı kuşku götürmez. Demek ki özellikler ve genel olarak bağıntılar Kategoriler'de öngörülen varlıklardan farklı yeni bir varlık çeşidini oluşturur.

Tüm bu farkları göz önünde tutarak, Aristoteles'in içindelik bağıntısı yerine niteleme dediğimiz bir bağıntıyı ortaya koyuyoruz. Bu bağıntının evriğine taşıma diyoruz; buna göre bir bireysel niteleyicinin nitelediği fiziksel nesnelerin bu niteleyiciyi taşıdığını söyleriz. Niteleme bağıntısı, Aristoteles'in töz dışındaki dokuz kategorisi ile fiziksel nesneler arasında bulunur. Bu dokuz kategoriden varlıklara niteleyici, bireysel olanlarına bireysel niteleyici ve türsel olanlarına türsel niteleyici diyoruz. Bir bireysel niteleyicinin onu taşıyan nesneleri dolaysız olarak, bir türsel niteleyicinin ise onu taşıyan nesneleri dolaylı olarak nitelediğini söyleriz. Türsel niteleme, bireysel niteleme yardımıyla şöyle tanımlanabilir: Bir türsel niteleyicinin bir fiziksel nesneyi dolaylı olarak nitelemesi, türsel niteleyicinin türlendirdiği bir bireysel niteleyicinin fiziksel nesneyi dolaysız olarak nitelemesi demektir.

Örneğin, bir türsel niteleyici olan Pembe'nin Sokrates'i dolaylı olarak nitelemesi, Pembe'nin türlendirdiği (membe gibi) bir bireysel niteleyicinin Sokrates'i dolaysız olarak nitelemesidir. Dolaylı nitelemenin bu biçimde dolaysız nitelemeye indirgenmesinden ötürü bundan böyle tek başına geçen "niteleme" terimini hep dolaysız niteleme anlamında kullanacağız.

Her türsel niteleyici bir takım bireysel niteleyicilerden oluşan bir türdür. Buna karşılık hiçbir bireysel niteleyici başka niteleyicilerden oluşan bir tür değildir. Bir türsel niteleyiciyi oluşturan bireysel niteleyicilerin bu türsel niteleyiciyi belirlediği söylenebilir. Buna göre tür-sel niteleyiciye belirlenebilir, bunu oluşturan bireysel niteleyicilere de belirlenmiş denir. Örneğin Pembe bir türsel niteleyici olup, membe gibi birçok renk tonundan oluşan bir türdür. Dolayısıyla Pembe bir belirlenebilir, membe ve Pembe'yi oluşturan öbür renk tonları belirlenmiş (bireysel) niteleyicilerdir.

Bireysel niteleyicilerin başlıca özellikleri şöyle özetlenebilir:

1. Bireysel niteleyiciler nitelediği fiziksel nesnelerden bağımsız olarak vardır.

2. Bireysel niteleyiciler, tıpkı Aristoteles'in ilinekleri gibi, yinelenebilir veya yinelenemez olarak yorumlanabilirler. Biz bunların yinelenebilir olduklarını savunuyoruz, Ancak kimi çağdaş analitik metafizik çevrelerinde, bireysel niteleyicilerin yinelenemez olduğu kabul edilmekte olup bunlara trop denilmektedir. (Tropları aşağıda irdeliyoruz.)

3. Bireysel niteleyiciler, doğrudan doğruya algılanamayan ve ancak bir idealleştirme işlemiyle birbirlerinden kesin olarak ayrılabilir bir biçim alırlar. Oysa ki algılanan niteleyiciler, örneğin renk tonları, ardı ardına geldikleri durumlarda birbirlerinden ayrılamazlar.

4. Fiziksel nesneler söz konusu idealleştirmeden ötürü niteleyicilerini küçük veya büyük bir yaklaşıklık derecesi ile taşırlar.

5. Bireysel niteleyiciler çeşitli türlere ayrılır. Her türün birer üst-tür'ü ile birden çok sayıda alt-tür'leri olabilir. Üst türü olmayan bir türe cins diyoruz. Örneğin Renk, Uzunluk, Kütle birer cinstir. Belli bir cinsten olan niteleyiciler arasında bir sıralama bağıntısı vardır. Örneğin renk tonları arasında kırmızıdan mora giden bir sıralama bağıntısı bulunur. Uzunluklar arasında da küçükten büyüğe giden bir sıralama bağıntısı vardır.

6. Kimi durumlarda aynı türden bireysel niteleyiciler arasındaki sıralama sayısal değerler aracılığıyla belirtilebilir. Örneğin fiziksel (nesnel) renkler elektromagnetik dalgaların frekanslarına göre sıralanabilir. Bu biçimde sayısal değerleri olan bireysel niteleyicilere ve bunların türlerine niceliksel niteleyici denilebilir. Buna göre frekanslarla belirtilmiş renk tonları niceliksel niteleyici sayılabilirler. Doğal niceliksel niteliklere örnek olarak uzunluklar, kütleler ve sıcaklık derecelerini gösterebiliriz.

Şimdi yukarıda sözü geçen (1), (2), (3), (12) ile (i) (ii), (iii) önermelerini çok-biçimli çözümleme biçiminde sırasıyla şöyle çözümleyebiliriz:

(1.5.1) İnsan-olma özelliği Sokrates'e yüklenebilir.
(1.5.2) İnsan Sokrates'i türlendirir.
(2.5.1) Pembe-olma özelliği Sokrates'e yüklenebilir.
(2.5.2) Pembe türünden bir bireysel niteleyici Sokrates'i niteliyor.
(3.5.1) Koşma özelliği Sokrates'e yüklenebilir.
(3.5.2) Koşan-şeyler türü Sokrates'i türlendirir.
(12.5.1) Membe-olma özelliği Sokrates'e yüklenebilir.
(12.5.2) Membe Sokrates'i niteliyor.

4. Tümel-Tikel ve Soyut-Somut Ayrımları

4.1 Tümeller ve Tümellerin Örnekleri

En geniş anlamda ilkece herhangi bir sayıda örneği olabilen varlıklara tümel, örneksiz varlıklara da tikel denir. Ancak bu bağlamda geçen "örnek" teriminin anlamı tam belirgin değildir. Sezgisel anlamda bir varlığın örneği o varlığın bütününü şu veya bir biçimde temsil edip onun hakkında bilgi veren bir şeydir. Buna göre birbiriyle ilişkisi olmayabilen ve ortak özellikleri bulunmayabilen öğelerden oluşan bir kümenin hiçbir öğesini kümenin bir örneği sayamayız. Nitekim böyle bir kümenin bir öğesi kümenin bütününü temsil edemediği gibi bu küme hakkında bilgi de veremez. Bu nedenle bir kümenin öğelerini o kümenin örneği saymıyoruz. Dolayısıyla kümeler tümel değil tikeldir.

Buna karşılık bir doğal türün her öğesi türü temsil eder ve onun hakkında bilgi verir. Dolayısıyla bir doğal türü oluşturan, yani o türden olan, varlıklar türün örnekleri sayılmalıdır. Bu çeşit örnekler için "örnekleyen" terimini kullanıyoruz. Bu açıklamaların ışığı altında doğal türlerin belirgin olarak tümel olduğunu söyleyebiliriz. Doğal türlerin, ve genel olarak türlerin, ilk bakışta onları oluşturan varlıkların kümesi olduğu sanılabilir. Bu bir yanılgıdır; nitekim her küme kendi öğelerince belirlenir. Bir kümenin tek bir öğesinin bile değişmesi kümeyi başka bir kümeye dönüştürür. Oysa doğa! türlerin durumu çok farklıdır. Örneğin İnsan türünün örnekleyenlerinin, yani tek tek insanların, (doğum ve ölüm yoluyla) sürekli olarak değişmesine karşın türün kendisi varlığını korur. Üstelik doğal türlerin belli bir yapısı olduğunu daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla doğal türleri yapısı olamayan kümelerden ayırt etmemiz kaçınılmazdır. Bununla birlikte her doğal türün karşılığı olarak bu türün ömekleyenlerinden oluşan bir kümenin bulunduğu göz önünde tutulmalıdır. Bu kümeye ise türün kaplamı denir. Kuşkusuz tür ile türün kaplamı özdeş değildir.

Öte yandan yüklemlerin anlamları olan bağıntılar da tümel sayılmalıdır. Nitekim bir n-li bağıntının örnekleri, bu bağıntıyı (varsa) gerçekleyen sıralı n-liler olur. Özel olarak doğru önermelerin tek bir örneği vardır; bu da boş kümedir. Yanlış önermemelerin ise hiçbir örneği yoktur. Herhangi bir n-li bağıntının örneklerini saptamak için bu bağıntıyı dile getiren n-li yüklemin n tane ad ile birlikte oluşturduğu önermeye bakılır. Eğer bu önerme doğru ise, sözü geçen adların oluşturduğu /ı-li dizi yüklemin bir örneğidir. Buna karşılık önerme yanlış ise, yüklemin bir örneği saptanamaz. Eğer yüklemin n tane ad ile birlikte oluşturduğu tüm önermeler yanlış ise, yüklemin hiçbir örneği olmadığı ortaya çıkar. Demek ki bir n-li yüklemin örneği olabilmesi için, n tane ad ile oluşturduğu önermelerden en az birinin doğru olması gerekli ve yeterlidir. Bağıntıların örneklerine, türlerinkinden ayırt etmek amacıyla, "özne" diyeceğiz. Nitekim özne, yüklemin uygulandığı şeydir. Örneğin insan-olma 1-l i bağıntısının bir öznesi Sokrates'tir. Bunun saptanması, (1) önermesinin, yani "Sokrates bir insandır" in doğruluğuna dayanır.

Son olarak (bireysel) niteleyicilerin tümel olup olmadığını araştıralım. Yaygın bir görüş açısından, gerek yinelenebilir-bireysel gerekse türsel niteleyicilerin niteledikleri nesneler, bu niteleyicilerin örneği sayılır. Buna dayanarak da tüm niteleyicilerin (yinelenebilir olmak koşuluyla) tümel olduğu ileri sürülmektedir. Biz ise bireysel veya türsel herhangi bir niteleyiciyi taşıyan nesnelerin o niteleyicinin örnekleri olamayacağını, dolayısıyla bireysel niteleyicilerin tümel olmadıklarını savunuyoruz. Buna karşılık türsel niteleyiciler, tikel niteleyicilerden oluşan örnekleri olduğundan tümeldir.

Niteleyicileri taşıyan nesnelerin o niteleyicilerin ömeği olmadığı şöyle gösterilebilir: Sözgelişi (2) önermesinin ("Sokrates pembedir") doğruluğuna dayanarak Sokrates'in Pembe'nin, (12) önermesinin ("Sokrates membedir") doğruluğuna dayanarak da membe'nin bir örneği olduğunu (karşı çıktığımız görüşe uygun olarak) varsayalım. Oysa Pembe bir tür, membe ise bu türden bir varlık olduğundan, membe Pembe'nin bir örneğidir. Dolayısıyla gerek Sokrates gerekse membe Pembe'nin örneği oluyor. Böylece Pembe'nin, biri töz öbürü nitelik olmak üzere, iki ayrı kategoriden örnekleri bulunmuş olur. Aristoteles'in Kategoriler'inde ise tür ile örnekleri aynı kategoridendir. Bu nedenle her bir türün örnekleri de aynı kategoridendir. Oysa Pembe'nin nitelik kategorisinden olmasına karşın, örneği olduğu varsayılan Sokrates töz kategorisindendir.

Pembe'nin iki örneği olan Sokrates ile membe'nin de kategorileri farklıdır. Öte yandan Pembe'nin örneği olan Sokrates, Pembe'nin ikinci örneği olan membe'nin bir örneğidir. Dolayısıyla Pembe'nin örneklerinden biri öbürünün bir örneği oluyor. Demek ki niteleyicileri tümel sayan görüş kabul edilmesi zor olan veya en azından Aristoteles'in görüşü ile bağdaşmayan bir duruma yol açıyor. Bu nedenle varsayımı kabul etmemek gerekir. Demek ki Pembe'nin veya membe'nin nitelediği nesneler bu niteleyicilerin örneği olamaz. Pembe'nin bir tür olarak tümel olmasına karşılık, membe gibi bir bireysel niteleyici örneği olamadığı nedeniyle tümel olamaz. Nitekim bir niteleyicinin örnekleri ilk bakışta ya türlendirdiği bireysel niteleyiciler ya da nitelediği nesneler olabilir. Başka çeşitten örnek düşünülemez. Oysa membe bireysel niteleyici olarak hiçbir şeyi türlendiremez. Öte yandan membe'nin nitelediği nesnelerin onun örnekleri sayılamadığmı görmüştük. Bu nedenle örneği bulunamayan membe ve genel olarak tüm bireysel niteleyiciler (yinelenebilir olmalarına karşm) tümel değil tikeldir.

4.2 Somut Varlıklar ve Soyut Yarlıklar

Uzay-zaman içindeki varlıklara somut denir. En önemli somut nesne türleri cisimler ve fiziksel olaylardır. Örneğin taşlar, yıldızlar, atomlar ve Sokrates'in bedeni, birer cisim, ışıldamalar, fırtınalar, doğumlar ve ölümler birer olaydır. Somut-olmayan, yani uzay-zaman içinde yer almayan varlıklara soyut denir. Örneğin (sayılar ve kümler gibi) matematiksel nesneler, bireysel niteleyiciler ve her çeşitten tümeller soyut varlıklardır.

Somut varlıklar tür olmadıklarından birer nesne sayılmalıdır. Dolayısıyla "somut varlık" yerine "somut nesne" terimini kullanacağız. Somut nesneler tam-somutile yarı-somut olmak üzere iki çeşide ayrılabilir. Tam-somut nesneler kapladıkları yere ilişkin tüm özellikleri ve niteleyicileri örnekleyen veya taşıyan nesnelerdir. Yarı-somut nesneler ise geometrik olmayan kimi özellikleri veya niteleyicileri soyutlanan somut nesnelerdir. Tam somut nesnelerden soyutlama ve idealleştirme yoluyla oluşan ve fiziksel dizge denilen nesneler yan-somuttur. Ayrıca olaylar ile troplar da yarı-somuttur.

4.3 Çokta-Birlik Problemi

Tümel kavramı Platon ile başlayan çokta-birlik denilen bir problemden kaynaklanmaktadır. Bu problemi şöyle dile getirebiliriz. Aynı yüklemin farklı nesnelere doğru olarak uygulanabildiği bir olgudur. Çokta-birlik problemi, bu olguyu en uygun bir biçimde açıklama problemi olarak dile getirilebilir. Problemin çözümü olarak birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. Bu görüşlerden en önemlilerini aşağıda betimliyoruz.

Adcılık: Bu görüş, tümellerin ve yinelenebilir tikellerin yadsındığı ve yalnız kimi tikellerin varlığının kabul edildiği bir görüştür. En sıkı adcılıkta yalnız somut tikellerin, daha ılımlı olanlarında ise kümeler gibi (soyut tikel) matematiksel nesnelerin varolduğu kabul edilir. Sıkı adcı görüşte özne-yüklem önermesi, yüklemsel tek-biçimli çözümlemeye uygun olarak yorumlanır. Böyle bir yorumlamada yüklem birlikte-anlamlı bir deyim sayılır. Dolayısıyla çokta-birlik problemi, yüklemi ortak olan özne-yüklem önermelerinin öznelerinin, yüklemin dile getirdiği bir varlığı örneklemesi veya taşımasıyla değil, yalnızca önermelerin birlikte doğru olduklarının bilinmesiyle açıklanır. Buna göre problemin çözümü, ontolojik değil epistemolojik oluyor. Ilımlı adcılıkta ise özne-yüklem önermesi tek-biçimli kaplamsal çözümlemeye uygun olarak yorumlanır. Dolayısıyla yüklem, birlikte-anlamlı bir deyim olmayıp bir küme adı sayılır. Bu durumda çokta-birlik problemi, ortak yüklemi olan önermelerin öznelerinin aynı bir kümenin öğeleri olmasıyla çözülür.

Ilımlı adcılığın başka bir biçimi kavramcılıktır. Bu görüşte somut nesnelerin yanı sıra bir de zihinsel varlıklar olarak kavramlar kabul edilir. Böylece çokta-birlik problemi, ortak yüklemi olan önermelerin öznelerinin aynı bir kavramın altına girmesiyle çözülür.

Gerçekçilik: Çeşitli gerçekçi görüşler vardır. Bunların ortak yönü kimi yinelenebilir (soyut) varlıkların kabul edilmesidir. Aşağıda gerçekçiliğin üç biçimini inceliyoruz:

1. Platoncu görüş: Bu görüşte çokta-birlik problemi şöyle çözülür, a ile b, F yükleminin doğru olarak uygulandığı iki varlık olsun. Bu iki varlığa aynı yüklemin uygulanabilmesi, a ile b'nin en yetkin biçimde I olan (tümel) ideal varlığa yaklaşık olarak benzemesi demektir. Bu ideal varlığa F-ideası (Eidos) denir. Ancak a ile b, F-ideası'na ne kadar benzerse benzesin hiçbir zaman onunla özdeş olamaz. F-ideası F olan en yetkin varlık olduğuna göre, haydi haydi F dir. Böylece F olan a ile f'den başka bir de F-ideası ortaya çıkar. O zaman da a, b ve F-ideası'na aynı Fyükleminin uygulanabilmesi için bunların yaklaşık olarak ikin-ci düzeyden bir F-ideası'na benzemeleri gerekir. Ancak bu üç varlıktan hiçbiri, dolayısıyla F-ideası da, söz konusu ikinci dereceden F-ideası ile özdeş olamaz. Bu durumda F olan a, b ve F-ideası ve ikinci düzeyden F-ideası gibi dört varlıkla karşılaşırız. Bu süreç sonsuza değin gider; yani durmadan gerileme sorunuyla karşılaşırız. Örneğin a ile b farklı iki insan (adam) olduğunda, insan-olma yükleminin her ikisine uygulanabilmesi bunların İnsan ideası'na yaklaşık olarak benzemesine bağlıdır. Oysa insan-olma yüklemi İnsan ideası'na yüklenir. Böylece a ile b gibi iki insanla başladıktan sonra üçüncü bir insanla karşılaşmış oluruz. Bu durum ise durmadan gerilemeye yol açtığından, iki insandan bir üçüncüsünün ortaya çıkmasına bakarak, Platoncu görüşün üçüncü adam paradoksuna yol açtığı söylenir.

2. Aristotelesçi görüş: Daha önce belirtildiği gibi Aristoteles'in Kafegoriler'inde söyleme ile içindeiik olmak üzere iki çeşit yükleme bağıntısı vardır. Birinci bağıntı durumunda, bir türü dile getiren bir yüklemin farklı şeylere doğru olarak uygulanması, aynı türün söz konusu şeyler için söylenmesiyle açıklanır. İkinci bağıntı durumunda ise bir ilineği dile getiren bir yüklemin farklı şeylere doğru olarak uygulanması, aynı ilineğin söz konusu şeylerin içinde olmasıyla açıklanır. Böylece çokta-birlik problemi her iki durumda çözülmüş olur. Aristotelesçi görüşte üçüncü adam paradoksu ortaya çıkmaz. Nitekim Fgibi bir ilineğe hiçbir zaman F-olma özelliği yüklenemez. Örneğin Pembe türsel ilineğine pembe-olma özelliği yüklenemez; yani Pembe ilineği pembe değildir. Gene membe bireysel ilineğine membe-olma özelliği yüklenemez. Nitekim membe bireysel ilineği, membe değildir. Dikkat edilirse rengi olan her şey uzay-zaman içinde yer kaplamalıdır. Oysa ilinekler soyut olup uzay-zaman içinde yer kaplamaz; dolayısıyla renklerinden söz edilemez.

Aristoteles'in bireysel ilinekleri yinelenebilir ve yinelenemez olarak iki ayrı biçimde yorumlanmıştır. Birinci durumda şöyle bir çelişki ortaya çıkar: a ile b farklı iki şey, F de bir ilineği dile getiren bir yüklem olduğunda, a-içindeki-F ilineği a'nm içinde olup 6'nin içinde değildir; 5-içindeki-F ilineği ise b'nin içinde olup a'nın içinde değildir. Demek ki a ile b, a'nın-içinde-olma ile 6'nin-içinde-olma özelliklerinden birini taşıyıp öbürünü taşımamaktadır. Bu durumda özdeşlik mantığı gereğince a-içindeki-F ile M içindeki- F farklı şeylerdir; oysa her biri F ilineği ile özdeştir. Dolayısıyla a-içindeki-F ile b-içindeki-F birbiriyle özdeş olmalı.

Böylece açık bir çelişki ortaya çıkmış oluyor. Buna karşılık bireysel ilineklerin yinelenemez sayıldığı ikinci yorum bu çelişkiyi engeller: Nitekim (a ile b farklı nesneler olduğunda) a-içinde-membe ile M içinde-membe ayrı bireysel ilinek, Membe ise türsel ilinek sayılır. Dolayısıyla a-içinde-membe ile M içinde-membe, Membe ile özdeş olamaz. Bu çelişki Platoncu görüşte de ortaya çıkmaz. Çünkü F-ideası ne a'nın ne de f-nin içinde bulunur; dolayısıyla a'ya ilişkin F-ideası ile &'ye ilişkin F-ideası bir ve aynı şeydir, hiçbir şekilde birbirinden farklı değillerdir.

3. Çok-biçimli çözümlemeye dayanan görüş: Bu görüşte özne-yüklem önermesi çok-biçimli çözümlemeye uygun olarak yorumlanır. Daha önce belirttiğimiz gibi, böyle bir çözümleme Aristoteles'in bireysel ilineklerini yinelenebilir sayan yorumdan türetilmişti. Ancak bu görüşte, ilinekler nesnelerin içinde olmayıp onlardan bağımsız olarak varolduklarından söz konusu görüşün Aristotelesçi ile Platoncu görüşlerin arasında yer alıp bunların bir sentezini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşün üstünlüğü, bir yandan ne Platoncu görüşte çıkan üçüncü-adam paradoksuna, ne de bireysel ilinekleri yinelenebilir sayan Aristotelesçi görüşteki çelişkiye yol açmaması, öbür yandan bireysel ilinekleri yinelenemez sayan Aristotelesçi görüşteki ve genel olarak aşağıda irdelenen trop görüşündeki güçlükleri gidermesi ve bu görüşleri temellendirmesidir.

Sözü edilen 3. görüşte F gibi n-li bir yüklem farklı çeşitten varlıklar dile getirebilir. Bunlar bir yandan F'nin anlamı olan bir n-li bağıntı, öbür yandan da F 'nin (varsa) karşılığı olan bir nesne türü ya da bir türsel veya bireysel niteleyicidir. Dikkat edilirse çoğu kez F, yalnızca bir bağıntıyı dile getirir; ancak kimi durumlarda bir nesne türü veya niteleyiciyi de dile getirir. Örneğin "a nesnesi kırmızı veya yeşildir." önermesinin yüklemi kırmızı-veya-yeşil- olma bağıntısını dile getirip hiçbir nesne türünü veya niteleyiciyi dile getirmez. Bu çerçevede üçüncü-adam paradoksu şöyle çözülür; Fyüklemi ister bir bağıntıyı ister bir nesne türünü ya da niteleyiciyi dile getirsin; her iki durumda F yükleminin dile getirilen varlığa (doğru olarak) yüklenmesi olanaksız olduğundan paradoks ortaya çıkmaz. Örneğin F yüklemi "pembe" olsun. O zaman "pembe" yükleminin dile getirdiği pembe-olma özelliği pembe olmadığı gibi, "pembe" yükleminin karşılığı olan Pembe türsel ilineği de pembe değildir. Öte yandan yukarıda sözü geçen çelişkinin ortaya çıkmaması, F yükleminin (membe gibi) bir bireysel niteleyiciyi dile getirdiği durumda, niteleyicinin hiçbir nesnenin içinde olmamasından ötürü a-içinde-/ ile è-içinde-F gibi varlıklardan söz edilememesine dayanır.

Çokta-birlik problemine gelince, iki durumu ayırmak gerekir. Birden çok sayıda nesneye doğru olarak uygulanan Fyükleminin bir karşılığı olarak bir nesne türü veya niteleyicinin bulunmadığı durumda, çözüm adcılık ya da kavramcılığın çözümüne indirgenir. Oysa F yükleminin karşılığı bir nesne türü ya da niteleyici olduğu durumda F yükleminin birçok nesneye doğru olarak uygulanması, bu nesnelerin sırasıyla söz konusu türden olması veya söz konusu niteleyiciyi taşıması ile açıklanır. Bu da gerçekçiliğe dayanan bir çözümdür.

4. Trop görüşü; Bu görüşte bireysel ilinekler ve genel olarak bireysel niteleyiciler yinelenemez sayılır. Başka bir deyişle uzay-zaman'ın belli bir bölgesinde bulunan bir bireysel niteleyici başka bir bölgede bulunamaz. Troplar (Renk, Uzunluk, Kütle gibi) gibi çeşitli trop cinslerine ayrılır. Aynı cinsten troplar arasında sıkı veya gevşek çeşitli benzerlik bağıntıları bulunur. Her benzerlik bir eşdeğerlik, yani yansımalı, bakışımlı ve geçişli bir bağıntıdır. Bir benzerlik bağıntısı cinsi birbirinden ayrık benzerlik sınıflarına ayrılır. Verilen bir benzerlik bağıntısının her benzerlik sınıfı, birbirine benzeyen niteleyicilerinden oluşan bir küme demektir, ti r cinsteki daha sıkı olan bir benzerlik bağıntısı daha gevşek olan birini içerir. Yani iki niteleyici birbirine daha sıkı benzerse, haydi haydi daha gevşek olarak da benzer. Bir cinste bulunan en gevşek benzerlik bağıntısının bir tek benzerlik sınıfı vardır, o da cinsin bütünüdür.

Öte yandan en sıkı benzerliğe tam-benzerlik denir. Her cinste bir tek tam benzerlik bağıntısı bulunur. Herhangi bir benzerlik bağıntısının belirlediği benzerlik sınıflarına trop türü veya bu bağlamda kısaca tür denir. Eğer bir benzerlik bağıntısı bir başkasını içeriyorsa, içerenin benzerlik sınıfları, içerilenin benzerlik sınıflarının üst-tür'ü, içereninkiler de içerileninkilerin alt-tür'ü olur.

Tam-benzerlik bağıntısının benzerlik sınıflarına tam-benzerlik sınıfları diyoruz. Her tam-benzerlik sınıfı alt-tür'ü olmayan bir türdür; alt-tür'den yoksun olan her tür de bir tam-benzerlik sınıfıdır. Birincisi şöyle gösterilebilir: T 'nin S gibi bir alt-tür'ü bulunan bir tam-benzerlik sınıfı olduğunu varsayalım. O zaman S alt-tür'ü tam-benzerlik bağıntısının içerdiği bir benzerlik bağıntısının bir benzerlik sınıfı olur. Oysa tanımı gereği, tam-benzerlik bağıntısı hiçbir benzerlik bağıntısını içermez. Demek ki varsayım yanlıştır. O halde T 'nin alt-tür'ü olamaz. İkincisini göstermek için T 'nin alt-tür olamayan bir tür olduğunu kabul edelim. Her tür gibi T, bir benzerlik bağıntısının bir benzerlik sınıfıdır. T 'nin alt tür'ü olmadığından, sözü geçen benzerlik bağıntısını içeren başka bir benzerlik bağıntısı yoktur, dolayısıyla bir tam-benzerlik bağıntısıdır. O zaman da T, bir tam-benzerlik bağıntısı olur.

Türler benzerlik bağıntılarına dayanarak tanımlanabildiği gibi, benzerlik bağıntıları da türler yardımıyla tanımlanabilir. Her trop türünün ya bir tek üst-tür'ü vardır ya da hiçbir üst-tür'ü yoktur. Üst-tür'ü olmayan tür bir trop cinsidir. Öte yandan her tür, birden çok sayıda birbirinden ayrık alt-tür'lere ayrılır; ya da hiçbir alt-tür'ü bulunmaz. Bir cinsin birbirinden ayrık alt-tür'lere ya da başka bir deyişle bölümlere ayrılmasına cinsin bir bölümlemesi denir. Cinsin alt-tür'leri çeşitli bölümlemeler, her bölümleme de bir benzerlik bağıntısı oluşturur. İki trop arasında belli bir bölümlemenin oluşturduğu benzerlik bağıntısının bulunmasının gerekli ve yeterli koşulu, her iki tropun bölümlemenin aynı bir bölümünün içinde bulunması demektir. Böylece (cinsin türlerinden oluşan) bir bölümlemenin karşılığı olan bir benzerlik bağıntısı tanımlanmış olur. Özel olarak cinsin alt-tür'den yoksun türleri bir bölümleme oluştururular. Bu bölümlemenin belirlediği benzerlik bağıntısı da cinsin örnekleyenleri arasındaki tam-benzerlik bağıntısıdır.

Troplar en genel olarak uzay-zaman'm belli bir bölgesinde bulunan belli bir nitelik veya nicelik sayılır. Buna göre tropların (yinelenebilir) bireysel niteleyicilerden farklı olarak uzay-zaman içinde bir bölgeyi kapladıklarını söyleyebiliriz. Bu bölgeye tropun tonumu denir. Buna göre belli bir tropun kimliğini belirlemek için en başta konumunu saptamak gerekir. Bu saptamanın yapıldığını varsayalım. O zaman da söz konusu konumdaki belli bir tropun kimliğini belirlemenin, "bu" sözcüğüyle dile getirilebilen konuma yönelik bir gösterme işlemiyle gerçekleşebüeceği sanılır. Oysa aynı bir konumda gerek bir cisim gerekse belirsiz sayıda trop bir arada bulunabilir. O zaman da salt bir göstereme işlemi, belli bir tropun kimliğini belirlemek için yetmez. Aristoteles'ten Wittgenstein'a dek bu belirlemenin "bu F " biçiminde (örneğin "bu renk", "bu pembe renk", "bu membe tonu", bu ses tonu", "bu uzunluk" gibi)bir deyimle dile getirilebilen işlemle gerçekleştirilebildiği söylenmiştir.

Demek ki tropların kimliğinin belirlenmesi, türsel ya da bireysel (yinelenebilir) bir niteleyiciye başvurulmasını gerektirir. Böylece, daha önce belirttiğimiz gibi, trop görüşünün ancak savunduğumuz 3. görüş çerçevesinde temellendirilebildiğini görüyoruz. Kaldı ki trop görüşü için gerekli olan tam-benzerlik bağıntısı da önünde sonunda gene 3. görüşe dayanır. Trop görüşünün dört biçiminden söz edebiliriz: cisim-trop-tür, cisim-trop, sait-trop ve trop-trop türü görüşleri. Bu görüşleri sırasıyla aşağıda inceliyoruz.

4.1 Cisim-trop-tür görüşü: Bu görüşte cisimler (somut fiziksel nesneler), cisim türlerinin, tropların ve trop türlerinin varlığı kabul edilir. Söz konusu görüş, Aristotelesçilikte bireysel niteleyicileri yinelenemez sayan yorumdan kaynaklanır; bu nedenle de yinelenebilir yorumun yol açtığı çelişki ortaya çıkmaz. Ancak Aristoteles'ten farklı olarak troplar yalnız ilineksel değil, özsel de olabilir. Her trop taşıyıcısı olan bir tek nesnenin içinde bulunur. Örneğin Sokrates'in rengi olan membe yalnız Sokrates'in içinde olup başka hiçbir nesnenin içinde olamaz. İki farklı fiziksel nesnenin renk tonları birbirine ne denli benzerse benzesin, hatta birbiriyle (3. görüş anlamında) özdeş olsalar bile, bunlar trop olarak farklı varlıklar sayılır; özdeş oldukları durumunda aralarında tam-benzerlik bağıntısı vardır. Bir cismin içinde belli bir türden bir trop bulunduğunda, bu cismin gerek tropu gerekse türünü taşıdığını söyleriz. Bu görüşte trop türlerinin varlığı kabul edildiğinden aynı bir cinsten troplar arasındaki tüm benzerlik bağıntıları, özellikle tam-benzerlik bağıntısı, cinsteki türler yardımıyla daha önce gösterildiği gibi tanımlanabilir.

4.1 görüşünde çokta-birlik sorunu şöyle çözülür. F bir trop, trop türü, ya da nesne türü dile getirirsin. O zaman F yükleminin a ile b gibi iki nesneye doğru olarak uygulanması, a ile f'nin F tropu veya trop türünü taşıması ya da a ile b'nin F türünden olmasıyla açıklanır. Buna karşılık F yükleminin karşılığı olan bir varlık yoksa, çokta-birlik sorununun çözümü adcı veya kavramcıhğınkine indirgenir.

Söz konusu 4.1 görüşü 3. görüşe şöyle indirgenebilir, (i) Tek tek tropların indirgenmesi: t, a cisminin taşıdığı belli bir trop olduğunda, yukarıda söylendiği gibi, bu tropun kimliğinin belirlenmesi için tropun taşıyıcısının bir niteliğine veya niceliğine başvurmak gerekir. Sokrates'in-içinde-membe (Sokrates'in-membe-renk-tonu) ya da bu-çubuğun-uzunluğu böylece belirlenen birer trop örneğidir, a cismindeki tropun belirlenmesinde başvurulan nitelik veya niceliğin karşılığı olan x gibi bir bireysel niteleyici olmalıdır. Buna göre t tropu a cisminin içinde olup x bireysel niteleyicisiyle belirlendiği durumda, t tropunu -a , xÖ sıralı ikilisine
indirgeyebiliriz. O zaman da -a , xÖ ve a , 1 ô gibi iki trop arasında tam-benzerlik bağırttı-sının bulunmasını x ile y'nin özdeşliğiyle tanımlayabiliriz. Bu tanıma göre, sözgelişi a çubuğunun 2-metrelik-uzunluğu ile b çubuğunun 2-metrelik-uzunluğu tam-benzer troplardır, (ii) Trop türlerinin indirgenmesi: T bir trop türü olsun. T 'nin ömekleyenleri olan her bir trop yerine -a, xÖ biçimindeki sıralı ikiliyi ele alalım. O zaman T trop türünün indirgenmiş biçimi sözü geçen sıralı ikililerin kümesi olur. Böylece troplar bütünüyle elenmiş olup, 4.1 görüşü 3. görüşe indirgenir.

4.2 Cisim-trop görüşü: Bu. görüşte yalnız cisimler ile cisimlerin içindeki tropların varlığı kabul edilir. 4.1 görüşünün tersine, cisim-trop görüşünde tam-benzerlik bağıntısı tanımlanamayıp ilkel bir bağıntı sayılmalıdır. Böyle bir görüşte çokta-birlik probleminin çözümünün 4.1'inkinden tek farkı trop türleriyle nesne türlerinin yer olmamasıdır. Dolayısıyla çözümde adcılık veya kavramcılığın işlevi 4.1 'inkine göre çok daha büyüktür.

4.3 Salt-trop (trop demeti) görüşü: Tekçi olan bu görüşte, troplardan başka hiçbir varlık kabul edilmez. Dolayısıyla cisimlerin troplara indirgenmesi gerekir. Böyle bir indirgeme, cisimleri biraradalık bağıntısı içinde olan tropların demeti saymakla gerçekleşir. Biraradalık bağıntısı ise, tam-benzerlik bağıntısı gibi, 4.3 görüşünü bem'mseyenlerce genellikle ilkel sayılır. Bu görüşte çokta-birlik problemi şöyle çözülür: a ile b birer trop demeti olduğunda, F yükleminin a ile b' nin ikisine de doğru olarak uygulanması F bir trop dile getirdiği durumda, bu tropun gerek a'nın gerekse b'nin öğesi olmasıyla açıklanır. F 'nin bir trop dile getirmediği durumunda ise çözüm gene adcı veya kavrama görüşteki gibidir.

4.4 Trop-trop türü görüşü; Bu görüş 4.3 görüşüne trop türlerini eklemekle oluşur. Böylece tam-benzerlik bağıntısı 4.1 görüşünde olduğu gibi tanırnlanabildiğinden 4.3 görüşünden üstündür. Bu görüşte çokta-birlik probleminin çözümünün 4.2'ninkinden tek farkı ortak yüklemin bir trop türünü dile getirebilmesi ve bu durumda çözümün yüklemin doğru olarak uygulandığı trop demetlerinde o türden birer trop bulunmasındadır. Daha açık olarak söylersek, F yüklemi T gibi bir trop türünü dile getirdiğinde, a ile è'nin trop demetlerine doğru olarak uygulanması, gerek a'nın gerekse 6'nin T türünden birer öğesi olmasıyla açıklanır.

5. Salt niteleyici görüşü: Bu görüşte yalnız bireysel ve türsel niteleyicilerin varlığı kabul edilir. Somut nesne (cisim) ise bireysel niteleyicilerden oluşan bir demet olarak tanımlanır. Çokta-birlik problemi 5. görüşte şöyle çözülür: F yüklemi x bireysel veya X türsel niteleyi cisini dile getirdiğinde, bu yüklemin a ile b gibi iki bireysel niteleyici demetine doğru olarak uygulanması, x'in gerek a gerekse b'nin öğesi olması veya a ile ö'nin öğeleri arasında X türünden birer bireysel niteleyici olmasıyla açıklanır. Eğer bu görüş salt bireysel niteleyicilere sınırlandırıhrsa çokta-birlik probleminin çözümünün yukandakinden tek farkı, çözümde X türsel niteleyicisine yer verilmemesidir.

Görüldüğü gibi bu kesimde incelenen ontolojik görüşlerde yalnız üç çeşit varlığa yer verilmiştir. Bunlar cisimler, troplar ve soyut varlıklar (yani cisim türleri, bireysel niteleyiciler ve türsel niteleyicilerdir. Cisim çeşidini C, trop çeşidini T ve soyut varlık çeşidini S ile kısalttığımızda, (C + T + S), (C + T), (T + S), (C + S), (C), (T), (S) simgeleriyle dile getirebileceğimiz tam yedi görüş ortaya çıkar. Bunlann tümünü yukanda incelemiş bulunuyoruz. (C + T + S), 4.1 görüşünü; (C + T), 4.2 görüşünü; (T + S), 5. görüşü; (C + S), 1., 2., ve 3. görüşü; (C), sıkı adcı görüşü; (T), 4.3 görüşünü ve (S), 5. görüşü dile getirmektedir. Bu yedi görüş arasında (C + S) görüşünün 3. biçimini savunarak öbür görüşlere göre üstünlüğünü göstermeye çalıştık.

J.J. ROUSSEAU’NUN İNSAN YAŞAMINA BAKIŞI

S.Ahmet ATAK

İnsanın, biyolojik, toplumsal, siyasal ve ahlaksal varlık olduğu bir gerçektir. Yine insan; düşünen, bilen, eylemde bulunan, karşılaştığı varlık ve nesnelere değer atfeden, onlara karşı çeşitli tavırlar takınan, isteyen, arzulayan, seçen, özgür olan, toplum ve devlet kuran, öğrenen ve öğreten, sanat ve bilim yapabilendir. Bu çok yönlü varlığın önündeki en önemli problem olarak aradığı en uygun yaşam alanı oluşturmak ve devam ettirme kaygısı ön plana çıkmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de filozoflar, yazarlar, aydınlar çeşitli teoriler ve düşünceler ortaya sürülmüştür. Bu noktada önemli çalışmalardan birini de Fransız felsefeci, yazar ve politikacı Jean Jacques Rousseau (1712- 1778) yapmıştır.

Rousseau insan kavramını ele alırken bu problemin sosyolojik, felsefi, hukuksal, tarihsel, ekonomik ve antropolojik yönleriyle çözümlemede bulunmaya gayret eder. Bunun için, ilk iş olarak insanın diğer varlıklardan farklı olduğunun bilincinde olarak, ideal bir insan tiplemesini ortaya koymaya çalışır. Bunu yaparken, insanın kökü, insanın nereden geldiği, nasıl oluştuğu, nasıl bir evrim geçirdiği sorunlarının tartışmasına, değerlendirmesine fazla girmeden daha çok insanın doğal yaşam dediği dönemle işe başlar. Doğal yaşam (vahşi yaşam), insanın tutkuları ve istekleri fiziki ihtiyaçlarının ötesine geçmez, basit ihtiyaçlarını karşılar, gelecek kaygısını kendine dert edinmez, kendi başına yaşamını sürdürebilen, iyilik ve kötülük gibi sorunları olmayan, manevi anlamda belirleyici duygu olarak merhamet ve şefkat duygusuna göre hareket eder.1

Bu dönemde insanlar arasında mücadelede savaş yoktur; çünkü istekleri sınırlı olan ve merhamet duygusunun frenlediği insan kötülük yapmaktan çok, kötülükten kaçmayı tercih eder, aralarında herhangi bir ilişki oluşmayacağından da, üstünlük duygusu, kendini beğenmişlik, aşağılama gibi olumsuz duygulara yer olmadığı gibi, saygınlık, değer verme, paylaşım ve yüceltme gibi olumlu durumlara da gerek yoktur.2 Doğal yaşam döneminde sınırsız bir özgürlük ve eşitlik egemendi. Mülkiyet konusunda ortak tavır hakimdi.3

Bilginin çoğu zaman insanları erdemli kılmak için kullanılmadığı söylenebilir. İnsanın varlığının niyeti, maksadı veya yönelimi, özellikle de saflığı ve içtenliği içinde, onun davranışına bakmak doğru olur. Bu bağlamda, bir eylemin iyi bir eylem olma koşulunun failin gerçek maksadını, özellikle de iyi olma yönelimini açığa vurmalıdır. Bilgi insanlara eylemlerine, gerçek amaçlarını gizleyecek veya mevcut yönelimlerini saklayacak tarzda nasıl şekil vereceklerini öğretmiştir. Dolayısıyla, bilgi hakikati gözler önüne sermek yerine, onu gizlemeye yarar. İşte bundan dolayı, doğal insanın hakikaten iyi olduğu halde, uygar insanın hilekar olduğu iddia edilebilir.4 Bilimlerin ve sanatların ilerlemesi insanlığın gelişimine istenilen-arzu edilen bir katkı sağlamamıştır.

Tam tersine gelişme, bilgisel birikim, modernleşme, toplumsallaşma beraberinde daha büyük sorunları getirmiştir.5 Rousseau’ya göre, insanın siyasal ve toplumsal açıdan geçmişiyle yaşadığı ilk önemli sorun özel mülkiyetin meydana getirdiği ahlaki çöküntüdür. Ona göre, özel mülkiyete sahip olmayı istemek ve bunun başkaları tarafından bir hak olarak görülmesini arzu etmek kamusal prestijin eşit olmayan dağılımından kaynaklanır.6

Rousseau insanlar arasındaki eşitsizliğin sebebini, öncelikle yaşadıkları toplumdan kazandıkları davranışlarla hayat tarzlarına bağlar. O, uygarlığın gelişmesiyle mülkiyet anlayışında ve doğada meydana gelen değişmelerin insanlar arasında var olan eşitliği bozduğunu savunur.7 O, insanda iki tür eşitsizlik görür. Bunlardan biri doğuştan meydana gelen ve zeka, yaş, sağlık ve ruhsal durumları kapsayan fiziki eşitsizlik, ötekisi insanların aralarındaki uzlaşmaya dayanan siyasi eşitsizliktir. Bu ikinci eşitsizlik, bazı insanların diğerlerinin zararına yararlandığı zenginlik, itibar, şöhret gibi ayrıcalıkları elde etme çabasını ortaya çıkartır. Bu iki tür eşitsizlik arasında herhangi bir bağlantı aranamaz. Çünkü bir toplumda emredenin, boyun eğenden daha üstün olduğunu gösteren objektif ölçüler yoktur. Asıl üzerinde durulması gereken nokta, kaba kuvvetin yerini hukukun aldığı ve kuvvetlinin zayıfa hizmet etmeye karar verdiği anı bulmaktır.8

Doğal yaşama döneminde hiçbir şekilde görülmeyen eşitsizliğin, ortaya çıkışı insan aklının ve becerisinin gelişmesine dayanır. İnsanlar arasındaki eşitsizlik, bir delinin akıllıları yönetmesi, bir çocuğun bir yaşlıya hükmetmesi, çoğunluğun açlık ve sefalet içinde bulunmasına rağmen, azınlığın bolluk içinde yaşaması gibi uygulamalar şeklinde görüldüğünden istenmeyen bir durumun yaşanması demektir.9 Akıl yürütmek her insanda ötekilerden farklı olduğu düşüncesini kuvvetlendirirken, başkalarının haklarını gözetmek ve korumak gibi bir kaygıyı da taşımaz. Beraberinde insandaki acıma ve merhamet duygularını köreltir.10

Rousseau’ya göre, insanların toplum öncesi doğal durumu bir savaş durumu olmaktan çok herkesin eşit ve özgür bir biçimde yaşadığı genel bir mutluluk durumuydu. Bu durumda zaman içersinde bir değişme olmuş, özelikle mülkiyet duygusu bu saf mutluluk durumunu bozmuştur. İnsanların tekrar eski doğal durumuna dönmeleri artık mümkün olmadığından, kaybettikleri bu özgürlük ve eşitliği, ideal yaşamı bu kez yaşadıkları siyasal toplumsal düzende aramak zorunda kalmışlardır. Bunun için Rousseau’nun önerdiği şey de bir toplumsal sözleşmedir. Bu toplumsal sözleşme sayesinde öyle bir toplum biçimi kurulacaktır ki burada her insanın kişiliği, yani özgürlük ve çıkarları ortak bir güç tarafından savunulacak ve korunacaktır. Bu toplum biçimi sayesinde herkes herkesle birleşecek ve yasaya itaat eden her insan aslında kendine itaat etmiş olacak, böylece, eski doğal durumdaki gibi yaşama koşullarını hazırlama imkanına sahip olacaktır.11

Bireylerin toplum içinde sözleşme yapmaları özgürlüklerinden vazgeçmek değil, özgürlüğünün bir kısmını topluma devretmek anlamına gelmektedir. Çünkü özgürlüğünü tamamen kaybeden insan, insanlık haklarını kaybedip köleleşmiş olur. Toplum üyesi olan insanların mal ve canlarının ortak ve üstün bir kuvvet tarafından korunması için, herkes kendisine ait haklarının bir kısmını bir anlaşma çerçevesinde topluma devredince siyasal toplum kurulmuştur. Bu durumda herkes eşit olacak ve kuvvetli zayıfa zarar vermeyecektir.12 İnsan, toplum sözleşmesiyle birlikte sınırsız doğal özgürlüğünü yitirir; ancak onun yerine medeni özgürlüğünü kazanır. Bu aynı zamanda elindeki nesnelere sahip olma hakkını da getirir.13 Ona göre, özgürlük her iklimde yetişen meyveye benzemediği için, her millet ona kolayca sahip olamaz. Bu nedenle yönetimlere baktığımızda, monarşiler varlıklı milletlere, aristokrasi zenginlikte orta halli toplumlara, demokrasi küçük ve yoksul toplumlara elverişlidir. Yeryüzündeki bütün ülkeler aynı karakterde değildir. Bunlar arasında az tüketen veya çok tüketenler vardır. Bu tüketimi karşılamak sadece vergi yoluyla olmayıp, insanların emeğine de ihtiyaç vardır. Eğer vergiler kısa zamanda hizmet olarak halka dönerse, az veya çok oluşunun önemi yoktur. Devletin ayakta durması için vatandaşların tükettiklerinden daha fazlasını üretmeleri gerekir. Tam tersine halk ne kadar az vergi verirse versin, eğer verdikleri kendisine geri dönmezse, sonunda elinde avucunda bir şey kalmayacağından devlet varlıksız, halk yoksul düşer. Bundan şu sonuç çıkar; halk ile yönetim arasında mesafe ne kadar çok olursa, vergiler de o oranda fazla olur. 14

Rousseau, yaşamıyla düşünceleri arasında bir paralellik olan, yaşamın gerçeklerini bir bütün olarak ele almaya çalışan ve kendi bakış açısı içersinde romantik ve başkaldırıcı kişiliyle çözümler üretmeye çalışan, bu yüzden zaman zaman çelişkilere düşse de, bu çelişkiler Rousseau’nun olgunlaşması olarak görülebilir. 15 Onun en büyük eleştirisi, Aydınlanma Döneminin getirdiği aklı kutsallaştırma ve duygulara set vurulması sonucunda, güvensizlik, kuşku, korku, nefret, kin gibi olumsuz duyguları ateşlemesidir.16 O, böylelikle yaşadığı çağda bir kurtuluş olarak sunulan Aydınlanma ve Rönesanssın yerine kendi çözümünü gösterme cesaretini de bulmuş, yeni koşullara göre, insan, devlet yaşamını şekillendirme gayretine girmiştir.17

Onun felsefesi, modern felsefenin tavrına uygun olarak, benlik kavramı çerçevesinde döner; bu benlikte insanın kendisini düşünce yada mantıkla değil de, duyguyla ulaşılan, evrensel kişiliği taşıyan, insanı kendi varlığını korumaya iten bir ilk, bencilik gibi toplumda doğan ve insanı her zaman başkalarına tercih yapmaya götüren bir durum değildir.18

Rousseau, “doğa” kavramını insan yaşamının tüm alanlarına uygulamaya çalışır. Bunun için eğitim konusunda şunları söyler; eğitim doğaya dayalı olmalı, insanın kendi eğilimlerini geliştirmeye fırsat vermeli; insan kendi doğrularını ve yanlışlarını kendisi bulmalı, araştırdığı nesne ve konuların bizzat içerisine girmeli, başkalarının doğrularına göre hareket etmek yerine kendi doğrularını kendisi bulmalıdır.19 Doğa, anne babadan önce, bireyi toplumsal yaşama götürür. Ona (insana) yaşama sanatının tüm inceliklerini gösterir.20

İnsan yaşamında Tanrının yeri ve Tanrısal nitelikler üzerinde hiçbir kesin ve mutlak bir düşüncemiz yoktur. Tanrının sonsuzluk özünü kavramaya çalıştıkça daha az anlamaya başlarız. Tanrının adil olduğuna inanırız, O’nun adaleti, iyiliğinin gereğidir. İnsanların adaletsizliği Tanrının değil insanların ürünüdür.21 Tanrı mutlak bir varlıktır, kendiliğinden etkindir, duyar, düşünür ve ister. Bizim görüşümüz, duyumuz, davranışımız, irademiz ve özgürlüğümüz ona bağlıdır. Tanrı nesneden öncedir, nesne varoldukça ve hatta gün gelip de tüm evrenden iz kalmasa bile, vardır ve varolacaktır.22

İnsana yaşama hakkı sağlayan uğraşlar arasında, doğal duruma en çok yaklaştıran, el işleridir: İnsanların tüm çalışma şekillerinden sağladıkları en bağımsız servet işçininkidir. İşçi sadece kendi çalışmasına bağlıdır. Bir çiftçi ne kadar esirse o kadar özgürdür: Çünkü, çiftçi ürününü başkalarının insafına bağlı olarak tarladan toplar. Bu tarlayı onun elinden hiçbir gücün alması mümkün değildir. Tarım insanın ilk, en onurlu-kutsal, en yararlı, sonuç olarak, yapabileceği en soylu meslektir.23 Çalışmak, toplumsal bir insan için kaçınılmaz bir ödevdir. Bu ödev zengin veya yoksul, güçlü veya zayıf, çalışkan veya tembel olsun bütün insanların görevidir.24

Bir insanın nasıl olması gerektiği konusunda Emile’yi örnek gösteren Rousseau; insanın, çalışkan, kararlı, sabırlı, gayretli, cesaret dolu olmasını, düş gücünün zengin tutmasını, kötülüklere duyarlı, ölümü doğal bir süreç olarak görmesini, bunun içinde özgür yaşamayı ve insani şeylere az bağlanarak, ölmeyi öğrenmesinin en iyi yolu olarak gösterir.25

J.J. Rousseau’ya göre, kadın, yalnızca erkeğe göre varolurken, kadın ve erkeğe verilen görevler aynı değildir. Bir kadın sade giyinmeli, çünkü giyim kuşam yalnızca doğal güzelliği ortaya çıkarmaya yarar. Kızlara küçük yaştan itibaren dinden söz etmek gerekir, çünkü, bu derin sorunları yöntemli bir şekilde tartışabilecekleri yaşa gelmeleri beklenirse, onlara dinden asla söz edememe tehlikesi belirir. Her kız annesinin dini inancına sahip olmalıdır ve her kadın da kocasınınkine sahip olmalıdır. Dinsel eğitim vermek için onu bir üzüntü veya sıkıntı kaynağı olarak göstermeli: Ne dua, ne ezberlenecek dersler vermeden, doğrudan ve canlı bir eğitim sürecini yaşamalıdır. Ona göre, kadınlar erkeklerin gözünden kaçan incelikleri sezmekte çok yeteneklidirler, konuşulduğunda dinlerler ve susulduğunda düşünürler.26 Kadının temel özeliklerinden biri de tatlı dilli olması ve kocası haksızlık yapsa bile yakınmadan bunu hoşgörüyle karşılayabilmesidir.27

Sonuç

Rousseau, özgün düşüncesini oluştururken, “doğal yaşama” varsayımından yola çıkmıştır. Doğal yaşama döneminde, o zamanın insanı bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan dolayı diğer insanlara muhtaç değildi. Doğal insan herhangi bir kişiye veya nesneye bağlı olmadığı gibi, düşünme ve akıl yürütme sürecinin yerine duygularıyla hareket ederek aradığı mutluluğu bulmuştu. Bu yönüyle doğa herkese yettiğinden özel mülkiyet kaygısı söz konusu değil, insanlar arasında gelişmiş ilişkiler olmadığından eşitsizlik ve adaletsizlik problemlerini yaşamalarına da gerek duyulmamıştır.

Fakat, yeni yaşam kaygısıyla birlikte köklü değişmeler birbirini takip etmiştir. İnsanlık kültürünün gerçek doğasından soyutlandığını, duygunun raftan kaldırılarak bütün değerlerin akla göre şekillenmesiyle birlikte insanın mutsuzluğa itildiğini görebiliriz. Modern yaşam, teknolojik ilerleme, bilimsel çalışmalar, yeni kentler, kültürel etkinlikler insan yaşamına darbe vurmuş, eşitsizlik ve adaletsizlik için bir zemin hazırlamıştır.

J.J. Rousseau özgürlük sorununu başlı başına ela almış, özgürlüğü insan olma ile özdeş tutmuştur . Ona göre, insan ve insanlığın yapacağı ilk iş, eşitlik, özgürlük, ortak hareketi teşvik eden toplumsal bir sözleşmeye ihtiyaç vardır. Bu sözleşmeyle birlikte, herkes herkesle birleşecek, yasaya itaat eden her insan, aslında kendine itaat etmiş olacak ve böylece eski doğal durumundaki gibi özgür ve eşit olacaktır. Toplumsal sözleşmeyle doğal özgürlüğün ortadan kaldırıldığı düşünebilir ama onun yerini geneli kuşatan bir özgürlük almaya başlamıştır denilebilir.


Notlar

1 Ayferi GÖZE, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayıncılık, İstanbul 1998, s.194
2 GÖZE, a.g.e., s.195
3 Niyazi ÖKTEM, Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, Der Yayınları, İstanbul 1993, s.180
4 Ahmet CEVİZCİ, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002, s.164
5 Afşar TİMUÇİN, Düşünce Tarihi 2, Bulut Yayınları, İstanbul 2002, s.290
6 Brıan REDHEAD, Siyasal Düşüncenin Temelleri, Alfa Yayıncılık, Bursa 2001, s.169
7 Metin İ?Çİ, Siyasi Düşünceler Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2004, s.254
8 J.J.ROUSSEAU, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kanunları, (çev.Rasih Nuri İleri), Say Yayınları,
İstanbul 1990, s.87
9 Metin İ?Çİ, a.g.e., s.255
10 Ahmet CEVİZCİ, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi, Bursa 2002, s.197
11 Ahmet ARSLAN, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1996, s.178
12 Metin İ?Çİ, a.g.e., s.257
13 Niyazi ÖKTEM, a.g.e., s.180
14 J.J.ROUSSEAU, Toplum Anlaşması, (çev.Vedat Günyol), Milli Eğitim Basımevi, Ankara
1946, s.107-108
15 J.J.ROUSSEAU, İtiraflar, (çev.Reşat Nuri Güntekin), 1 Cilt, İstanbul 1991, s.3
16 Friedrich A. HAYEK, Kanun-Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, (çev.Mustafa Erdoğan), Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1995 ; Macit GÖKBERK, Felsefe Tarihi, Remzi
Kitabevi, İstanbul 1980, s.383
17 HAYEK, a.g.e., s.198-199
18 COPLESTON, Felsefe Tarihi (Aydınlanma), (çev. Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul
2004, s.100-101
19 J.J.ROUSSEAU, Emile yada Çocuk Eğitimi Üzerine, (çev.Mehmet Baştürk- Yavuz
Kızılçim), Babil Yayınları, Erzurum 2002, s.8
20 EMİLE, a.g.e., s.26
21 EMİLE, a.g.e., s.180
22 EMİLE, a.g.e., s.179
23 EMİLE, a.g.e., s.136
24 EMİLE, a.g.e., s.137
25 EMİLE, a.g.e., s.152-153
26 EMİLE, a.g.e., s.225
27 EMİLE, a.g.e., s.223

KAYNAKÇA

ARSLAN Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1996
ARSLAN Zühtü, “Rousseau’nun Hayaletleri: Yeni Devlet Eski Söylem”, Doğu Batı Dergisi, Sayı 21, Ankara 2002
CEVİZCİ Ahmet, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi, Bursa 2002
CEVİZCİ Ahmet, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002
SBArD Mart 2006, Sayı 7, sh. 119 – 126
COPLESTON, Felsefe Tarihi (Aydınlanma), (çev. Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul 2004
GÖKBERK Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1980
GÖZE Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayıncılık, İstanbul 1998
HAYEK Friedrich A., Kanun-Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, (çev.Mustafa Erdoğan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1995
İ?Çİ Metin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2004
J.J.ROUSSEAU, Toplum Sözleşmesi (çev.Vedat Günyol), Çan Yayınları, İstanbul 1976
J.J.ROUSSEAU, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev.R.Nuri İleri), Say Yayınları, İstanbul 1990
J.J.ROUSSEAU, Ekonomik Politik (çev.İsmet Birkan), İmge Kitabevi, Ankara 2005
J.J.ROUSSEAU, İtiraflar (çev.Reşat Nuri Güntekin), Cilt 1, İstanbul 1991
J.J.ROUSSEAU, Emile yada Çocuk Eğitimi Üzerine, (çev. Mehmet Baştürk-Yavuz Kızılçim), Babil Yayınları, Erzurum 2002
KARAKÖSE Hasan, Siyasal Düşünce Tarihi, Nobel Yayıncılık, Ankara 2004
MACLNTYRE A., Ethik’in Kısa Tarihi (çev.H.Hünler), Paradigma Yayınları, İstanbul 2001
ÖKTEM Niyazi, Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, Der Yayınları, İstanbul 2004
REDHEAD Brian, Siyasal Düşüncenin Temelleri (çev.Hikmet Özdemir), Alfa Kitabevi, Bursa 2001
TİMUÇİN Afşar, Düşünce Tarihi 2, Bulut Yayınları, İstanbul 2000
TOPÇU Nurettin, İsyan Ahlakı, Dergah Yayınları, İstanbul 1995
VOLPE Della Galvano, “Rousseau’nun Soyut İnsanına Eleştiri”, (çev.Sevil Kutlar), Felsefe Dergisi, Sayı 27, De Basım, İstanbul 1989.

MU’TEZİLE MEZHEBİNDE İNSANIN FİİLLERİ PROBLEMİ

Hamdi GÜNDOĞAR

Mu’tezile’nin beş temel prensibinden birisi adalettir. Onların bu prensibine göre insan hürdür ve kendi fiillerini kendisi yapar. Allah insanlara bir eylemi yapıp yapmama gücü vermiştir. Eğer insan herhangi bir şeyi yapmak hürriyetine sahip değilse, o insanın işlediği iyi veya kötü fiillerden dolayı mükafat veya ceza görmesi anlamsız olur. Eğer Allah insanları belirli fiilleri yapmaya zorlamış olsaydı o zaman Allah’ın o fiillerden dolayı insanları cezalandırması zulüm olurdu. Halbuki Allah adildir, kulların fiillerine müdahale etmez ve hiçbir şekilde kullarına zulmetmez.

Mu’tezile insanların fiillerinde hür oldukları ve dolayısıyla yapıp ettiklerinden sorumlu oldukları şeklinde tezahür eden görüşlerini ispatlamak için Kur’an’dan bazı ayetleri delil olarak almışlardır. Mu’tezile, insanın fiillerinde özgür olduğuna yorumlanabilen Kur’an ayetlerini delil olarak almış, insanın yaptıklarının Allah’ın dilemesi ve bilgisi dahilinde olduğunu bildiren Kur’an ayetlerini ise te’vil yoluna gitmiştir.

İnsanın fiillerini hür bir irade ile mi yoksa mecburiyet altında mı gerçekleştirdiği konusu üzerinde İslam düşünce tarihinin erken dönemlerinden itibaren tartışmalar meydana gelmiştir. Hicri I. Asırda, insanın fiillerinde mecbur olduğu anlamına gelen cebr görüşünü dile getirenler; insanın fillerinde zorunluluk altında olduğunu, insanın iradesinin ve gücünün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Hicri II.asrın başlarında ortaya çıkan Mu’tezile ise insanın fiillerini hür iradesiyle ve kendi gücüyle meydana getirdiğini ortaya koymuştur.

Yapılan bir işten sorumlu tutulabilmesi için insanın o işi hür iradesiyle yapmış olması gerçeğinden hareketle Mu’tezile, insanın fiillerinin, kendisinin hür iradesinin ve gücünün eseri olduğunu belirtmiştir. Mu’tezile’nin insan fiilleriyle ilgili görüş ve düşünceleri bu mezhebin beş temel prensibinden birisi olan adalet prensibi ekseninde gelişmiştir. Kaderin nefyedilmesi, salah ve aslah konusu, fiillerdeki husün ve kubuh, Mu’tezile’nin adalet prensibi çerçevesinde yorumladığı diğer konulardır.

Mu’tezile’nin adalet prensibinin temelinde, insanın fiillerinde hür olduğu, yaptığı iyi ve kötü eylemlerin tamamen kendisine ait olduğu, dolayısıyla bunlardan sorumlu olduğu, aynı zamanda kötü fiillerin Allah’ nispet edilemeyeceği, Allah’ın zulümden uzak ve adil olduğu düşüncesi vardır. Mu’tezile’ye göre insan hürdür ve kendi fiillerini özgür iradesiyle yapar. Allah insanlara bir şeyi yapıp yapmama gücünü vermiştir. Eğer insan herhangi bir şeyi yapmak hürriyetine sahip değilse, o insanın yaptığı iyi veya kötü işlerden dolayı mükafat ve ya ceza görmesi anlamsız olur. Eğer Allah’ın insanları belirli fiilleri yapmaya zorladığı kabul edilecek olsaydı, Allah’ın o fiillerden dolayı bir insanı cezalandırması zulüm olurdu.

Müteahhir Mu’tezile’den Kadı Abdülcebbar’a göre her kim insanın fiillerinin yaratıcısı ve muhdisi Allah’tır derse büyük bir hata etmiş olur. Halbuki Allah adildir ve kullarına hiçbir zaman haksızlık etmez. O halde Allah’ın bu adaletinin gereği olarak insanların irade hürriyetinin olması gerekir. Özgür bir iradeye sahip olmayan bir kişinin sorumlu tutulması Allah’ın hikmetine ve adaletine yakışmaz.

Mu’tezile bu düşüncesini, insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu, istediği fiili gerçekleştirdiğini ve Allah’ın adaleti yerine getireceğini belirten bazı Kur’an ayetlerine dayandırmıştır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Ey insanlar! Size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kimde saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır…” “Gerçekten size Rabbinizden basiretler geldi! Artık kim hakkı görürse kendi lehine kim de hakkı görmezse kendi aleyhinedir…” “De ki Hak Rabbinizdendir. Dileyen inansın dileyen inkar etsin…” “Şüphesiz Allah hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık etmez; zerre miktarı bir iyilik olursa, onun sevabını kat kat artırır. Ona kendi yanında büyük bir mükafat verir.” “Öyle bir günden sakının ki, hepiniz o gün Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecektir. Onlara haksızlık da edilmeycektir.” “…Allah onlara zulüm ediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” “Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şeyde zulüm etmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmederler.” “Herkes kendi kazancına bağlıdır.” “Kim iyi bir iş yaparsa, kendi yararı için yapmış olur! Kim de bir kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur…”

Mu’tezile, yukarıda zikredilen ayetleri kendi görüşleri için delil olarak almış, insanların hür iradeleriyle fiillerini gerçekleştirdiklerini, bu fiillerin sonucu olarak da ceza veya mükafat alacaklarını belirtmiştir.

Mu’tezile’nin adalet ilkesine göre Allah hiç kimseye zulmetmeyeceğine göre, ahirette cezalandırılan kişi ancak kendi yaptıklarının bir sonucu olarak cezalandırılabilir. İrade hürriyeti olan insan, Allah’ın kendisine bağışladığı yapabilme gücü (istitaat) ile istediği fiili yapmaktadır. Bu nedenle insanlar fiillerinin yaratıcısı ve yapıcısıdırlar. İnsanların yaptıkları işlerden sorumlu tutulmaları da bundan dolayıdır.

İnsanın yapıp ettiklerinde Allah’ın takdirinden veya yaratmasından söz edilemez.  Mu’tezile’de İnsanın Fiilleri Düşüncesi İslam düşünce tarihinin ilk dönemlerinde üzerinde tartışmalar yapılan konulardan birisi; insanın irade hürriyeti ve buna bağlı olarak insanın fiilleri konusudur. Bu konu üzerinde yapılan tartışmalarda; insandan sadır olan fiillerde insanın bir iradesinin olmadığı görüşü Cebriye tarafından dile getirilmiştir. Bu görüşün karşıtı olan; insanın fiillerini özgür iradesiyle meydana getirdiği ve bundan dolayı eylemlerinden sorumlu olduğu fikri Mu’tezile kelamcıları tarafından savunulmuştur. Ehl-i Sünnete mensup kelamcılar ise; insanın fiili kesb etmesi, Allah’ın da o fiili yaratması suretiyle fiilin meydana geldiğini belirtmişlerdir.

1- Cebr Düşüncesine Karşı İrade Hürriyeti

İslam düşünce tarihinde cebr görüşünü ilk olarak savunan Ca’d b. Dirhem (v.118/736) ve Cehm b. Safvan’a (v.128/745) göre insanlar fiillerinde bir mecburiyet altındadırlar.İnsanlar kendi fiillerini meydana getirirken hür bir irade ve güce sahip değildirler. Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvan ve cebr düşüncesini benimseyen diğer Cebriyye’cilere göre Allah’ın dışında hiç kimsenin, ne fiili ne de ameli vardır. Ameller yaratılmışlara ancak mecaz yoluyla izafe edilebilir. Nasıl ki ağaç meyve verdi, su aktı, taş hareket etti, güneş doğdu ve battı v.b. deniliyorsa, insanın fiilleri için de aynı şey geçerlidir.

Cebriyye’nin insan iradesini yok sayan bu düşünceleri Mu’tezile tarafından eleştiriye tabi tutulmuş ve daha sonra cebr görüşünün tamamen aksine insana tam bir özgürlük veren görüşler ortaya konulmuştur. İnsanın fiillerinde hür olduğu fikrinin ilk temsilcilerinden Ma’bed el-Cüheni (v.80/699) ve Gaylan ed-Dımışki (v.126/763) ye göre; kader yoktur, bütün işler insanın kendi iradesiyle yapılır. İnsan kendi eylemlerini kendi bilgisiyle bizzat kendisi takdir eder. İnsan yapıp ettiği şeylere kendi hür iradesiyle yönelir ve sonra kendi kudretiyle o fiilleri yaratır. Allah ezelde insanın fiillerini takdir etmez. Allah’ın iradesinin insan fiilleri üzerinde herhangi bir müdahalesi yoktur. Allah’ın kudretinin insan fiillerinin ortaya çıkmasında bir rolü de yoktur. Allah, insanın fiillerini ancak meydana geldikten sonra bilir. Ma’bed el-Cüheni ve Gaylan ed-Dımışki’nin, insan fiillerinde Allah’ın takdirini ve gücünü nefyeden, fiillerin meydana gelmesini tamamen insanın irade ve gücünün eseri olarak kabul eden bu görüşü, Mu’tezile imamları tarafından tasvip edilmiş ve yayılmıştır.

2- İrade Hürriyeti ve İnsanın Fiilleri

Mu’tezile’nin kurucularından Vasıl b.Ata (v.131/748), insanın iradesinde hür olduğu konusunda Ma’bed el-Cüheni ve aynı görüşte olan Gaylan ed-Dımışki’nin yolunu takip etmiştir. Vasıl b. Ata’ya göre Allah Teala hakimdir, adildir. O’na şer ve zulüm izafe etmek caiz değildir. Kullarından emrettiğine aykırı bir şeyin olması da caiz değildir. Allah Teala insanlara bir şeyi gerekli kılar, sonra da onları sorumlu tutar.

İnsan yaptığı iyilik ve kötülükten, imanından ve küfründen, itaati ve işlediği günahlarından sorumludur. Allah insanı bu işleri yapması için güçlü kılmıştır. İnsanların işleri hareket, hareketsizlik, niyetler düşünme, ilim gibi şeylerden meydana gelir. Allah’ın insana yapamayacağı ve kendisinde o işi yapmaya dair bir güç ve fiil hissetmediği bir işi emretmesi imkansızdır.

Vasıl b. Ata’nın hürriyet konusundaki görüşü, insanın mükafat ve ceza olarak fiillerinde elde ettiği kazanç üzerinde, Allah’ın hiçbir rolünün olmadığı şeklinde olmuştur. İnsan yaptıklarını hür bir irade ile yapmakta ve sonuçlarına katlanmaktadır.

Allah’a hiçbir kötülük isnad edilemez. Allah’ın insanların yaptıklarına müdahalesi söz konusu değildir.Aksi halde Allah’ın adaletine gölge düşmüş olur. Çünkü kullarını yapılmamasını emrettiği bir fiile yöneltmek veya teşvik etmek, o fiili yaparken ona yardımcı olmak, daha sonra da yaptığı fiilden dolayı insanı günahkar olarak cezalandırmak Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz. Böyle bir durum zulüm olur. Allah ise kullarına zulmetmez. Allah günahları istemez, küfrü, fıskı, isyanı da irade etmez ve bunlarla emretmez. Bilakis bu şerler insanın iradesi, ihtiyarı ve fiili ile meydana gelir.

Mu’tezile’nin kurucularından Amr b. Ubeyd (v.144/761)’de hürriyet düşüncesini Allah’ın adaleti ve insanın sorumluluğu üzerine bina etmiştir. Ona göre Allah insana özgür bir irade vermiş ve fiillerinden dolayı onu sorumlu tutmuştur. Böyle olmasaydı, Allah’ın insanları suç işlemeye zorlayıp, sonra da bundan dolayı insanları cezalandıracağı bir durum söz konusu olur ki, bu Allah’ın adaletiyle bağdaşmayacak bir sonucu doğururdu. Oysa Allah adil ve hakimdir. Allah’ın zulüm ve kötülükle vasıflandırılması mümkün değildir.

3- İstitaat ve İnsanın Fiilleri

Mu’tezile’ye göre insan irade sahibi bir varlık olup önceden kendisinde bulunan bir güç ile kendi fiillerini kendisi yaratır. Hayır ve şer bütün fiiller, kulun kendi yaratmasıyla meydana gelir. Kulun fiilinin meydana gelişinde Allah’ın rolü doğrudan değil dolaylı olarak vardır. Mu’tezile’ye göre insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olması, yaptığı işlerin sorumluluğunu üstlenmesini sağlar, bu da insanın sorumluluğunun anlamını ifade eder. Mu’tezile’ye göre hayat ve güç sahibi olan insan, fiillerini yapma kudretine de sahiptir. Aksi takdirde insanın aciz bir varlık olduğu kabul edilmiş olur. Oysa aciz olan kişiden bir fiilin meydana gelmesi aklen mümkün değildir. O halde insan kudret sahibidir ve fiillerini bizzat kendisi yaratır.

Mu’tezile’ye göre kişinin tasarrufuyla meydana gelen fiil onun kastı ve isteğiyle meydana gelir. Eğer bu fiil meydana gelme yönüyle ona ait olmasaydı o zaman bu fiilin onunla ilgisi olmazdı. Böyle bir durum bizim; kişinin fiili onun kastıyla meydana gelir şeklindeki bilgimizle çelişir.

Mu’tezile imamlarından Ebu Haşim’e göre eğer fiil kişinin kendi kastı olmaksızın meydana gelirse o zaman kişinin o fiil hakkında bilgisi ve inancı olmaz. Kasıt olmaksızın bir fiilin meydana gelmesi caiz değildir. Eğer böyle olmasaydı hata yapanın hatasında kasıt olmazdı. Bilen kişinin bunu yapması ancak bir kasıt sonucu olmaktadır.

Allah Teala’nın insanları fiillerinden sorumlu tuttuğu sabittir. Eğer insan fiillerinin hadisi/yapıcısı olmasaydı insanın bu fiillerinden sorumlu olması doğru olmazdı. İnsanların fiillerinin kadiri/hadisi olduğuna başka bir delil, insanın fiillerinden dolayı sevap ve günah kazanması ve ayrıca Resul’un gönderilmiş olmasıdır. Allah ve Resulünün iyiliği emretmesi, kötülükten nehyetmesi, iyiliklere mükafat verilmesi, kötülüklere cezanın bildirilmesi, ancak insanın fiillerinin kadiri olmasıyla anlam kazanır.

Yaptıklarından dolayı insanın isimlendirilmesi ve sıfatlandırılması da insanın yaptıklarının kadiri olduğunu ispatlar. Eğer insan fiillerinin sahibi olmasaydı, hareket eden, duran, döven, haber veren şeklinde isimlendirilmez ve sıfatlandırılmazdı.

Mu’tezile’nin çoğuna göre Allah, işlerini yaptığı esnada insanda kudreti yaratır. Yani insan hadis bir kudretle işini yapar. Mu’tezile imamlarından Nazzam (v.212/835) ve Esveri (v.200/899)’ye göre insan kendi nefsinde istitaat sahibidir. Sümame b. Eşres (v.213/828) ve Bişr el-Mu’temir (v.210/ 825) de istitaatı organların sağlamlığı şeklinde tanımlamışlardır. Bu imamlar hadis bir kudreti kabul etmezler, çünkü onlara göre Allah Teala insanın işlerinde kudreti bir bütün olarak yaratır.

4- Kesb ve İnsanın Fiilleri

Cebriyye mezhebi insanın fiillerinde iradesinin hiçbir şekilde olmadığını savunurken, Mu’tezile insanın fiillerinin tamamen insanın hür iradesiyle meydana geldiğini kabul etmiştir. Ehl-i Sünnet’e mensup kelamcılar ise fiillerin meydana gelmesinde orta bir yol bulmaya çalışarak insanın fiillerinde kesb sahibi olduğunu belirtmişlerdir.  Kesb; insanın kudretini ve iradesini bir iş yapmaya sarf etmesidir.

Ehl-i Sünnete göre fiillerin yaratıcısı sadece Allah’tır. Bütün fiiller Allah’ın kudretiyle yaratılmıştır. Fiillerin meydana gelmesinde insanın yaptığı sadece kesb etmedir. İnsan Allah’ın kendisinde yarattığı hadis kudretle iyi veya kötü fiil ve davranışlarda bulunur.

Mu’tezile’ye göre insanlardan iyi ve güzel olan şeylerin yapılması istenirken, kötü ve çirkin olan şeyleri de yapmaması istenmektedir. Bunun sonucunda da sevap, günah, mükafat ve cezaya muhatap olmaktadır. Bu durumda insanın kendi özgür iradesiyle yaptığı fiilleri kendisine ait olmalıdır. İnsanın fiilleri insana mütealliktir ve bu fiillerin Allah’a izafe edilmesi doğru değildir. Çünkü bir makdurun iki kadire iktiranı yani; bir fiilin iki kadirin/failin eseri olması mümkün değildir. Bundan dolayı Mu’tezile insanın fiillerinin gerçek faili olduğunu, insanın fiillerinin Allah’a izafe edilemeyeceğini savunur.

Mu’tezile’nin son dönem büyük imamlarından Kadı Abdülcebbar (v. 415/1025) Ehl-i Sünnetin insan fiilleri probleminde ortaya koyduğu kesb anlayışının makul olmadığını belirterek şöyle eleştirir: Ehl-i Sünnete göre kesb’in geçerliliği sıhhatle beraber mümkündür. Sıhhat şartına bağlı olan bir şeye ne övgü ne de yergi sarf edilebilir, dolayısıyla sonucunda mükafat veya ceza durumu söz konusu olmaz. Eğer kulun tasarrufu Allah’ın fiili ve yaratması ile olursa ve kul fiile mahal olursa, o zaman fiil yönüyle kulun bir dahli mümkün değildir. Bu durumda o fiil için emir, nehiy, zem ve medh caiz değildir. Aynı zamanda söz konusu fiil için sevap ve ceza da olmaz. Başkasının işinden dolayı kişinin kasıt ve isteğiyle bir tasarrufu söz konusu değildir.

Kesbi iddia edenlere göre fiilin meydana gelmesi Allah’ın icadı ve ihdası iledir. Kul kesbeder, ihdas etmez. Yapılan bir işin insanın fiili olabilmesi için insanı o fiil hakkında tam bir bilgi sahibi olması ve fiile kadir olması gerekir. Ancak kesb düşüncesi ile insanın fiilleri üzerinde bilgi sahibi olduğu ve o fiile kadir olduğunu ispatlamak mümkün değildir. Aynı şekilde insanın kesb ettiği işte istek ve iradesinin olduğunu da ispatlamak mümkün değildir.

Kadı Abdülcebbar’a göre Ehl-i Sünnetin kesb kavramına sığınmasının sebebi; yapılan bir işin emir, nehiy, zem ve medh v.b yönünden insana dönmesidir. Yani insanı yaptığı işlerden sorumlu tutulmasıdır. Yapılan bir işten insanın gerçekten sorumlu olabilmesi için insanın o işi tam bir bilgi, istek ve iradeyle gerçekleştirmiş olması gerekir. Halbuki kesb nazariyesinde halk ve icad insana değil Allah’ aittir. Bu da Cebriyye’nin “İnsan iradenin mahalli olduğu gibi fiillerin de mahallidir”
düşüncesinden farklı değildir.

Kadı Abdülcebbar’a göre kesb nazariyesini savunanlar söz konusu kavrama lugat ve örf manaları ile ilgisi olmayan anlamlar yüklemişlerdir. Kadı Abdülcebbar kesbi anlaşılır bulmaz ve şöyle der; çünkü insan kesbe ya bir kuvvet vasıtasıyla ya da başka bir kesb yoluyla sahip olur. Eğer ona kudret yoluyla sahipse, bu kudreti ya insan kullanıyordur –ki bizim söylediğimiz de budur- ya da Allah yaratıyordur – ki bu da Cebriyye’nin görüşüdür- Bu görüşlerin her ikisi de reddedilerek insandaki kesb, başka bir kesbe dayandırılacak olursa, bu da bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle açıklama demektir ki bu da anlamsızdır.

Kadı Abdülcebbar kesb konusundaki görüşüne Kur’an’ın şu ayetini delil getirmiştir; “Onlara hidayet geldiği zaman onları imandan alıkoyan neydi…?” Eğer iman vehbi olsaydı Allah imanı kulda yarattığı zaman iman meydana gelirdi, yaratmadığı zaman ise meydana gelmezdi. Eğer böyle olsaydı yukarıdaki ayetin bir anlamı olmazdı. Çünkü mükellef şöyle söyleyebilir; Beni imandan alıkoyan onu bende yaratmayandır. Ey Rabbim sen imanın zıddını bende yarattın, o da küfürdür. Kadı Abdülcebbar’ın konuyla ilgili delil getirdiği diğer bir ayet de şudur: “Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz ki, siz ölü idiniz, O sizi diriltti…” Bu ayette Allah kafirlerin küfürlerinde ısrar etmelerini hayretle ifade ediyor. Ehl-i Sünnetin kesb nazariyesi doğru olsaydı Allah’ın burada hayret etmesinin bir anlamı olmazdı. Çünkü insanların fiillerinin yaratıcısı Allah olsaydı, Allah kendisinin yarattığı bir fiile hayret etmezdi.

MU’TEZİLE MEZHEBİNDE İNSANIN FİİLLERİ PROBLEMİ (... devam )

Kadı Abdülcebbar’a göre insanın fiilleri Allah’ izafe edilemez. Kulların fiilleri Allah’ın mahluku değildir. Allah onları sonradan yaratmamıştır. Kişinin yaptığı kendi fiilidir ve hadistir. Bir fiilin iki failinin olması imkansızdır. Bir şeye güç getirmek ancak onu meydana getirmekle mümkün olur. Kulların fiillerinin Allah’ın mahluku olmadığına delil olarak şunu da söylemek mümkündür: Eğer Allah onların muhdisi ve mucidi ise, kulların o fiillerde bir gücünün olmaması gerekir, çünkü bu fiillerde kulun gücüne gerek kalmaz. Kadı Abdülcebbar yukarıdaki görüşlerinin yanı sıra insanın fiillerinin Allah tarafından yaratılmadığını ispatlamak için birçok akli delil getirmiştir. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

a) Eğer kulun fiilleri Allah’ın fiilleri olsaydı, yapılmasında alete ihtiyaç olan şeylerin aletsiz de yapılabilmesi gerekirdi. Çünkü, mesela Allah Teala, insanda yukarıya çıkma fiilini yarattığında merdivene ihtiyaç olmazdı veya kuşun uçmasında kanada ihtiyaç olmazdı. Aynı şekilde kağıda yazı yazmada ele ve kaleme ihtiyaç olmazdı. İnsanın birçok fiilinde alete ihtiyaç duyulduğuna göre bu durum, insanın kendi fiillerini kendisinin meydana getirdiğini göstermektedir.

b) Eğer kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış olsaydı, kötülük yapan kişinin bu fiilinden dolayı Allah Teala’nın sorumlu tutulması gerekirdi. Çünkü o fiil Allah tarafından kulun iradesi dışında yaratılmıştır. Dolayısıyla sorumluluk Allah’a ait olmuş olacaktı ki Allah bundan münezzehtir.

c) Kulun yaptığı bazı şeyler kötü, bazıları da iyi görülüyorsa ve Allah da o fiillerin yaratıcısı ise o takdirde fiillerdeki kötülük ve iyilik Allah için de söz konusu olurdu. Allah’ın ilim sahibi olduğuna olan imanımız ile beraber, bu fiil Allah’tan iyi olmadı veya bu fiil Allah’tan kötü olmadı demek caiz değildir. Böyle bir şey bizi alemde meydana gelen olayları da böyle yorumlamaya götürür ki bu muhaldir.

d) Eğer Allah insanları fiillerinin yaratıcısı olsaydı insanlar o fiilleri yapmaya mecbur kalırlardı. O zaman kişinin kesbiyle ve mecburiyet aylında yaptığı fiiller arasında fark kalmazdı. Biz biliyoruz ki bu ikisi arasında fark vardır. Kişinin iradesi ve kesbiyle ve mecburiyet altında yaptığı fiiller arasında bir farkın olduğunu kabul etmeyenin diğer konularda söylediği bütün sözleri de batıldır.

Mu’tezile’nin nazarında insan hür iradesiyle faili muhtardır. Allah’ın kendisine bağışladığı bu kudretle istediği gibi tasarruf eder, istediği şekilde davranır. Mu’tezile insandaki bu kudretle onun halk ve icadı gerçekleştirdiğini savunmuştur. Mu’tezile’ye göre bir şeyi yapmaya kudret sahibi olan kişinin onun üzerinde bir tesir bırakması ve bu tesirin kesin olarak meydana çıkması gerekir. Çünkü fiilin hasıl olması ancak fiilin varlığıyla mümkün olur. Mu’tezile bu sonuca şu üç sebepten ulaşmıştır. Bunlar ; teklif, va’d ve vaid’dir.

a) Eğer Allah Teala kulların fiillerini yaratsaydı, insanlar o fiilleri yapmazlardı. Teklif,va’d ve vaid batıl olurdu. Çünkü teklif taleb etmektir.Taleb ise bir şeyin yapılmasını birisinden istemektir. Ahiretteki hesabın önemi buradan ortaya çıkar. Eğer kulların fiilleri Allah’ın yaratmasıyla olsaydı kıyamet gününde kulların hesaba çekilmeleri nasıl olacak? İnsanın iyiliklerinden dolayı mükafat, kötülüklerinden dolayı ceza görmesi, o fiillerin kendisi tarafından yapılmasını gerektirir.

b) Eğer Allah insanların fiillerinin yaratıcısı olsaydı, o zaman peygamberlerin insanlara gönderilmesinin yararı ne olurdu? İnsanın hür bir iradesi ve özgür bir seçim hakkı olmadığı durumda, peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı olmaz. Çünkü peygamberlerin insanları iyiye, güzele ve doğruya çağırmaları insanın hür bir iradeye sahip olduklarını gösterir. Eğer insanlar davranışlarında hür olmasaydı peygamberlerin insanları iyiye, doğruya davet etmelerinin bir anlamı olmazdı. Her şey Allah tarafından belirlenmişse peygamberlerin gönderilmesine gerek kalmazdı. O halde peygamberlerin insanları doğruya davet etmeleri, bu davete muhatap olan insanların hür bir iradeye ve seçim hakkına sahip olduklarının bir göstergesidir.

c) Mu’tezile’nin insanın fiillerinin kadiri olduğu tezine dayanak olarak aldığı diğer bir nokta Allah’tan zulmün nefyedilmesidir. Mu’tezile’ye göre insanın fiilleri arasında zulüm, yalan ve küfür mevcuttur. Eğer Allah insanların fiillerinin yaratıcısı olsaydı o zaman bu çirkin şeylerin de yaratıcısı olurdu. Çünkü kim bir şeyi yaparsa o şey ona izafe edilir. Allah’ın çirkin şeylerin yaratıcısı olması caiz değildir. Diğer bir şey; Allah Teala nasıl olur da kulların fiillerini takdir eder, onları yaratır, sonra da o fiillerden dolayı kullarını cezalandırır. Bu, bir kimsenin birisini bir işe mecbur tutup, sonra o işten dolayı cezalandırması gibi değil midir?

Mu’tezile, insanın fiillerinin tamamen insanın hür iradesinin ve ihtiyarının eseri olduğunu söyleyip Ehl-i Sünnetin kesb anlayışını reddetmenin yanı sıra Allah’ın fiilleri ile insanın fiillerinin birbirinden farklı olduğunu da belirtmiştir.

5-Allah’ın Fiileri İle Kulların Fiillerinin Farklı Olması

Mu’tezile’ye göre Allah’ın bütün fiilleri iyidir. Allah kötü ve çirkin şeyleri yaratmaz. Mu’tezile bu görüşünü bazı Kur’an ayetlerine dayandırarak dile getirmiştir. “Bu her şeyi sağlam tutan Allah’ın işidir.” Ayetindeki sağlam tutmak (itkan) ifadesini Mu’tezile hem muhkem hem de iyi ve güzel olarak yorumlamışlardır.

Mu’tezile’ye göre Allah’ın fiilleri her zaman iyidir. Ancak kötü fiillerde Allah’ın kudretinin hiçbir ilişkisi yok mudur? Kötü fiiller tamamen insana mı aittir? Gibi sorular sorulabilmektedir. Bu gibi sorulara cevap vermek üzere Mu’tezili imamlardan farklı görüşler ortaya konulmuştur. Ebu Huzeyl el-Allaf (v.226/840)’a göre; Allah zulme kadirdir ama hikmetinden dolayı bunu yapmaz. İbrahim en-Nazzam (v.220/838)’a göre; Allah zulme kadir olmadığı gibi iyi olan şeyi terk etmeye de kadir değildir. Çünkü zulüm ancak ya afete uğramışlardan veya cahillerden ortaya çıkar.  Kadı Abdülcebbar ise Allah’ın zulme kadir olduğunu ancak bunu yaratmadığını ifade eder.

İnsanın fiillerinin değerlendirilmesinde Mu’tezilenin göz önünde bulundurduğu esaslardan birisi “salah-aslah” konusudur. Mu’tezile’ye göre “salah” kelimesi fayda, menfaat gibi anlamlar ifade eder. “aslah” ise “salah” kelimesinin mübalağa ifade eden şeklidir. Allah’ın fiillerinde iyilik, güzellik, fayda gibi nitelikler bulunur. Bunlar kullara göredir. Kendisi için bunları düşünmek caiz değildir. Allah’ın yapacağı teklifler de salah-aslah vasfını taşımalıdır. Salah-aslah vasfını taşımayan fiiller Allah’a izafe edilemez.

Allah’ın fiilleri konusunda Mu’tezile’nin “salah-aslah” anlayışının temelinde Mu’tezile’nin “husün-kubuh” (iyi-kötü), anlayışı vardır. Mu’tezile’ye göre Allah’ın fiillerinde ve tekliflerinde salah-aslah esası vardır. Allah’ın bütün fiilleri bir hikmete dayanmaktadır, dolayısıyla Allah’ın bütün işleri iyidir. Ancak kulların fiilleri böyle değildir. Kulların fiillerinin bazıları iyidir, bazıları kötüdür. Bundan dolayı insanların fiillerinin Allah’a izafe edilmesi doğru değildir. Bazı insanların fiilleri sonucunda Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi oldukları görülmektedir. Bu fiillerde Allah’ın fiillerindeki itkan (sağlam tutma) vasfının bulunduğu söylenemez. Bu durumda kulların bu fiillerinin de Allah’a izafe edilmesi doğru değildir.

Mu’tezile’nin insan fiilleri anlayışında kulların fiillerini Allah’ın fiilleri olarak vasıflandırmak veya söz konusu fiiller için Allah tarafındandır şeklinde ifade etmek doğru değildir. Çünkü insanların fiilleri kendileri tarafından özgür iradeleriyle gerçekleştirilmişlerdir. Bundan dolayı insanları fiilleri övgü ve yermeye hak kazanmışlardır. İnsanların fiil ve eylemleri Allah tarafından yaratılmış olsalardı bu fiiller için mükafat ve ceza söz konusu olmazdı. Bu durumda insanların fiillerinin Allah’a izafe edilmesi ancak mecazi anlamda mümkündür ve bu da taatlerle sınırlıdır. Taatlerle ilgili fiillerimizi Allah’a izafe etmek ve bunların Allah tarafından meydana geldiğini söylemek, Allah’ın bu fiiller için bize yardım ettiği, bize lutfettiği, bizi muvaffak kıldığı ve aksini yapmaktan bizi koruduğu anlamına gelir.

Mu’tezile imamları kendileri için asıl olan akli delillerle beraber onları tamamlayıcı mahiyette bazı Kur’an ayetlerini de insanın fiilleri konusuna delil getirmişlerdir. Mu’tezile’nin konuyla ilgili müracaat ettiği ayetlerden bazıları şunlardır. “Size Rabbinizden hakkı ve batılı ayırmak için açık deliller geldi. Artık kim hakkı görür de ona iman ederse kendi lehinedir. Kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir. Ben üzerinize bir gözetleyici değilim.” Ayette, hakkı görüp doğruyu seçmenin insanın lehine, batılı seçtiğinde ise aleyhine olacağı, dolayısıyla insanın fiillerini hür bir iradeyle yaptığı ve ondan sorumlu olduğu belirtilmiştir. Başka bir ayette “Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkarcıların zannından ibarettir.Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline” buyurulmaktadır. Burada Allah Teala boş olan “batıl” şeyi yaratmadığını bildirmektedir. Eğer şer olan kötü fiiller insanlar tarafından yaratılmış olsa, bütün bu kötü olan şeylerin Allah tarafından yaratılmış olması gerekirdi ki Allah Teala bunlardan münezzeh ve yücedir.

Mu’tezile’nin görüşünü desteklemek için başvurduğu diğer bir ayet şudur: “Sizi yaratan O’dur. Kiminiz inkarcı, kiminiz mü’mindir. Allah yaptıklarınızı görendir. Bu ayet insanları uyarmak içindir. Eğer iman ve küfür insanın iradesine bağlı değilse, bu uyarının doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. İnsanın iradesiyle olmayan iman ve inkardan dolayı insanın uyarılması demek; insanın boyunun uzun veya kısa olmasından dolayı uyarılmasına benzer ki bunun bir anlamı yoktur. Buna benzer diğer bir ayette de Allah Teala: “De ki Hak Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkar etsin…” İman ve inkar insanın hür iradesiyle olmasaydı bu ayete de bir anlam vermek mümkün olmazdı. Öyle ki “dileyen kapkara olsun, dileyen bembeyaz” gibi bir sözden farklı bir anlam ortaya çıkmazdı. Bu söz saçmadır, çünkü kişinin cilt renginin siyahlığı veya beyazlığı bize bağlı olan bir şey değildir. İman ve küfür konusundaki durum da bunun gibidir.

6 – Tevlid ve Tevellüd

Tevlid; irade ile yapılan bir fiilden sonra ona bağlı olarak bir başka fiilin veya fiillerin meydana gelmesidir. Tevellüd kendiliğinden doğan anlamına gelmektedir. İnsanın eliyle anahtarı çevirmesi sonucunda kapının açılması, bir kişinin attığı bir taş veya okun meydana getirdiği yaralama veya ölüm olayı tevellüd için birer örnek olarak verilebilir. Taşın atılma olayında taşın atılması iradi fiil, buna bağlı olarak meydana gelen ölüm ise mütevelled (iradi fiilden doğan) fiildir. Birinci fiile doğrudan işlenen (mübaşir) fiil, ikinciye ise bu fiilin sebep olması sonucu meydana gelen (mütevelled) fiil denir. Mutezile’ye göre irade ilk fiil, murad edilen fiil ikinci fiil ve sonuç (mütevelled fiil) ise üçüncü fiil olmaktadır.

Tevlid ve tevellüd olarak adlandırılan fiiller, kelamcılar tarafından temel sebep , aracı sebep ilişkisi şeklinde değil, tevlid veya tevellüd, yani fiilin doğuşu şeklinde ortaya konulmuştur. Bu durumda akla şu sorular gelebilir. Hareket eden alette söz konusu olan ilahi bir sebeplilik midir? Tabii bir sebep, sebepsiz bir etki veya beşeri failin sebepliliği söz konusu olabilir mi? Bu şekilde meydana gelen fiilin menşei nedir? Mu’tezile Tevlid ve Tevellüd problemine bu açıdan bakmış ve görüşlerini bu yönde geliştirmiştir.

Mu’tezile’nin çoğunluğunun kabul ettiği görüş; gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak yapılan her fiil insanın fiilidir. Mu’tezile’nin çoğunluğu tarafından kabul gören bu düşünceyi ilk olarak Bişr el-Mu’temir ortaya atmıştır Ebu’l-Huzeyl el-Allaf ‘a göre insanın fiilinden doğan her fiil insanın bilgisi dahilinde meydana gelmektedir. Meydana gelen fiil insanın bilgisi dahilinde ortaya çıktığına göre bu fiil insana aittir. Vurmadan dolayı meydana gelen acı, atılan taşın sebep olduğu yaralama veya ölüm fiili yapana aittir. Çünkü bu fiillerin sebebi insandır.

Ancak lezzet, renkler, tatlar, kokular, sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuruluk, korkaklık, cesaret, açlık, tokluk gibi şeyler Allah’ın fiilleridir. Ebu’l –Huzeyl’e göre bu fiiller insanın fillerinden tevellüd etmez. Çünkü insan bu fiillerde bilgi sahibi değildir. İnsanın bilgi sahibi olmadığı bir fiil insana ait olamaz.

İbrahim en-Nazzam; hareket dışında insan için fiilin söz konusu olmadığını iddia etmiştir. Ona göre insan nefsinde hareket dışında bir fiil yapamaz. Namaz, oruç, istekler, hoş görülmeyen şeyler, ilim, cehalet, doğruluk, yalan, insanın konuşması ve susması ve sair fiilleri hareketten (halden) ibarettir. Böyle olduğu içindir ki insanın bir yerde durmasının anlamı onun iki vakitte bulunmasıdır.Yani o hareketin iki vakitte olmasıdır.

İbrahim en-Nazzam da latif cisimler olarak vasıfladığı renk, tat, koku, hareket, soğuk, sıcak, sesler, acı gibi şeylerin insanın fiilleri olmadığını söylemiştir. Mu’tezile imamlarından Muammer’e göre insan nefsinde hareket ve sükunu meydana getiremez. İnsanın kendisinde ancak irade, ilim, kerahet, nazar, temsil halleri meydana gelir. İnsan bundan başka bir şey yapamaz. Muammer, mütevelled fiillerin insana ait olmadığını, atılan taş ile ölen kişide meydana gelen öldürme fiilinin taşı atan insana değil taşa ait olduğunu ileri sürmüştür. Salih Kubbe ve taraftarlarına göre; atılan bir taş sonucunda ölen kişide meydana gelen öldürme olayının taşa değil Allah’a nispet edilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Kadı Abdülcebbar, mütevelled fiillerin Allah’a nispet edilmesini cebri savunanların görüşlerine paralel olarak yorumlamış ve söz konusu görüşü reddetmiştir. Kadı Abdülcebbar’a göre doğrudan işlenen fiil ile dolaylı fiil aynı konumdadır. Mütevelled fiilin sebebi olan irade insanın kendisine ait olduğu zaman bundan dolayı meydana gelen diğer fiil de insana ait olacaktır. Meydana gelen fiilde bir irade olmadığı zaman ise söz konusu fiil o insana ait değildir ve ondan sorumlu da olmaz.

Kadı Abdülcebbar organların fiillerinin gerçekleştikleri mahalde tabii olarak ya da yaratılışın bir gereği olarak meydana gelmesinin caiz olmadığını ve herhangi bir fiili tabiata doğrudan ya da dolaylı olarak izafe etmenin yanlış olduğunu söylemiştir. Ona göre kişinin irade ve isteğiyle meydana gelen bir fiilin bazı yönlerden mecburi olarak meydana geldiğini söylemek batıldır. Çünkü kişinin iradesiyle meydana gelen iş onun fiilidir. Onun fiili olunca o işin mahallinde kendiliğinden meydana geldiğini söylemek doğru olmaz. Eğer kendiliğinden olsaydı fiilin her mahalde olması gerekirdi. O zaman organların fiillerinin kasıt, istek, ilim, ve idrakten yoksun olarak meydana gelmesi gerekirdi. Böyle bir şey kabul edilirse kişi, ancak iradesiyle iş yapar sözü doğru olmazdı. Fiili yapan kişinin iradesiyle o işi yaptığı kabul edildiği taktirde, o kişinin organları tarafından meydana getirilen işlerinde o kişinin fiili olmak lazım gelir.

Kadı Abdülcebbar, mütevelled fiillerde mevcut olan kudretin de söz konusu fiillerin ilk fiili gerçekleştiren kişiye ait olduğunun bir kanıtı olduğunu söylemiştir. Kadı Abdülcebbar’a göre fail durumunda olan insanın hareketleri ve diğer şeyleri kudretinin mahalli (kendi bedeni) dışında dolaylı olarak (tevlid) yapabileceğini söylemiştir. Ona göre insanın kendi bedeninin dışında bir mahalde işlenen mütevellid fiillerden, örneğin yazmada, dokumada, bina etmede ve sairde olduğu üzere bir kudret vardır. Bu kudretin olması da o fiilin o kişiye ait olduğunu gerektirir. Kadı Abdülcebbar’a göre mütevelled fiil arzu ve istek yönünden doğrudan meydana gelen fiil gibidir. Böyle olduğu içindir ki mütevelled fiil o fiili yapan kişiye aittir. Çünkü bir fiilde iki failin olması doğru değildir. Dolayısıyla mütevelled fiilde ikinci bir fail aranmaması gerekir.

Kadı Abdülcebbar’a göre doğrudan meydana gelen fiiller ile dolaylı meydana gelen fiilleri birbirinden ayıran üç fark bulunmaktadır. Mütevelled fiil başka bir fiilden dolayı meydana gelmiştir. Burada insanın sorumluluğu niyet ve kastına bağlıdır. Eğer mütevelled fiil kastedilmişse sorumluluk gerekir, kastedilmemişse buna da mütevelled fiil denir ancak bu fiilden dolayı sorumluluk gerekmez. İlk fiilin etkisiyle meydana gelen mütevelled fiili, failin iradesi dışında bir fiil olarak nitelemek mümkündür. Fail bu fiili irade etmemiş olabilir. Mütevelled fiilin sebebi olan ilk fiil meydana geldiği zaman, artık mütevelled fiilin meydana gelmesine engel bir şeyin olması söz konusu olamaz. Halbuki ilk fiilde durum böyle değildir. Ancak Kadı Abdülcebbar bu görüşe karşı çıkarak müvellid ilk fiil ile mütevelled fiili aynı konumda görmüştür.

Sonuç

İnsanın fiilleri ya da başka bir ifadeyle insan hareket ve davranışları, insan iradesinin ürünleridir. İnsandan isteyerek ve bilerek sadır olan her türlü eylem insanın kendisine mal edilir ve ondan sorumlu tutulur. Mu’tezile imamları insan fiilleri konusunu yorumlarken insanın hür bir iradeye sahip olduğunu, bu hür iradesiyle yapmış olduğu fiillerinden sorumlu olduğu gerçeğinden hareket etmişlerdir.

Mu’tezile’ye göre madem ki insan yapıp ettiklerinden ahirette sorumlu tutulacaktır, o halde insanın bu fiillerini tamamen kendi bağımsız hür iradesiyle yapmış olması gerekir. Eğer insan herhangi bir zorlama altında olursa veya tamamen bağımsız bir iradeye sahip olmazsa o zaman insanların ahirette, dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekilmeleri caiz olmaz.

Mu’tezile bu görüşüyle ilgili olarak bazı Kur’an ayetlerini delil almıştır. Kur’an’da Mu’tezile’nin tezini doğrulayan ayetler bulunduğu gibi söz konusu görüşü nefyeden ayetler de bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet alimleri “Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.” “Allah dilemedikçe iman etmeyeceklerdi.” “Allah dileseydi onu yapmazlardı.” “Eğer biz dileseydik herkesi hidayete erdirirdik.” gibi zahiri anlamları cebr’e delalet eden ayetleri görüşlerine delil olarak alırken Mu’tezile bu ayetleri tevil etmiştir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu bildiren Kur’an ayetleri insanın yapıp ettiklerinden sorumlu olduğunu ve ahirettte yaptıklarından sorumlu olacaklarını bildirmektedirler. Mu’tezile’in insan fiillerindeki temel çıkış noktası da ilahi adaletin gereği olarak insanların bu dünyada kendi istek ve iradeleriyle yapmış oldukları işlerden, fiil ve eylemlerinden sorumlu olmalarıdır.

ERZURUM'LU İBRAHİM HAKKI'NIN İNSAN ANLAYIŞI

Mustafa YILDIRIM

İbrahim Hakkı konuya insanın ne olduğunu sorarak girmektedir. Ona göre, mevâlîd -i selâse'nin üçüncüsü olan hayvan cinsinin en mütekâmil türü insandır. Her şey insan için, insan ise ibadet için yarıtılmıştır. Bu nedenle insan büyük bir kıymetide haizdir. Çünkü " Allah iki cihanı ve onlarda olanları tamamen insan için varetmiştir. Tâki âlemdeki harika sanatlara bakıp Allah'ı tanısın" .

Görünüş itibariyle insan zerre misali bir hiç hükmündeyken taşıdığı ruhla,kendisine verilen akılla ve kalbinde beslediği istidatlarla varlığı anlamaya ve onu sorgulamaya yetkili tek varlıktır. İbrahim Hakkı'ya göre, insan bu yönüyle okuduğunu anlayarak, düşünerek ve tefekkür ederek gayesine ulaşacaktır.

"Ey insan beni tanımak için kendini tanı" anlamındaki hadisi kudsîden hareketle de kendi özünü bilenin Zorunlu Varlık (vacib-ül vücûd)ı tanıyacağını ifade eder. Ona göre , insanı gerçek insan seviyesine yükselten özellik ilim ve irfandır. İnsanı olgunluğa götüremeyen soyut bilgi, marifet ve irfan sayılmaz, ilim, yol gösterici olmalıdır. Hakiki bilgi ve maarifte mutlaka yol göstericilik vardır. Bu bakımdan o, insanın manen büyümesini sağlayan tefekkürü hep ön planda tutmuş ve insanları düşünmeye teşvik etmiştir. " Bir avuç toprağı güneşinle doldurdun, aydınlattın ve adına insan dedin" . O, bu sözlerle, insanın menşeini ve manen özel olarak donatıldığını, dolayısıyla âdeta okumaya çıkmış çocuk gibi evreni anlamaya, varlığın sırlarını çözmeye memur kılındığını belirtmiştir.

İbrahim Hakkı insanın ruh ve cisim gibi iki temel unsura sahip olduğuna işaret ederek, insanı daha iyi tanıyabilmenin bu iki unsuru ayrı ayrı bilmeye ve anlamaya bağlı olduğunu vurgular. O, insanı bir meyveye benzetir. Ve ona âlem ağacının meyvesi der. Çünkü insan bir ağacın meyvesi gibi bütün şartların hazır olmasından sonra varlığa gelmiştir. Sanki âlemin küçük bir modelidir. Madem insan en son varlığa gelmiştir. O zaman bu varlığa gelişin sırrı nedir, beden nedir ve ruh nedir?

Varlığın esasını "toprak " kabul eden filozofların görüşlerini anımsatırcasına ibrahim Hakkı, " bedenin evveli de, ahiri de topraktır" görüşündedir, aynı zamanda o, bu görüşünü " sizi o topraktan yarattık, yine ona iade ederiz ve sonra yine ondan çıkarırız" mealindeki ayetle de desteklemektedir.

İbrahim Hakkı'ya göre, insanın iki unsurundan sadece bedeni topraktandır. Halbuki insanı yakın cinsi içeriside idğerlerinden ayıran bu yönü değil, ruhî yönüdür. Bununla beraber İbrahim Hakkı önce insanın bedeninin nasıl oluştuğu üzerinde durmakta ve şu görüşleri ileri sürmektedir : " İnsan bedeninin asıl maddesi topraktır. O toprak önce bitkilere gelip ya ekmek veya hayvan yemi olmuştur. Sonra o ekmek ve hayvan insanın gıdası olup, ondan erkek ve kadında üreme nüveleri hâsıl olmuş, sonra ana rahminde nutfe, alaka (pıhtılaşmış kan), mudga (et parçası) olup kemik, sinir, damar ve et ile dolmuştur. Sonra erkek ve dişi olup, ruhu verilip dünyaya gelmiştir" . İbrahim Hakkı'nın bu konudaki görüşlerinin esas dayanağı kuşkusuz Kur'an'ın bu konudaki bazı âyetleridir '.

Ona göre, Zorunlu Varlık (Vacib-ül Vücûd) canlı ve cansız varlıkların yapısını oluşturan atom parçalarını âlemin başlangıcındayaratmış yani yoktan var etmiştir. Bu yaratılış sırasıyla Allah'ın " ilim", "irade" ve " kudret" sıfatlarının tecellisidir. İbrahim Hakkı'run filozofların çokça meşgul oldukları bir problem olan, ruh hakkındaki görüşleri de bize göre oldukça ilgi, çekicidir. O, öncelikle insanın ruhî ve maddî gelişimini soyut cevherden başlayarak ta insanın ihtiyarlık haline kadar geçirmiş olduğu devreleri inceler. Ona göre, " ruh fiilleriyle bedenledir, ancak zâtiyle bedenden ayrıdır. Çünkü ruh, soyut bir cevherdir ve bu haliyle bakidir. Bedense her an değişmektedir ve fânidir" .

Böylece bedenin zaman içerisinde eğittiğinin, ruhun ise her zaman aynı kaldığının, bu ikisi arasıdaki ayırırnîık fark olduğuna işaret eden İbrahim Hakkı, ruhun aynı kalışını ise, onun yüksek âlemden gelmiş olmasına bağlar. Halbuki, "beden aşağı âlem olan kevn ve fesad (oluş ve yok oluş) âleminin bir cüz'üdür. Cüz'ü, küll'e dönmek eğiliminde, küll de cüz'e eğilimlidir. Bedenin ölümüyle toprağa verilişi cüz'ün külle dönüşüdür, o zaman ruh da, yüksek âleme döner" . O bu suretle ruhun ebedîliğini savunmaktadır. O, bu görüşleriyle bize Eflatun'u ve onun yorumcularını hatırlatmaktadır.

Görüşlerini her zaman dinî naslarla destekleyen İbrahim Hakkı bu konuda da " ey habibim sana ruhtan sorarlar, sen deki, ruh Rabbimin emrindedir. Ondan başkası onu bilemez, zira Yüce Allah'ın ilmine nisbetle, size ilimden ancak az bir şey verilmiştir" , mealindeki âyeti zikretmektedir.

İslâm Filozoflarıda ve Mutavsavvıflarında rastladığınız " hayvanî" ve insanî" ruh ayırımım İbrahim Hakkı'da da görmek mümkündür. O, "kan, safra, sevda ve balgam maddelerinden yoğun bir varlık doğar ki, buna organ diyoruz. Yine bunların buharından latif bir cevher doğar ki, buna da tabiî ruh diyoruz. Buna hayvanî ruh da denir" diyor. Hayvanî ruh " Latif bir cevher olup, bedende olan hayat his ve iradî hareketleri taşır" .

Ona göre, her yönüyle en üst makamda yer alan insan, ruhanî bakımdan da eşsiz bir varlıktır. Zorunlu Varlığın ilminden meleküt âlemine, oradan da mülk âlemine inerek insan vücudunda karar kılan bu ruh " Allah'ın bir emridir., şekil, renk, miktar, ölçü, hayal ve suretten arınmıştır 13. Filozofların tabiriyle " nefs-i natıka"da denilen bu ruh, "öyle bir cevherdir ki, kendi zâtında her maddeden mücerret iken âşık olup bağlandığı bedenin işlerini yürütmek için, hayvanî nefsin yeri olan yüreğin ortasında bulunan nokta-ı sevde-i süveyda (süveyda denen siyah noktada) hayvanî nefisle birbirine yaklaşıp, boyun boyuna sarılmışlardır. Onun vasıtasıyla bütün bedende tasarruf eder olmuştur" . Buna " gönül" adı da verilir.

İbrahim Hakkı ruhun " mebde" ve meâdi " problemi üzerinde de durur. Bu konuda filozofların ve astronomların düşüncelerinden hareket ederek önce dört unsur nazariyesini hatırlatmıştır. Bilindiği gibi ateş havanın, hava suyun, su ise toprağın üzerinde yer alır. Bunlar, zaman içerisinde birbirlerine dönüştükleri halde neticede " bu şekilde değişmeye uğrayan anâsır-ı erba'a bir şekilden diğer şekle girerek yine kendine dönerler" .

"İşte ilâhî nur sonsuz feyiz, ehadiyet mertebesinden akıllar üzerine, ondan nefislere , ondan feleklere, onlardan tabiatlara, onlardan unsurlara ve toprağa iner ve fayız bereket olur ki, buna mebde (başlangıç) veya iniş kavsi de derler. Sonra topraktan madene, ondan bitkiye, ondan hayvana, ondan insana, ondan da kâmil insana yükselir ve dönüp kâmil insandan Allah'a erişir. " Her şey aslına rücu eder" anlayışına uygun olarak o nur, aslına döner. Bu geri dönüşe meâd veya yükseliş kavsi de derler" .

İnsanî ruhun ayrımsal özelliği düşünmesidir, bu da adetâ ona çakılan akılla olmaktadır. Dolayısıyla bu konuda aklın ayrı bir yeri vardır. Bu nedenle İbrahim Hakkı akıl konusuna da değinerek şu görüşleri nakletmektedir : İnsan aklı küllî aklın bir parçasıdır. Aklın fonksiyonu " işlerin sonunu sana göstermek ve varlığın sırlarını kavramak, âdeta okumaktır" . Bu nedenle akıl, insana diğer varlıklar arasındaki seçkin yerini kazandıran yegâne özellik olarak görülmektedir. Bundan dolayı O, " akıl özlerin özüdür" diyerek " aklı, kul olduğunu bilmek için kalbde hasıl olan âlet " olarak nitelendirmektedir.

Küllî akıldan dolayı büyük bir değere haiz olan insan aklı, gerçek değerine Zorunlu Varlık'ı bilme ve tanıma ile ulaşacaktır. Çünkü bilme ve tanıma melekesi olan akıl sadece insana hastır. " İnsan onunla Hakk'ı tanır. Onun için herşey insanın hizmetine verilmiştir" . Zira " akıl, insan ruhunun iç yüzüdür ve o, rabbani latif bir cevherdir" .

İnsanın varlığını ortaya koyan iki temel unsur, beden ve ruh anlayışını daima gözönünde bulunduran İbrahim Hakkı kalbi de hem beden hem de ruh açısından değerlendirmektedir. Ona göre, kalbin maddî yanı onun yeridir. Ki, bu yer yürektir. Ancak onun üzeride siyah bir nokta bulunduğnu iddia eden İbrahim Hakkı esas kalbin bu olduğuna işaret eder. Ona göre, bu siyah nokta insana gaybi bilginin sırlarının açıldığı yerdir. O âdeta cihanın ruhu ve insan denen küçük evrenin arşıdır .

O, bu görüşlerini mutasavvıfların şu sözleriyle de destekler : "insanın kalbi Rahmanın kapısı olup, kulun mevlâsı huzurunda durduğu yerdir. Gönül bedenin padişahıdır. Bu nedenle dünya konaklarını geçmek binekle, mânâ konaklarını aşmak kalb iledir" , Beden nasıl duyular vasıtasıyla dış âlemden istifade ediyorsa kalb de akıl vasıtasıyla " bütün ma'kulattan istifade eder" . Kalbin körelmesi insanın, kâmil bir insan olmasını engeller." Gafil kalb, karanlı kzindandan daha korkunç ve dardır. Arifin kalbi" " arş" ve " kürsî" den daha geniştir" .

İbrahim Hakkı'nm yukarıda vermeğe çalıştığımız inşa anlayışından şu sonuçları çıkarmak mümkündür. İnsan maddî yönüyle değil ruhî tarafıyla önem arzeder. İnsan düşünürken vardır. Kendisini sorgularken ayrıcalığını farkeder. Tefekkür ederken görevini yapabilmenin mutluluğuna erişir. Bunun için, insan akıl,kalb, gönül v.s. gibi tanımları pek mümkün olmayan kabiliyetlerle donatılmıştır.

İnsan bu kabiliyetleriyle âlemi tasarruf etmektedir ve âdeta buna yükümlü bulunmaktadır. Bütün bunlarla kendinin ve âlemin nasıl, niçin, neden olduğunu, kim tarafından yaratıldığını sorgulamakta ve bu tip sorularla gittikçe tecessüsü artmakta ve bu düzenli evren karşımda şaşkınlak ve hayranlığını gizleyememektedir. İşte bu özellikleriyle insanın ruhu bedenine üstün gelirken, bedeni de bu özelliklerle deger kazanmaktadır. İşte insanı insan yapan ayrımsal özelliker de bunlardır. Öyleyse insanın bu yönü asla ihmale gelmez. Aksi takdirde onun diğer canlılardan hiçbir farkı kalmaz. Bütün bunlardan sonra İbrahim Hakkı'nın insan anlayışını maddeci bir görüşle değil, spiritualist bi yaklaşımla ele aldığını söylememiz mümkündür.

DÜŞÜNÜR OLARAK CEMİL MERİÇ

Muammer C. MUŞTA

Cemil Meriç, edebiyat ve düşüncenin hemen her alanında eserler veren çok yönlü bir düşünce ve sanat adamı. Bu iki yönü birbirini etkilemekte; sanatçı coşkunluğu düşünce eserlerine ilham ve hız verirken edebi çalışmaları da düşüncenin kılavuzluğunu yansıtıyor. Ele aldığı problemlere disiplinler arası yaklaşabiliyor. Geniş kültürü ve eşsiz entellektüel yetenekleriyle umulmadık sentezler meydana getirebilmekte.

Cemil Meriç, RusselPin Witgenstein hakkında söylediği gibi, sadece sekiz beş mesaisi yapan bir düşünce adamı değil. Düşünme ve üretme hayatının gayesi halinde. Hayat çizgisi onu çoğu zaman en olumsuz şartlara doğru sürüklerken, düşünce hayatımızın belli başlı bütün alanlarına girmesini de sağlamış. Antakya'da doğması konuşulan Arapçaya intibakını, Fransız okulunda okuması Fransız kültürüyle temasını mümkün kılmış. Genç yaşta materyalizmi, sonra da marksizmi kabulü, onun uzun süre başka felsefi arayışlara kapısını kapamasına, ama kendini bu yönde derinleştirmesine yol açmış. Cemal Meric'in bundan sonraki entellektüel serüveni, gözlerinin kapanmasına ve maddi bakımdan olumsuz şartlar içinde olmasına rağmen oluşmakta. Marksizmin kökleriyle ilgili yaptığı Saint Simon ve Prudhon ile ilgili incelemeleri, sonra Hint Edebiyatı ile ilgili yaptığı çalışma. Son yılları bu büyük birikim içinde kültürümüzün çeşitli alanlarına ait özgün çalışmalarını yansıtıyor.

Cemil Meriç edebiyat, tarih, sosyoloji gibi disiplinlerin çeşitli alanlarıyla ilgili yazılar yazdığı gibi felsefenin çeşitli disiplinleriyle ilgili araştırmaları da var. Bunlar arasında en önemli katkılarının kültür felsefesi bakımından olduğunu söyleyebiliriz.

Denemeci bir düşünür Cemil Meriç. Bir tür aşılama yöntemiyle çalışır. Çeşitli yazarların görüşleri, onlardan alıntılar, onlara ait yorumlar, yazılarında bazan birbirinden ayrılması zor bir bütün teşkil ederek kaynaşırlar. Cemil Meric'in incelediği konular üzerinde çeşitli çalışmalar yapılabilir. Burada Cemil Meric'in Türk düşünce hayatı ve aydının durumu ile ilgili düşüncelerinden örnekler vererek, onun düşünür yanını ortaya koymak istiyoruz.

İlk olarak Cemil Meric'in düşünce tarihimize ait yaptığı bir değerlendirmeyi ana hatlarıyla özetleyeceğiz:

Cemil Meric'e göre "Ondokuzuncu asra kadar Osmanlı ülkesinde bir ortak şuur vardı: İslâmiyet. Vahye dayanan bir hakikatler bütünü... "Avrupa'nın maddi fetihleri, çöküş devri ulemâsını afallatır. İslâm'ın inkırazı, hikmetine akıl erdiremedikleri bir gazab-ı ilâhidir. Susar ve sahneden çekilirler. Yerlerini Avrupa'nın imal ettiği yeni bir insan tipi alır: Müstağrib. Hem suda hem karada yaşayan bir hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden. Artık ne Asyalı, ne Avrupalı'dır. Ne müslüman, ne Hıristiyan... "Batının sosyal ve politik tarihi bilinmeden ideolojileri kavranabilir mi? İdeoloji bir bütündür... "Kaldı ki müstağripler bu ideoloji enkazını nasslaştırırken Batı'da yeni yeni çelişkiler beliriyordu...

"Batılaşmak, Batı irfanı ile kaynaşmaksa, batılaşmamıştık. Batı medeniyeti liberalizme dayanıyordu. Liberalizm sanayileşen Avrupa'nın, başka bir deyişle burjuvazinin dünya görüşüydü. Bizde ne sanayi vardı, ne burjuvazi... Avrupalıyı tanımıyorduk, ama kendimizi de unutmuştuk. Korkuyorduk düşüncelerdren, zirvelerde dolaşmamız yasaktı. Batı'yı batı yapan düşünce fatihlerinin yalnız ismini biliyorduk... 60'lardan sonra sedler yıkıldı, izm'ler bulanık bir sel gibi aktı ülkemize... Yasak bölge kalmamıştı artık. İslâmiyet de serbestti, sosyalizm de.

"İslâmiyet serbestti ama müstağribler için bir abesler yığınıydı, din gericilikti... "Sosyalizm, Tanzimatla başlayan batılılaşmanın, Cumhuriyetle kökleşen laik ve pozitif düşüncenin en efendice, en tabii sonucu değil mi? "Bir anlamda ilk defa batılaşıyorduk. Marx, bütün eserleri dilimize çevrilen ilk ve son batılı yazar... Okuyan gençlik düğüne gider gibi ölüme koştu, sosyalizm uğruna. Bilmiyordu ki,

1. Hiç bir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılamaz.
2. İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.
3. Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli formül, yani izm yoktur.
4. Avrupayla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise bir yarı insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.
5. Zilletten kurtulmanın tek yolu haysiyetimizi ispattır. Haysiyet, şuur ve fedakârlık demek. Şuur hiç bir kiliseye bağlanmamak, her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa açmak demektir. Fedakarlık ise inandığı değerler uğruna her çileyi göze almak, hatta ölümü bile...

"Marksizm de dışardan gelen bütün ideolojiler gibi bir felâket kaynağı olmuştur. Çünkü çocuklarımız hazırlıksızdılar. "Ama marksizm şuurlanmamıza da yardım etmiştir. Evet. Türk insanı papağan batıcılıktan gerçek batıcılığa marksizmin sayesinde geçebilmiştir... Batı'dan icazet almadıkça Batı'yı tenkit edemezdik. Marksizm bize bu icazeti verdi. Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve Avrupa büyüsünü bozdu." (Mağaradakiler 32-7)

Cemil Meric'in özetleyerek aldığımız bu yorumları, onun farklı düşünce yapılarının içine girebilme gücünü ve değişik disiplinlerden nasıl faydalandığını göstermektedir. Onun düşünce hayatımızın problemleriyle yakından ilgilenmesinin bir sebebi de onun düşünce anlayışıdır.

Cemil Meric'e göre "hiç bir tefekkür hasbî değildir. Düşünce, bir meydan okuyuşa idrakimizin verdiği cevaptır. Düşman bir tabiat, düşman içtimai sınıf veya düşman bir topluluk... Hasbî düşünce ana tezadlarını halletmiş cemiyetler için bile lükstür ona göre. "Evet düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir, hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir, kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lâzımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır..." (Mağaradakiler. s. 72 vd.)

Cemil Meriç bu düşünceler içinde yazılarında kültür ve düşüncenin çeşitli problemlerini ele alır. Bir yazısında "Bizim ne nebatlara karşı sevgimiz, ne kitap düşkünlüğümüz var. Ama insanlığı ilgilendiren en büyük, en hayati davalar karşısında ondan çok daha sağır ondan çok daha körüz." diye şikâyet eder. Sonra bunun sebebini çeşitli tabulara bağlar: "Tabular, tabular. Her kapının arkasında elinde bıçak bekleyen dilsiz bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lâğımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, "efendim, bizde filozof yetişmiyor" diye ah-u vahlar" (Jurnal,214).

Bunun temellerini araştırdığı bir yazısında ise Yeniçeri ocağı ve ulema ilişkisine değinir. Yeniçeri kışlasını topa tutan H. Mahmud, ulemayı tarihi müttefikinden mahrum bırakarak düşünceyi felce uğratmıştır. "Ülke mukadderatına, intelijansiya hükmedecektir artık. Avrupa'nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelijansiya, İslâmî tefekkür ciyadet ve hayatiyetini kaybeder. Batı'nın ve Batıcıların taarruzu karşısında kalıplaşır, katılaşır." (Kırk Ambar, 425)

Aynı hadiseyi bir günlüğünde daha sonraki gelişmeleriyle dile getirir: "1914 savaşında şehir dolusu aydın kaybettik. O savaşı yedek subaylar yaptı. Yedek subaylar yani intelijansiya." Aydınlara yönelik çeşitli baskılardan örnekler veren Cemil Meriç şöyle bağlar: "Harman beygirine verilen hürriyet, aydına ihsan edilen daha büyük ve daha gerçek. Aydın yani başkasının kafasıyla düşünmeyen, yani hiç olmazsa çok kaba mitleri ve "mystifıcation"ları yutmayan. Zavallı kinlerimiz! Meşrutiyet aydını için, frenkleşmiş Meşrutiyet aydını için, düşman islâmiyetti. Korkunç bir şaşkınlık içindedir o aydın... Yani bizde "athe'e", düşünmemek için Allah'ı inkâr eder, meseleyi basitleştirir böylece. Düşünmemek için müslümandır, doğmaların gölgesinde şâd, uyurda uyur." 11.8.1963 (Jurnal, 215)

Cemil Meriç bu hazır reçetelere yönelen günümüz düşünce adamının eski örneklerinden daha sığ ve hazırlıksız olduğu, problemlerin adeta dışında kaldığı kanaatindedir. Rıza Tevfik'in yarım kalan "Kamus-ı Felsefecinden ateizm maddesi değerlendirdiği bir yazısında parlak lafızların altında saklı derin bir acıyı sezer gibi olduğunu belirtir. Ona göre cumhuriyet öncesi aydınlan, yalnız erişilemeyecek bilgi irtifaları ile değil, tereddüt, şüphe, isyan ve çileleriyle de ilerdedirler. Sonra Rıza Tevfik'in üstünlüğünün nereden geldiğini sorar. Rıza Tevfik Batı dilleri yanında Arapça ve Farsça'da bilmektedir: "Yani hem yaşadığı dünyanın irfanına, hem de Avrupa'nın irfanına konmuş"tur. "Rıza Tevfik'in kaynaklan arasında, Voltaire'in "Felsefe sözlüğü", Frank'ın "Felsefi İlimler Kanunu", "Grande Encylopedie", Draper'in "Avrupa'nın Fikri Tekâmül Tarihi" kitaplan vardır: Fakat aynı zamanda "Üstad nice kelam kitaplan okumuş, Doğu'nun şairlerini konuşturmuştur." (Kültürden İrfana, 208)

Cemil Meriç düşünce tarihimizde aydınlar hakkında yapılan bir çok değerlendirmenin yanlış, bir çok kavganın da manâsız olduğu kanaatındadır: Ona göre "Düşünce tarihimizin faciası, birbirini anlamak, birbirini tamamlamak için yaratılmış aydınların bütün güçlerini birbirini yıkmaya harcamaları olmuştur. Muallim Naci ile Recaizade'yi kanlı bıçaklı düşman yapan bir fikir ihtilâfı mı idi? Hayır, mânâsız bir gurur sürtüşmesi... Fikret'le Akif'in anlaşmazlığı da ayrı bir faciadır üstada göre: "Fikret, fildişi kulesine mahpus, yüzde yüz ferdiyetçi bir sağ, Akif, damarlarında tarihin nabzı atan bir halk çocuğu, Batı'nın anladığı manâda tam bir sol"dur. Talihsizliğe bakın ki, Fikret solun, Akif de sağın bayrağı yapılmıştır. (Kültürden İrfana, 229)

Cemil Meriç Peyami Safa, Nazım kavgasında da benzer bir traji komedinin izlerini görmektedir. Cemil Meriç yazılarında kendini de değerlendirir: Bir günlüğünde şöyle demektedir. "Kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim yaparlarmış. Tefekkür tek insanın işi değil. Ben bir Descartes, bir Spinoza olamazdım? Bu bir kromozom meselesi değil. Hotantolar içinde büyüdüm. Okumak istediğim zaman dövdüler, kitaplarımı yırttılar. Nihayet kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım v.s.... Cemiyet belkemiğimi kırdı. Uçmak istediğim zaman ancak sürünebiliyordum.

"Evet belki bir Spinoza olamazdım. Ama Batı yalnız Spinoza mıdır? İnsanlara kalbimin bahçesinden çiçekler devşirdim. Ve kucağımda çiçekler kapılarım çaldım. Kapılar açılmadı... Coğrafi kader, biyolojik kader, sosyal kader. Bunlardan bir tanesi benden çok daha kabadayısını felce uğratmaya kâfi iken üçü birden çullandılar üstüme..." (Jurnal, 129)

Cemil Saliba'nın İbn Sina ile ilgili eserini tanıtmak için yazdığı yazıda düşünce adamı için ortaya konduğu ölçüleri kendine ve devrine uyguluyor gibidir: "Hülâsa Cemil Saliba'nın emrinde Doğu'nun ve Batı'nın bütün hazineleri var. Kendi medeniyetinden kopmamış, Batı'daki gelişmelerden haberdar. Biz bu bahtiyar ilim adamlarıyla nasıl yarışacağız? Dilimiz yok, mefhumları tanımıyoruz, ne Aristo'yu bilenimiz var, ne de efiatuniye mektebini. Önce diz çöküp okumak, anlamağa çalışmak, sonra da, ömrümüz kifayet ederse ve becerebilirsek, yapılan çalışmaları dilimize aktarmak... Belki bu sayede biz de yıllarca sonra irfan kervanına katılabiliriz... (Kültürden İrfana, 188)

Cemil Meric'in kültür ve düşünce adamı kişiliği bu satırlarda kendini göstermektedir. Cemil Meriç'te herşey için reçete bulmağa, kitaplarından doktrinler çıkarmağa kalkışmamak gerekir. Cemil Meriç belki imkânları yeterli olsaydı, belli alanlarda daha da derinleşerek orjinai görüşler geliştirebilirdi. Ancak Cemil Meriç böyle bir çalışmanın nasıl ortaya konabileceğini ve neye mal olacağını iyi bilir. O, kendi insanının önüne eksik ve acele kurulmuş yapılarla gidemezdi. Onun reçeteleri hep denenmiş, bir ömür pahasına denenmiş reçetelerdir. Gerçeğin gördüğü kadarını söyler ve sizi de yola davet eder; çilenin araştırmanın yoluna. Bütün o yoğun cümleler size geçmiş tecrübeleri özetler, bütün o belagat size de o yolda yürümenin zevkini tattırmak içindir. Bu bakımdan Cemil Meric'i her okumadan sonra reçetesini bulmuş insanların rahatlığı içinde kitabınızı kapatamazsınız. Her Cemil Meriç okuması yeni okumalara ve yeni tedirginliklere davet eder sizi. Bir ateş düşer beyninize ve yüreğinize.

Cemil Meriç işte o ateşi hiç küllendirmeden bütün ömrü boyunca yakmayı bilmiştir. Yukarıdaki parçada da görüldüğü gibi kendini hazırlıklarının daha dışında gayretlere atabilecek, çekinmeden bu hazırlıklara sahip yazarlar için, bu insanların önünde diz çekmeliyiz diyebilecek bir bilgi aşkı ve ateşi vardır onda. "Eserlerimin kültür cildi, aşağı yukarı tamamlandı, bundan sonra "irfan" cildi başlayacak." (Kültürden İrfana, 11) derken önünde açılan, önümüzde açtığı bu büyük caddeye bizi davet etmektedir.

KAYNAKLAR:

Cemil Meriç, Mağaradakiler, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1978.
Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, İletişim "ayınlan, İstanbul 1992.
Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990.
Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınlan, İstanbul 1986.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP